Gezi Parkı’ndaki mütevazı kitlenin bir kıvılcımla milyonlara ulaşmasının ardından tam 9 yıl geçti. Küçük bir parkta başlayan protesto gösterisinin Türkiye’nin şimdiye kadar gördüğü en büyük halk hareketine dönüşeceğini hiç kimse beklemiyordu. Aradan geçen zamanda Gezi Direnişi hala konuşulmaya, etkileri ve sonuçları bakımından kendinden söz ettirmeye devam ediyor.
Direnişin kendinden hala söz ettiriyor olmasının eylemlerin yaygınlığı ve kitleselliği ile mutlaka bir bağı bulunuyor; ancak hepsi bundan ibaret sayılamaz. Gezi Direnişi, AKP iktidarı tarafından topluma dayatılan yaşam biçimine ve ülke tasavvuruna karşı halkın kuvvetli bir itirazı niteliğindeydi.
AKP iktidarı ve Fethullahçılar o yıllarda devletin tüm kurumlarını hukuk tanımaz bir biçimde ele geçirmekte meşguldüler. AKP’nin 2002 yılında iktidara gelmesinin ardından; sermeye sınıfı, dinci gericilik, liberaller ve kimi sözde sol çevrelerin desteğiyle “askeri vesayet rejimini” yıkacağı propaganda ediyordu. Türkiye Avrupa Birliği’ne üye olacak, #Kürt# Sorunu çözülecek, Alevilerin inanç hürriyetleri teslim edilecek; kısacası, 12 Eylül’den miras kalan askeri vesayet son bulacak ve sivil siyasetin önü açılarak ülke demokratikleşecekti.
Bunlarla bağlantılı olarak 2005 yılında Türkiye’nin AB tam üyelik müzakereleri başlatıldı. 2009 yılında ‘Alevi Açılımı’ ve Kürt sorunun çözümü için ‘Çözüm Süreci’ adı verilen açılımlar yapıldı. MGK’nın yapısı değiştirilerek, sivillerin ağırlıkta olduğu bir yapıya kavuşturuldu. Tüm bunlar ‘yeni Türki’ye’ masalları adıyla anlatılıyor, eski Türkiye’nin artık geri gelmeyeceği vurgulanıyordu. Madem askeri vesayet artık son buluyordu; o halde eskisinin yerine koyulacak yeni bir nizam, yenir bir rejim ihtiyacı da hasıl oluyordu.
Yeni dönemin hukuki altyapısını oluşturmak için 2010 yılında anayasanın maddelerinin değiştirilmesi için halk oylamasına gidildi. AKP’nin önerdiği anayasa değişliği %58 civarında bir halk oyu ile kabul edildi. Bu tarihten itibaren Fethullahçılar AKP’nin de yardımıyla devlet kademelerinde hızla etkin olmaya başladılar. Devletin birçok kurumu gerek AKP’nin siyasi desteği alınarak gerek hukuk dışı yolarla birer birer ele geçirildi. 2008 yılında başlatılan Ergenekon ve 2010 yılında başlatılan Balyoz davaları ile birlikte ordu içerisinde önemli bir dönüşüm başlatılmış oldu. Bu davalar Türk Silahlı Kuvvetleri içerisinde hukuk dışına çıkmış muvazzaf asker ve sivillerin yargılanması gerekçesiyle başlatılmıştı. Ancak zaman geçtikçe AKP ve Fethullahçı örgütün asıl amacının suça karışanları temizlemek değil, ordunun yeniden dizayn edilmesi olduğu anlaşılacaktı. Bu kapsamda içlerinde generallerin de bulunduğu birçok muvazzaf subay ve onlarla ilişkili olduğu belirtilen sivil tutuklandı. 2012 yılında yargılama süreci zirveye ulaşırken, eski Genel Kurmay Başkanı İlker Başbuğ bile tutuklanarak cezaevine gönderildi.
Bu tarihten itibaren AKP’nin önünde hiçbir engel kalmamıştı. Yeni rejim, uzun yıllardır sermaye sınıfı tarafından kötürüm bırakılmış cumhuriyetin tabutuna son çivi çakmaya hazırlanıyordu. Devlet içinde önemli dönüşümler yaşanırken, toplumsal alanda AKP rejiminin kurmak istediği ülke yavaş yavaş hayata geçiriliyordu.
