Bir boyun eğdirme ve teslim alma yöntemi olarak işkencenin sadistik karakteri üzerinde çok durulmuştur. Bunun Diyarbakır uygulamalarında bir amaç ve görev sayılmanın ötesinde, bir keyfilik taşıdığı, uygulayıcıların bundan keyif aldıkları, haz duyduklarını biliyoruz. Buna karşılık direnmenin mazoşist biçimler alması ve bunun nedenleri üzerinde hemen hiç tartışılmadı.[1]
İtalyan yönetmen Pasolini'nin Salo ya da Sodom'un 120 günü adlı filmini izleyeli neredeyse 15 yıl oluyor. İzleyen birçok kişi gibi filmi bir akışta bitirememiş; mide bulantıları ve psikolojik kasılmalara rağmen molalar vererek bitirmiştim. 2013 yılında da Araf Tiyatro bünyesinde yapılan SinemAraf etkinlikleri kapsamında bu kez 15-20 kişilik bir grupla izlemiş, aynı hisleri o zaman da yaşamıştım. Son olarak da geçtiğimiz hafta izledim ve izlerken yine 15 yıl önce yaşadıklarımı tekrar yaşadım.
Faşizmin dehşetini en çıplak haliyle anlatmaya çalışan filmin -ki bu anlamda yapılmış en cesur ve başarılı filmlerin başında geli- yönetmeni Pasolini de belki bu cesaretinin bedeli olarak yine faşist bir grup tarafından linç edilerek katledilir. Geçtiğimiz aylarda Dipnot Yayınları'ndan Recep Maraşlı imzasıyla Diyarbakır ya da Sodom'un 5 No'lu Zindandaki Bin Günü adlı bir kitap çıktı. Kendisi de Diyarbakır 5 No'lu Cezaevi'nde uzun süre tutsak edilen ve 5 No'luya dair duyduğumuz tüm o dehşetleri yaşayan, yaşamadıklarına da tanıklık eden Recep Maraşlı’nın bu kitabı bir anı kitabı değil. Zindan günlerinde yaşananları Pasolini'nin filmi üzerinden değerlendiriyor. Maraşlı, kitabı yazma sürecine dair ” Bu filmi izlemeye başladığımda, gençlerin tutsak edilip bir şatoya kapatıldıkları ve yöneticilerin onları bahçeye toplayarak uymaları gereken kuralları ve günlük yaşam programını açıkladıkları andan itibaren, bunun ne kadar da çok Diyarbakır 5 No’luya benzediğini düşünmüştüm. Filmi bitirmem çok zor oldu. Bir çok kez yarıda kesmek zorunda kaldım. Yememi içmemi engellediği, uykularımı kaçırdığı oldu. Fakat her ilerleyişte bütün sahnelerin Diyarbakır vahşetiyle ne denli uyumlu olduğunu görüyordum. Böylece filmin izlenmesi bitince, sanki Diyarbakır işkence laboratuarını kuranlar bu filmi izlemişler de hepsini özel olarak yeniden uygulamışlar gibi bir hisse kapıldım. Halbuki Pasolini’nin filmi faşizmin sadistik karekterini ortaya koyan, dahası kapitalist sisteme karşı eleştirel bir filmdi. Buradan hareketle hem Pasoli’nin ne yapmaya çalıştığını anlamak hem de Diyarbakır vahşetiyle bu faşizmin uygulamalarındaki bu benzerliği/aynılığı sorgulayan bir yazı yazma fikri doğdu. Neredeyse bir 10 yıldır ara ara üzerinde çalıştığım bir makale gibiydi. Cinsel şiddet içeren bu ağır içeriği nedeniyle yayınlayıp yayınlamamam konusunda da çok tereddütlüydüm. Makale hakkındaki fikirlerini almak için danıştığım eski dostlardan Taner Bayrak, okuduktan sonra bunun yayınlanması hatta kitap haline getirilmesi için beni çok teşvik etti, cesaretlendirdi diyor.
Biz de tarihin gelmiş geçmiş en vahşi uygulamalarının yaşandığı mekânlardan biri olan Diyarbakır 5 No'lu Cezaevi ve tarihin gelmiş geçmiş en çıplak faşizm anlatılarından biri olan Salo ya da Sodom'un 120 günü filmi arasındaki bağlantı ve benzerlikleri yeni kitabı üzerinden Recep Maraşlı'yla konuştuk.
