Adım adım ilerliyorduk askerlerin zulmü eşliğinde. Acımıyorlardı. Zaten vicdanları olduğuna da inanmıyordum. Ellerinde ki tüfekle bizi itiyorlardı ilerlememize rağmen. Bazen tüfeğin ucundaki süngü vücudumuza batırırlardı. Biz bundan acı duyarken onlar zevk alırdı. O an atalarımızın kadim sözü aklıma gelmişti ve o sözü iliklerime kadar hissetmiştim. “Bextê Romê Tune”
Köyümüz neredeyse gözden kaybolmak üzereydi. Bir daha geri dönemeyeceğimizi düşünüyordum. Bu yüzden arkamı dönüp son kez doğduğum yere bakmak istedim. Yüzümü döndüm ve köyümü seyre daldım. Sanki kilometrelerce uzaktan bakıyormuşum gibi.
Bu birkaç saniyelik vedalaşma ve hasret gidermenin cezası olarak beklemediğim bir anda iki asker tarafından tekmelenmeye başlanmıştım. Karın içinde acımasız bir şekilde vuruyorlardı. Dudağım patlamış ve kan akıyordu. Hıncını alan askerler koluma girip ayağa kaldırdı. Yere baktığım anda karın kırmızıya boyandığını gördüm.
Tekrardan yürümeye başladığımda bütün ihtişamıyla Gilîdax karşımda duruyordu. Sanki bana dik bir şekilde yürümemi söylüyordu. Aklıma Ağrı direnişi geldi. Halkı için kahramanca savaşan atalarımız hiç bir zaman boyun etmemişti ve onların varisleri olan bizlere de boyun eğmek yakışmazdı. Tekrar Gilîdax’a bakıp avazım çıktığı kadar okumaya başladım kilamı.
Axaooo hey li min li min li min
Wêy maqûlo hey li min li min li min...
Yolculuğumuz itilip kalkılarak devam etti. Köyün çıkışında ki yola vardığımızda vahşi hayvanları andıran askeri araçlarla karşılaştık. Bir eli cebinde diğer eli ağzında ki sigarada olan adam “bindirin şunları” diye emir vermişti askerlere. Direnmeye başladık. Eninde sonunda bineceğimizi biliyorduk ama direniş Kürtlüğümüzün bir göstergesiydi. Bizi arabalara bindirmişlerdi ama yorulduklarını ve az da olsa eziyet çektirdiğimizi görmek vicdanımızı rahatlamıştı. Direnmiştik.
Her araçta bizle birlikte elleri tetikte iki asker yer alıyordu. Nefret dolu bakışlarla bizi izliyorlardı. Merhamet ve vicdandan eser kalmamıştı o bakışlarda. Bana baktıkları zaman bende onlara sert bir şekilde onlara bakıyordum. Sanki benim elimde silah varmış gibi. Korkusuzluğun bir göstergesiydi bu. Bizden nefret ediyorlardı ama bir o kadar da korkuyorlardı. Güçlüydük ama onlar bizim güçlü olduğumuzu bizden daha iyi biliyorlardı. Bu yüzden bu haldeydik. Kendi vatanımızda mülteciydik.
Askeri araçta aklıma annemin bizlere anlattığı olaylar aklıma gelmişti. Dersim’de, Zilan’da katledilişimizi anlatıyordu her zaman. Askerler Kürtleri, bizim gibi arabaya bindirerek ıssız bir yerde öldürüyor ve topluca gömüyorlarmış. Binlerce Kürt bu şekilde öldürülmüştü. Şeyh Said, Seyid Rıza, Cibranlı Xalit Bey ve daha nice önderlerimiz idam edilerek şehit edilmiş ve naaşlarından korktukları için saklamışlardı kabirlerini.
Taşlı yolda yavaş yavaş ilerlerken bin bir türlü şey düşünüyordum. Nereye gidiyorduk, bizlere ne olacaktı, yoksa Dersim ve Zilan’da ki gibi katledilecek miydik? Bu düşünceler içinde iken istemsizce gözümden bir damla yaş, yanımda oturan askerin siyah ayakkabısına damlamıştı. Bir damla yaş benim için zayıflıktı. Gözyaşımı silip askere baktım. Duygusuz bir şekilde gülmesini beklerken sessiz bir şekilde ağlama demişti. Ve bunu Kürtçe söylemişti.
Sözleri duyunca bir rüya olduğunu sandım ama değildi. Asker benle Kürtçe konuşmuştu. Bir Kürt kardeşine nasıl eziyet edebilir ki? Nasıl onu zorla vatanından çıkartabilir ki? Dayanamadım sordum. Sadece bir kelime. Neden? Cevap vermemişti. Tekrar sordum. Neden? Yine cevap alamamıştım. Bir daha sormamıştım. Çünkü Şeyh Said Efendi’ye ihanet eden Binbaşı Kasım ve Cibranlı Xalit Bey’e ihanet eden Xoce İlyas aklıma gelmişti. Onlar da ihanet etmişlerdi yanımda oturan asker gibi. Köpek bizim köpeğimizdi ama başkasının kapısında havlıyordu...[1]