GEZİ’NİN GÜNCELLİĞİ VE DİRENİŞİN MEŞRUİYETİ
Gezi Direnişi böylesi bir süreçte AKP’nin kurmak istediği yeni düzene karşı toplumsal bir patlamayı temsil ediyordu. Peki, AKP ve Erdoğan’ın şahsında cisimleşen, karşı koyulan şeyler nelerdi?
Gezi Direnişi hukuk tanımazlığa, toplumun yaşam biçimine karşı örgütlenen gericiliğe ve AKP’nin temsil ettiği ideolojik ve kültürel hegemonyaya karşı toplumsal bir karşı koyuştu.
Daha somutlayacak olursak direniş; devlet aygıtının ve kamusal alanın tarikat ve cemaatlere terk edilmesine, kadınların kılık kıyafetine karışılmasına, içki yasaklarına, yurttaşların yaşam biçimine yapılan saldırılara karşı, laiklik temelinde bir itirazı kapsıyordu.
Bu karşı koyuşun diğer bir boyutu ise, yaşadığımız kentlerin ve doğanın piyasanın çıkarları için talan edilmesiyle ilgiliydi. Gezi Direnişi, ülkemizin ortak ulusal değerleri olan yeraltı kaynaklarının, tarihi ve kültürel tüm mirasın AKP tarafından hoyratça yağmalanmasına “hayır” diyordu. Direniş bu yanıyla haklın ortak birikimini koruyan kamucu bir duyarlılığa sahipti.
Tüm bu saydığımız nedenlerle yaşadığımız ülkenin çağdışı bir anlayışla yönetilmesine itiraz eden milyonlar, dinci gericiliğin toplumsal hayata müdahale etmesine karşı çağdaş ve bilimsel temellere dayanan bir ülke istiyordu. Modernizmi de içeren bu çıkışın kendisi Aydınlanmacı bir karakter taşımaktaydı.
Gezi Direnişi özetle, AKP’nin temsil ettiği gerici ideolojiye karşı kırmızı bir çizgi çekmiş ve bundan öteye gidemezsin demiştir.
GEZİ AKP İKTİDARININ NEDEN UYKULARINI KAÇIRIYOR
Direnişin öne çıkan sloganlarından biri “hükümet istifa” sloganıydı. Direnişin politik talepleri sınıfına koyabileceğimiz en somut talep, AKP hükümetinin istifaya çağrılması olmuştur. Bu slogan “ne istemiyoruz” sorusuna verilen en somut ve en politik yanıttır.
Gezi Direnişi belki AKP’nin devrilmesiyle sonuçlanmadı fakat AKP’den götürdükleri bir hayli fazladır. Bugün AKP iktidarının toplumun önemli bir bölümünde meşruiyeti tükenmişse burada Gezi’nin doğrudan payı bulunmaktadır. Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın her fırsatta Gezi ile ilgili serzenişte bulunmasının ve öfke nöbetleri geçirmesinin nedeni, Gezi’nin gerici ideolojiye koyduğu sınırın AKP tarafından bir türlü aşılamıyor oluşudur. Gezi’nin ortaya çıkardığı Türkiye fotoğrafı AKP tarafından mağlup edilememiş bir gerçeklik olarak ortada durmaktadır.
BİZİM GEZİ’MİZ, ONLARIN GEZİ’Sİ
Gezi Direnişi’yle ilgili bazı soru ve tartışmaları burada açmamız faydalı olacaktır. Şimdiye kadar Gezi’nin nedenlerine ve karşı durduğu olgulara kısaca değinmeye çalıştık. Buradan Gezi’nin ardında başka nedenler ya da etkiler var mıydı sorusuyla devam edelim.
Gezi Direnişi örneğin, ‘Arap Baharı’ olarak adlandırılan sürecinin bir parçası olarak görülebilir mi?
Buna kesin olarak hayır diyoruz. Tunus’ta, Mısır’da, Libya’da ve Suriye’deki örneklerle Türkiye’deki Gezi Direnişi arasında politik bakımdan hiçbir benzerlik bulunmamaktadır. ‘Arap Baharı’nın yaşandığı ülkelerde iktidarlar, genel olarak muhalefette olan İslamcı hareketler tarafından devrilmek istendi. Bu müdahaleler önemli ölçüde emperyalizmin desteği alınarak yapılmıştı. Ortaya konulan politik talepler ile Türkiye’de yaşanan Gezi Direnişi birbirinden çok ayrı noktaları temsil etmektedir.