Kitabınızda sık sık, Diyarbakır 5 No'luya dair anlattıklarınızın birilerine inandırıcı gelmeyebileceğine vurgu yapıyorsunuz. Hepimiz etrafımızda görüyoruz aslında; çoğu kişi orada yaşananlara dair bunca itiraf, belge ve aktarıma rağmen inanmak istemiyor. İnsanlar 5 No'luya inanmaktan neden kaçıyor sizce?
Diyarbakır vahşetindeki uygulamalara inanmamanın ilk örneklerinden biri Aziz Nesin’di. Diyarbakır 5 No’ludan tahliye olmuş tutsaklardan Mesut Baştürk ve Nuri Sınır; o günlerde 12 Eylül Cuntasına karşı ilk sivil itaatsizlik eylemi olan “Aydınlar Dilekçesi”nin lideri ve örgütleyicisi olan Aziz Nesin’in 1987 yılında Diyarbakır’a gelmesini fırsat bilip, kendisini ziyarete gider ve yaşadıklarını tüm detaylarıyla anlatırlar. Nesin’in dehşete kapılıp, bu davayı kamuoyuna mal etmek için sahipleneceğini beklemektedirler. Aziz Nesin, anlatılanları dinledikten sonra şöyle der: “Yahu çocuklar, ben hayal dünyamı çok geniş biliyordum görüyorum ki siz Kürtler benden daha çok hayal görüyorsunuz”.
Bu durum aşağı yukarı “inanmama” tavrını özetliyor. Bunun arka planında ise, bu anlatılanların çok ağır bir sorumluluk yüklemesi, kimsenin de böyle bir yükü üstlenmek istememesi var diye düşünüyorum. Hatırlarsanız bir tarihlerde Bülent Arınç, “Diyarbakır’da yaşananlar benim başıma gelseydi ben de dağa çıkardım!” demişti. Tam da bu; insanlar gerçekten isyan etmeleri gereken bir gerçeği duyuyorlar; isyan edip o sistemle tüm bağlarını koparmayı göze almadıkları ama duydukları şeyin manevi yükünü de taşımamak için ona “inanmamayı” tercih ediyor: “Abartıyorlar canım, o kadar da olmamıştır.” diyerek vicdanlarını bastırmaya çalışıyor olmalılar.
Bu birinci yan, ikincisi de çocukların ensest, taciz, tecavüz vb. kurbanı oldukları vakalarda, aslında bundan haberdar olan ama kurulu düzeni bozulmasın, sorumluluk almasın diye buna kulaklarını tıkayan kimi büyüklerin tavrına benzeyen bir yan bulunmasıdır. Toplum tıpkı soykırım, katliam, yağma, işkence, politik cinayet gibi suçların gayet farkındadır ama bunu bilmenin kendilerine yükleyeceği sorumluluktan kaçınmak için, isteyerek “görmezden gelme”yi tercih eder. Tabii bir de özür dileyerek söyleyeyim, argoda “salağa yatmak” diye bir deyim var… Maalesef toplumumuzun bir klasiğidir…
Kitabınızda İstanbul, Ankara, İzmir, Amasya ve kısmen Adana eksenli alanlardaki tutsak gençlere 'kötü de olsa bizim çocuklar' gözüyle bakılırken Diyarbakır'dakiler 'zaten hep kötü olan ötekiler'di... diyorsunuz. Bu ayrım işkence uygulamalarına nasıl yansıyordu?
12 Eylül ve sonrasında onlarca cezaevi işkenceleriyle, direnişleriyle ünlense de hiçbirine “Cehennem!” adı verilmemişti. Diyarbakır Cehennemi, deyimi aradaki farkı anlatıyor. Peki bu fark nereden kaynaklanıyordu? İşte bu da Diyarbakır’da toplanan tutsak kitlesinin Kürt kimliğiyle, onların ideolojik-siyasi olarak “bölücü, vatan haini, komünist Kürtler!” olarak iflah olmaz ve mutlaka ağır şekilde cezalandırılıp, biçim ve öz değişikliğine uğratılması gereken bir grup olarak sınıflandıran ırkçı-sömürgeci zihniyetle ilgilidir. Diğer cezaevlerinde de Kürtler, Kürt sosyalist ve ulusal hareketinden kişiler, gruplar vardı. Diyarbakır cezaevinde de Türkiye sosyalist hareketinden gruplar, Türk, Ermeni, Arap, Çerkes kimliklerinden insanlar vardı. Fakat mekan ve cezalandırma sisteminin kurgulanması Diyarbakır’da anti-Kürt, anti-komünist bir eksene oturtulmuştu ve yanı sıra özgürlükçü, demokrat ve “Türklüğe sığmayan etnik kimlikler” bu hedef kitleyi belirliyordu. Geçen zaman içinde bu yaklaşımda bazı değişiklikler oldu ve Kürt ulusal hareketiyle [yanı sıra Türklük kodlarıyla] ilişki dost ve düşman ayrımında belirleyici hale geldi.
Günümüzde de Türk devletinin Türk sol ve sosyalistlere bakışında “Kürt ulusal sorununa bakış”ları tayin edici bir yerde durur. Eğer Kürt özgürlük hareketine, somutunda PKK veya HDP’ye, mesafeli hatta eleştirel duruyorlarsa devlet katında “kabul edilebilir” bulunuyorlar. Ki onlara “milli sol” da deniyor. Ama sol, sosyalist ve liberaller eğer Kürt ulusal hareketine, özgürlük mücadelesine sempati ile bakıyorlarsa, onlarla ittifak kuruyorlarsa, o zaman “Kürt gibi” muamele görüyorlar. Hatta bugün belki onlara daha çok kızılıyor: “Onlar zaten Kürt, size ne oluyor!” deniyor. “Yoldan çıkan bizim çocuklar” bugün eğer Kürt özgürlük mücadelesine mesafeli ve karşıysalar diğer söyledikleri ve yaptıklarından çok da rahatsız olmuyor devlet. Bu, yaklaşım Türkiye’deki ırkçı-şoven sömürgeci sistemin yerleşik bir yargısını ifade eder.[1]
Bir yerde Mahkûmların büyük bir sorunu da içinde bulundukları mekânın yönünü, konumunu tam kestirememeleri nedeniyle sürekli olarak yaşadıkları yabancılık duygusuydu. Bu diğer güvensizlikleri de besleyen bir duygu. Önceden cezaevinin çevresini biliyor olmak bir tür güven hissi yaratıyor demişsiniz. Siz bu hisleri ne şekilde yaşadınız, kısaca paylaşır mısınız? Nasıl bir güven ve nasıl bir yabancılıktan söz ediyorsunuz?
Tutuklandığınızda bütün hareket iradeniz sizin elinizden alınır ve ilk işlerden biri de gözlerinizi kapatmak, bağlamak olur. Böylece nerede olduğunuzu bilmez, zaman ve mekânı şaşırırsınız. Sorgu binasına, cezaevine götürülürken de nereye, nasıl bir mekâna gittiğinizi bilmezsiniz. Tüm bunlar tutuklanma ve mahkûm psikolojisini belirlemek için yüzyıllar içinde gelişen şeyler olmalı. Örneğin ünlü Sinop cezaevinde de kaldım 1979 yılında. Neredeyse Bizans’tan kalan bu tarihi zindanın dört tarafı da denizle kaplı, sadece küçük bir yolla karaya bağlanmış bir yarım ada üzerindeki kale surlarının içindeydi. Oradayken bunu bilmiyordum. Biz oradayken mahkûmlar cezaevini yaktı, zindanın bütün koğuşları, çatısı ve ahşap aksamı –ki kapıları kalın ağaçlardan yapılmaydı- gözlerimizin önünde yanıp kül oldu. Bütün jandarmalar, gardiyanlar, yöneticiler cezaevini bırakıp kaçmıştılar. Tutuklular, hepimiz cezaevi ile kale surları arasındaki boşluğu toplaşmış, kurtarabildiğimiz eşyalarla, bütün gece yanan cezaevini seyrettik. O zaman içinde kaldığımız zindanın nasıl bir şeye benzediğini kuşbakışı görebilmiştik. O zaman kendisi de Sinop’ta domuzluk denen hücrelerde kalmış olan Sabahattin Ali’nin şu dizeleri daha bir anlam kazanmıştı:
“Dışarıda deli dalgalar, gelir duvarları yalar
Seni bu sesler oyalar, aldırma gönül aldırma
Görmek istersen denizi, yukarıya çevir yüzü
Deniz gibidir gökyüzü, aldırma gönül aldırma”
Gerçekten de koğuşlardayken dışarıdan gelen dalga seslerini duyar ama denizi göremezdiniz.