Peki, Gezi Direnişi bugün AKP’nin de iddia ettiği gibi Sorosçu dış güçlerin bir ‘Renkli Devrim’ müdahalesi miydi?
Sorosçu renkli devrimler karşı devrimci karakter taşıyan ve doğrudan emperyalizm tarafından organize edilen müdahalelerdi. Şu bir gerçek ki, büyük halk hareketleri her zaman emperyalizm tarafından manipüle edilmek, yönlendirilmek istenir. Ancak Gezi baştan aşağıya Türkiye’nin ilerici birikiminin eseri olarak ortaya çıkmış bir halk hareketidir. Bu anlamıyla Gezi Direnişi dış güçlerin müdahalesinden etkilenmeyecek kadar yerli dinamiklere dayanmaktadır. Diğer yandan ABD emperyalizmi ve Soros’la yıllardır iş tutan AKP iktidarının kendisidir ve bu alanda safların değişmesi beklenmemelidir.
Bir diğer soru Gezi Direnişi’nin sınıfsal karakteri ile ilgilidir. Gezi Direnişi’ni bir işçi sınıfı kalkışması olarak tanımlamak mümkün değildir. Eylemlere katılanların ezici çoğunluğu çalışanlardan oluşsa da, eylemlerin temel motivasyonu sınıfsal bir mücadeleye dayanmıyordu. Tersinden, Gezi’yi bir orta sınıf hareketi olarak tanımlamak da haksızlık olacaktır. Gezi Direnişi farklı sınıflardan oluşan bir halk hareketidir; ancak bu durum, direnişin renginin emekçi karakterli olduğu gerçeğini değiştirmemiştir.
Her toplumsal mücadelede olduğu gibi Gezi’nin de kendi ‘kurdu’ vardır ve bunlar daha çok konuşulmayı hak etmektedir. İlki, çokça dillendirilen “Gezi’nin ilk 3 günü iyiydi, sonra işin içine siyasiler girdi” cümlesinde kendini göstermiştir. Bu cümle örgütsüzlüğü propaganda eden liberalizmin Gezi üzerindeki etkisiyle açıklanabilir. Açık konuşalım, sol örgütlerin birçok eksiği bulunuyordu ve solun örgütlü gücü kitle hareketini yönlendirmeye yetmemişti. Ancak solun mücadele deneyimi direnişin kırılma anlarında çok kritik müdahalelere imza atmıştır. Bu anlamıyla Gezi’nin örgütsüz bir halk hareketi olmasına yapılan övgünün örgütlenme düşmanı bir biçim alması önlenmelidir. Solun çubuğu bükeceği yer hareketin ‘kendiliğindenci’ yanı değil örgütlü yanı olmalıdır.
Değineceğimiz ikinci nokta, Geziyi seçilmiş hükümete karşı bir darbe girişimi olarak tanımlayanlarla ilgilidir. Dönemin BDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş’ın “Bu şekilde hükümeti devirecek, darbeye doğru götürecek bir halk hareketini çıkarabilir miyiz? Ya da bu halk hareketini darbeye kanalize edebilir miyiz?… Bu yüzden de bir mesafe koyduk. Buradan bir darbe çıkarmak isteyenlerle birlikte olmayız biz.” açıklamasıdır. Kürt siyasi hareketi ile AKP’nin ‘Çözüm Süreci’ görüşmelerinin devam ettiği bir süreçte ortaya konan bu tavır unutulmamalıdır.
Demirtaş, Sırrı Süreyya Önder’in Gezi’deki rolünü için ise “Sırrı Bey de ağaç için ordaydı ama sonradan olay öyle bir boyuta vardı ki Sırrı bey bu konuda dikkatli davrandı. O da darbecilere hizmet etme girişiminde bulunmadı sadece duyarlılık için oradaydı” demişti.
Bizim Gezi’miz ile “ağaç duyarlılığı” için orada bulunanların Gezisinin arasında fersah fersah fark bulunmaktadır.
Gezi Direnişi ne dış güçlerin oyunu ne de Ergenekoncuların bir darbe girişimiydi. Bu değerlendirmelerin hepsi birer çarpıtma olduğu kadar, ülkemizin ilerici birikimini küçümseyerek yok saymaktadır. Gezi, bu ülke topraklarında yaşayanların ilerici birikiminin en gerçek, en görkemli direnişidir. Gezi Direnişi, direnişimiz… Adıyla sanıyla bu haklın direnişidir.[1]