Diyarbakır cezaevine önceden görüşe gittiğim için, onun Bağlar semtinde bir mahallenin içinde olduğunu, çevresindeki evleri, sokakları, buraya nasıl gelineceği ve nasıl gidileceğini öğrenmiştim. İçerisinin de en azından görüş yerine kadar olan bölümlerini biliyordum. E tipi cezaevlerinde daha önce de kaldığım için cezaevinin içyapısını da az-çok tahmin edebiliyordum. Bunları bilmek bana bir güven duygusu vermişti. Özellikle de cezaevinin şehir merkezine biraz uzak olsa da yine de bir Kürt mahallesinin içinde olması, en beklenmedik zamanda cezaevini kuşatıp tutsakları kurtarabilirler gibi bir kurgu oluşturmuştu kafamda.
Diyarbakır 5 No'lu zindanına sokmayı başardığınız küçük fotoğraf makinesinin hikâyesi çok çarpıcı. Belki o fotoğraf makinesi bulunursa birçok şey daha şeffaf anlaşılacaktır. Bu makineyle ilgili kim ne biliyor? Bildiğiniz kadarıyla; bulunması için herhangi bir girişim var mı?
Fotoğraf makinesinin içinde bulunabileceği havalandırma boşluklarının koğuş girişleri vahşet döneminde, tutsaklar yararlanmasınlar diye kapatılmıştı. Dolayısıyla koğuşun içinden erişim nisbi serbest dönemlerde de mümkün olmadı, duvarı delmek gerekiyordu. Onun kapama inşaatı sırasında ve sonradan bulunmuş olma ihtimali çok büyük sanıyorum. İçindeki film rulosunun karanlık odada açılması gerekirdi, “eğer ne var ne yok” diye hemen kurcalanmışsa yine büyük ihtimalle film yanmıştır. Eğer tersini akıl edip banyo ettirmişlerse, Genelkurmay istihbaratına alınmıştır veya imha edilmiştir. Yani fotoğraf makinesinin varlığı şimdi belki sadece cezaevi müzesi için ilginç bir materyal olabilir. Bu bilgiler ışığında bu materyalden haberi olup, bulan birileri varsa akıbeti hakkında bir açıklama yapmalarını umabiliriz.
Pasolini'nin filmi birçok eleştirmen ve teorisyen tarafından kurmacadan çok bir canlandırma olarak tarif edilir. Bu canlandırma pornografiye dayalıdır. Siz de Diyarbakır'da yaşatılanlar bir yanıyla sömürgeci faşizmin bir pornografisiydi diyorsunuz. Aynı zamanda tecavüzcülerin tecavüz sırasında Bu Ajda Pekkan için, bu Ahu Tuğba için, bu Bülent Ersoy için... diyerek kendilerini tatmin ettiklerini yazmışsınız. Bu isimlerin neyi temsil ettiklerini de göz önünde bulundurarak vahşileşmenin altında yatan erkeklik motivasyonunu, pornografi ve militarizm arasındaki ilişkiyi anlatır mısınız?
Diyarbakır 5 No’ludaki yoğun cinsel şiddet uygulamalarının neden ve sonuçları üzerinde yeterince durulmamıştır. İşkencelerin Kürt ulusal kimliğini, ulusal mücadeleyi, yanı sıra sosyalist siyasal düşünceleri, örgütlenmeleri yok etmeyi, ezmeyi amaçladığı ve buna göre kurgulandığı açık. Maria Antonia Macciochi “faşizm, sınıf ayrımına dayandığından belki de daha fazla, cins ayrımına dayanır.” demektedir; bu, sömürgecilik için de doğrudur. Tıpkı öteki ulusal kimliklerin, burada Kürtlüğün ve “Türklük” kavramına uymayan tüm etnik kimliklerin aşağı görülmesi ile; erkek üstünlük ve kadınlığın “aşağı cins” olarak görülmesinde temel bir bağ vardır. Buradaki anahtar kavram “etnik tecavüz” ve erkeklerin de “kadınlaştırılması”dır. Cinsel şiddetin görünür amacı, feodal erkek gururu da taşıyan tüm erkekleri kendilerine cop sokulabilen, tecavüz ve sarkıntılık yapılabilen kitle haline getirerek onların “kadınlaştırıldığı” böylece aşağılamış olacakları düşüncesidir. Ulusal bağlamda köle, cinsel bağlamda da köle…
Kendi bakışlarıyla erkekleri “kadınlaştırma”nın pratiği de Sodomi ve Sadizm olarak gerçekleştirilmektedir. Bunun işkenceciler açısından homo-erotik bir haz taşıyıp taşımadığını, sadece Sadistik şiddet ve kadına benzetme boyutuyla mı keyif aldıklarını bilemiyoruz. Belki hepsi karmaşıktı. Ama şu gerçek ki bu senaryoyu yazıp, sahneye koyanlar açısından etnik, düşünsel, sınıfsal aşağılama ile cinsel aşağılama aynı şeydi. Diyarbakır’da yaşatılanlar bu yanıyla sömürgeciliğin pornografisi haline gelmişti: Cinsel şiddet pornografisi…
Bu çalışmanın, sömürgecilik ve faşizmin sadece etnik-kültürel değil, erkek egemen cinselliği boyutunun da tartışılmasına katkı yapmasını umuyorum.
Kitabınızda yer verdiğiniz bütün aktarım ve detaylarda görülüyor ki işkenceciler yaptıkları her şeyi bir oyun gibi kurguluyor. Koridorlarda kovalamacalar, kurgu mahkemeler, imkânsız görevlerin ardından cezalandırmalar vb. birçok oyun pratiği var. Diğer yandan Esat Oktay'ın emrindekilere verdiği gerçeği, dil üzerinden bozmaya çalışan banyoya götürün, temizlensinler gibi komutlarından bahsediyorsunuz. Bu da bir oyun pratiğidir esasında. İşkenceyi oyunlaştırarak kendileri için eğlenceli hale mi getiriyorlardı yoksa yaşananların gerçekliğine dâhil olma cesaretleri mi yoktu?
Sorgudaki işkencenin ve işkencecinin somut, pratik bir amacı vardır: sanıktan bilgi almak, kendisi veya arkadaşları aleyhine konuşturmak; cezalandırmalarını sağlayan ifade imzalatmak. Bunun bir keyfe, bir zevke dönüştürülmesi kural değildir. Hatta amaç hasıl olursa işkenceye son verilip, savcılığa mahkemeye çıkarılır. Diyarbakır’da ise sadistik ve sodomik işkenceler, haftanın 7 günü, günün 24 saati uygulanan; zamanı, biçimi, bahanesi tamamen gardiyanların ve komutanların keyfine, neşesine göre belirlenen, fantezi dünyalarına göre yürüyen bir uygulamadır. Haliyle her şey kendileri için bir oyun, bir eğlence haline geliyor. Sınırsız keyfilik burada ayırt edici bir niteliktir; elbette daha geniş ölçekli bir amacın aracı olarak serbest bırakılmış bir keyfiyet.
Eğitimsiz askerlerin eğitimli insanlara dönük şiddet eylemlerini böbürlenerek anlattığını, üstünlük kurma arzusu taşıdıklarını söylüyorsunuz. Bu aşağılık kompleksine tekabül ediyor. Sizce ne kadar alçaldıklarının farkındalar mıydı işkenceciler?
Kitapta noksan kalan konulardan biri de faillerle ilgili. Bu işkencelere katılan, uygulayan askerler, komutanlar yaptıklarını nasıl anlamlandırıyorlardı? Bugün ne düşünüyorlar, çocuklarıyla, toplumla, çevreleriyle nasıl bir ilişkileri var? Bunları bilmiyoruz. Çünkü hiçbirinin anısı, anlatımı veya özeleştirisi yok. Kimlikleri de (birkaçı hariç) bilinmiyor. O nedenle psikolojilerini ve iç dünyaları hakkında birinci elden bir tanımlama konusunda noksan kalıyoruz. Ama şurası bir gerçek ki Diyarbakır işkencecilerinin hiçbirisi yaptıklarıyla övünemiyor, insan yüzüne çıkmaya cesaret edemiyorlar.
Sistemin bir dişlisi olarak bu aparatların “suçlu” sayılıp sayılmayacakları, Avrupa’da yaşatılan Yahudi soykırımı (Holokost) failleri bağlamında çok tartışılmıştır. Sadece emirleri yerine getiren öğeleri hukuk karşısında suçsuz ya da ikinci dereceden katılımcı gören anlayış nedeniyle, 2. Dünya Savaşı sonrası binlerce Nazi subayı, askeri, işkencecisi yargılanmaktan, ceza almaktan kurtuldu. Hanna Arendt’in bu kişileri “sıradan faşizm”in öğeleri ve yaptıklarının farkında /bilincinde dahi olmadan sadece itaat eden kişiler olarak tanımladığını biliyoruz.
Bir arkadaşın veciz biçimde ifade ettiği gibi, o dönemde gardiyanlar arasında en insaflısı, en vicdanlısı herhalde “Co” isimli kurt köpeğiydi. Çünkü sadece mekanik olarak verilen komutları uyguluyor, keyfi olarak başka hiçbir şey yapmıyordu. İnsanlara eziyet çektirmekten, onları korkutmaktan keyif aldığı söylenemezdi. Egemen sistemin bu “halk çocukları”nın içindeki kötülüğü dizginsiz biçimde serbest bıraktığında, hatta kışkırtıp ödüllendirdiğinde neler yapabileceklerini Diyarbakır örneğinde de gördük. Peki bu malzeme sadece 10 aylık “askeri eğitim” sonucu mu bu hale geliyor yoksa temel alt-yapıya mı bakmamız gerekiyor?
Kitabınızda en çok ilgimi çeken kısımlardan biri de zindan direnişini bir mazoşist direniş olarak ele aldığınız kısımdı. Kitapta zaten detaylıca anlatmışsınız ama henüz kitabı okuma imkânı bulamamış okuyucular için bu tespitinizin gerekçelerini kısaca anlatır mısınız?
Bu konu, çok katmanlı; felsefe ve siyasal psikoloji bağlamında tartışılmasını çok isterim. Belki küresel çapta bireyi (kimlik ve kişilikleri) ezme bakımından müthiş bir kapasiteye ulaşmış sistemlere karşı direniş felsefesi üzerine düşünmek; onlarla benzeşmek tehlikesiyle, onların domine ettiği oyunların nesnesi olmak arasındaki çıkış yolları üzerine…[1]
Bir boyun eğdirme ve teslim alma yöntemi olarak işkencenin sadistik karakteri üzerinde çok durulmuştur. Bunun Diyarbakır uygulamalarında bir amaç ve görev sayılmanın ötesinde, bir keyfilik taşıdığı, uygulayıcıların bundan keyif aldıkları, haz duyduklarını biliyoruz. Buna karşılık direnmenin mazoşist biçimler alması ve bunun nedenleri üzerinde hemen hiç tartışılmadı. Örneğin tutsakların kendi bedenlerine acı ve zarar veren eylemlere; uzun süreli ölüm oruçları, kitlesel açlık grevleri; kendilerini yakma, kafalarını demirlere, duvarlara vurarak protesto gibi eylemleri yapmaya yönelmelerinin nedeni neydi?
5 Eylül 1983 direnişinde en çok söylenen sloganlardan biri “yaşasın ölüm!” veya “yaşatır ölüm!” idi. Burada tutsaklar gardiyanların, işkencecilerin öldürülmesinden değil kendi ölümlerinden bahsediyorlardı; kendi ölümlerini kutsuyorlardı. Artık ölümden korkmadıklarını haykırıyorlardı. Yani işkencecilerin sadizmi tersine çevrilmişti, artık onların elinde bir zevk aracı olmaktan çıkmış oluyor, tutsağın silahı haline geliyordu. Ki burada kritik olan şey üzerinde savaş verilen, nesneleştirilen, mücadele alanı bizzat tutsağın kendi eti, kanı, duygularıdır. Dışarıdan bakıldığında kendine zarar veren bu eylem biçimleri saçma ve çok yanlış gibi görülebilir; bu ancak kendi bedeniniz üzerindeki sahiplik mücadelesinde yine bedenin kendisinden başka bir mücadele aracı olmadığında yeni insan aynı zamanda kendi bedenine karşı da yabancılaştığı anda anlaşılabilir, mantıklı olabilir.
Doğu mistisizminde “acı çekerek olgunlaşma” yabancısı olmadığımız bir kavramdır. Çilekeşlik (ki 40 gün aç, susuz, dünya nimetlerinden uzakta kendi başına kalıp özüne ulaşma çabasını anlatır), insan-ı kâmil olmada bir mertebe sayılır. Bu da kendi kendisiyle bir kavgadır. Fakat sizi zaten eziyetle yıldırmaya çalışan düşmanla mücadelede, bu yöntemlerin kullanılır olmasınının bambaşka bir diyalektiği var. Bunu da “bedel ödeme” kavramı ile açıklamaya çalışıyorum. Bunun mantıklı, kabul edilebilir soylu bir amacı olduğu zaman direnişçi için her türlü acıya katlanmak hem bir görev hem de haz duyduğu bir fiil haline gelebiliyor. Her şeyden önce sadistik baş eğdirme karşısında psikolojik ve ahlaki bir üstünlük sağlıyor; sonra da onların kullandıkları aracı anlamsız bir hale getiriyor.
Tabiî ki bu direniş biçimlerini “feda eylemleri” ile “manevi arınma” için yapılan fiillerden ayıran önemli yanları var. O da direnişçinin bedenine yönelttiği acıyla, kendisine duygusal bağı olduğunu varsaydığı bir kitleye –ailesine, arkadaşlarına, yoldaşlarına vd- ulaştırmak istediği bir uyandırma mesajı, bir ajitasyonun mutlaka var olmasıdır. Örneğin açlık grevi ve ölüm orucu gibi eylemler, düşmanın vicdanına değil dostların vicdanına karşıdır. Bu yüzden “düşman zaten sizin ölmenizi istiyor” eleştirisi, bu yolu tercih edenlerin bakış açısını muhtemelen hiç anlamıyordur. Mesajın kendilerine verildiğini, dikkatlerini çekmek ve desteklerini talep etmek için yapıldığını görmek gerekir. Kendi etine cimdik atar ama asıl olarak sizin bunu duymanızı ister…
Filmde piyano çalan kadın üzerine yazdıklarınızı okuduğumda aklıma kendisi de bir zindan direnişçisi olan Bobby Sands'in Sanatçılar kalplerini kaybetti / Rüya içinde rüya görüyorlar / Bir parça altın fiyatına satıldı sihirleri / Bir halkın çığlıkları arasında. / Ay resmi çizerler, açan çiçeği de, / Ama Castlereagh'de yatan / Ve titreyen zavallının resmini çizemezler dizeleri geldi. Öte yandan akademi eleştirisine ayırdığınız bir bölüm var. Samimiyetle soruyorum; Sizce sanatçı ve akademisyenler böyle hakikatlere karşı neden kör?
Adorno, “Auschwitz’den sonra şiir yazmak barbarlıktır” demişti. Çünkü “kültürün diyalektiği son kertede barbarlığın karşısında durmayı gerektiriyor” diyordu. Diyarbakır’a inanmamayı, Diyarbakır’ı görmemeyi yeğleyenler ise umutlu, neşeli şiirler yazmaya devam ettiler. Şiirlerinde, romanlarında, öykülerinde, filmlerinde, tiyatrolarında Diyarbakır zindan gerçeği yoktu. Bol unvanlı siyaset bilimci, toplum bilimci, tarihçi, sosyolog, psikolog, etnologun da araştırma merakında böyle bir olgu yoktu. Öyle bir şey yoktu ki, olsa, dünyanın en ücra yerlerinde çekilen acılara bile duyarlı olan kalpleri elbette Diyarbakır için de bir şeyler söyleyecekti. Gerçeği öğrenmeye, göstermeye, yorumlamaya ve anlatmaya çalışacaklardı. Ermeni soykırımını da duymamışlardı, öyle bir şey olmamıştı; dolayısıyla olmayan şeylerden kendilerini sorumlu görmüyorlardı. İşin bilimsel bilgi üretme, akademik araştırmalar, estetik ve sanatsal yanıyla ilgilenme sorumluluğu da yine bizzat kurbanların, mağdurların kendilerine kaldı.
Salo filminde olup bitene gözlerini kapayarak müzik yapan, onları eğlendirerek yumuşatmaya çalışan sanatçı kadın; yaptıklarının hiç de işe yaramadığını, gençlerin korkunç işkencelerle öldürülmekte olduğunu görünce intiharı seçti. Bir duvar yazısında söylendiği gibi “Özeleştirinin en dürüst şekli intihardır.” Ben sembolik olarak Diyarbakır zindanını, öz olarak ise bu coğrafyada yaşayan “öteki” etnik ve kültürel kimliklerin soykırımlarla, katliamlarla, asimilasyonla, işkencelerle yok edilmesi siyasetine gözlerini kapamış olan tüm bilim insanı, akademisyen, edebiyatçı ve sanatçıların fiziki değil ama manevi olarak “intihar” ettiklerini düşünüyorum. Özeleştiri olarak değil “kaçış” olarak…
Kitapta her konu başlığına Salo'daki sahneleri anlatarak başlayıp 5 No'ludaki uygulamalarla devam ediyorsunuz. Okurken bazen filmi mi zindanı mı anlattığınızı kestiremiyordum. Ben 5 No'luda hayal gücünün sınırlarını zorlayan vahşetler yaşandığını düşünürken siz birkaç yerde filmde anlatılanların 5 No'luda yaşananların yanında hafif kaldığını söylüyordunuz. Her ne sebeple olursa olsun; insan nasıl bu kadar vahşi olabilir? Çünkü bu vahşet uzun süreli bir vahşet, yani bir cinnet anından bahsetmiyoruz.
Pasolini’nin “Salo ya da Sodom’un 120 günü”, Diyarbakır 5 No’lu zindanında neler yaşandığını anlatmak, bir fikir vermek için uygun bir görsel malzeme veriyor. Yine de bu bir kurgusal anlatımdır; kimse orada gerçekten pislik yemiyor, dövülmüyor, öldürülmüyor. Çok yoğun bir metafor var.
Diyarbakır Zindanı ise tamamen gerçeğe, yaşanmışlıklara dayanıyor. Bu yüzden karşılaştırmalı bir anlatımı tercih ettim. Diyarbakır’da yaşananlarla ilgili her anlatımın tıpkı bir belgesel gibi bizzat tanıkların, mağdurların kendi dilinden yapılmasına dikkat ettim. Her bir cümle mutlaka yayınlanmış bir söyleşiye, bir makaleye, bir kitaba ya da belgesel bir filme dayanıyor. Hepsinin dipnotları var; çoğunun tanıkları yaşıyor… Hiç kimse “bunlar hayal ürünü, sen kafanda kurguladın” diyemez. Diyarbakır 5 No’lu ile ilgili şimdiye kadar bir hayli anı yayınlandı. Yine anlatılmamış bir hayli hikâye vardır diye düşüyorum. Çünkü bu 3 yıllık zaman diliminde 5 bin kişiye kadar ulaşan kapasitesi, sevkler, mahkûmiyetler, tahliyeler ile devinen büyük bir kitle var. Bir koğuşta yaşanan diğer koğuşta yaşanmamış olabiliyor; bir gardiyanın uygulamaları diğerinden çok farklı olabiliyor. Hatta hücreler kısmında yaşayan tutsakların, iki üç yıl boyunca birlerinin yüzünü görmeden, sadece seslerini duyarak tanıdıkları bir süreç var. Bu insanları ancak direniş sonrası tanıdık sesleri, tanıdık yüzleri yan yana getirebildi.
Herkesin sadece kendi bedeni ile baş başa olduğu bir süreçten bahsediyoruz. Bir koğuşu anlattığınızda bile orada olup biten her şeyi anlatmış olmuyorsunuz. Bir vesileyle koridora çıkan, revire, hastaneye, kantine, temizlik yapmaya, boyamaya çıkartılan herkesin neler yaşadığı ayrı ayrı muammalar. Dolayısıyla tıpkı yapbozun parçaları gibi herkesin –veya büyük çoğunluğun- tek tek anlatımıyla belki büyük resmin dehşeti görülebilir. Ki konu cinsel şiddet olduğunda, Kürt köylülüğünün feodal gururu da eklenince erkeklerin bunu anlatmaya çok istekli olmadıklarını tahmin etmek güç değil. Dövülmek rahatça anlatılabilirken, tecavüze, sarkıntılığa, tacize uğramak anlatılamıyor. Çoğu kez insanlar bunu kendi başlarına gelen değil, arkadaşlarının uğradığı bir saldırı olarak ifşa edebiliyorlar. Utanılarak anlatılmayanların da bir hayli olduğunu söyleyebilirim.
Benim bu kitaptaki amacım üzerinde fazla durulmayan bu işkence boyutuna biraz ışık tutarak, onun bir çok boyutuyla tartışılmasını sağlamak; Türkiye’nin sömürgeci-faşist sisteminin ahlaki değerler düzleminde de eleştirisine katkı yapmaktır.