Vaadi barış olmayan, #Kürt Sorunu#’na çözüm olarak onurlu ve adil bir barışı hedeflemeyen, iktidarın Kürtler karşısındaki savaş siyasetini açık ya da örtülü destekleyen veya bu konuda ağzını açmaktan imtina eden mevcut muhalefet anlayışının bu coğrafyaya demokrasi ve özgürlük getirmesinin imkanı yoktur.
Bugün 1 Eylül Dünya Barış Günü.
Savaş ve barış, insanlık tarihinin en kadım sorunudur. Tarihi, mülkiyetin ortaya çıkışına ve buna bağlı olarak da insan toplumlarının yöneten ve yönetilen diye ayrılmasına kadar geri gider
İnsan toplumlarına iktidar zehri bulaştığı günden beri, ezenler güçlerini ve zenginliklerini daha da artırmak, daha fazla insanı sömürmek için “savaş ve şiddet insan doğasının değişmez bir özelliğidir” yalanının arkasına sığınıp toplumlara sürekli çatışmayı dayata gelmişlerdir. Savaşı ve kendinden olmayana karşı düşmanlığı varlıklarını sürdürmenin en önemli aracı olarak kullanmışlardır. Bu yolla kendi gerçek yüzlerini toplumdan saklamanın çabalamışlardır.
Bu çabalarında da en büyük desteği bir kısım filozof ve düşünürden almışlardır. Önde gelen birçok filozof, iktidarın bu ihtiyaçlarına uyun görüşler ortaya koymuştur. “İnsan insanın kurdudur” deyip insanlığın önüne seçenek olarak sadece savaşı ve aslında bir canavardan çok da farklı olmayan “Devlet” iktidarına boyun eğmeği koymuşlardır.
Ezilenler ise kendileri için acı, ölüm, gözyaşı ve ölüm dışında bir şey vaat etmeyen bu dayatmaya karşı insan toplumları arasında ebedi bir barışın özlemini duymuşlardır. İktidarcı ideoloji ile binlerce yıldır zehirlenmiş olsalar da, içsel olarak her zaman barışın özlemini duymuşlardır. Hepsi de tekçiliğin farklı yüzleri olan ve her zaman insan toplumlarının içinde ve arasında nefreti ve çatışmayı körükleyen milliyetçilik, ırkçılık, dincilik gibi iktidarcı anlayışların hegemonyasından kırmayı başardıklarında barışın mücadelesini vermişlerdir.
Bu coğrafyada da savaş ezenlerin, barış ise ezilenlerin değişmez bir gündem maddesi olmuştur. Dün de öyleydi bugün de öyle olmaya devam etmektedir.
Ezenler için savaş ve şiddet güçlerini ve zenginliklerini borçlu oldukları baskı ve sömürü düzeninin devamını en önemli aracıdır. Dinci ve milliyetçi yalanlarla acıyı, ölümü, gözyaşını oya ve güce tahvil etmeyi adeta varlıklarını sürdürmenin yegâne yolu olarak görmektedirler.
Mevcut iktidar ile özelikle de Haziran 2015 seçimleri ile başlayan yeni süreç ile bu anlayış daha da derinleşmiştir. Bugün iktidar adına konuşanların tümü en üstten en alta, her ağızlarını açtıklarında şiddetin ve savaşın dilinden başka bir şey konuşmamaktadırlar. Ağızlarından sadece içe ve dışa dönük tehdit mesajları çıkmaktadır. Çok geriye gitmeden, sadece son birkaç yıla baktığımız da bile iktidarın Suriye’den, Irak’a Libya’ya, Azerbaycan’a ve en son Ukrayna’ya çevresindeki neredeyse tüm silahlı çatışmaların tarafı olduğu, Kürt sorununda ise her geçen gün sonuçları daha da ağırlaşan bir savaşı tetiklediği görülmektedir.
Varlığını savaş siyasetine bağladığı için de, barışı varlığına dönük bir tehdit olarak algılamaktadır. Ve barışın b’sini bile duymaya tahammülü yoktur. Bu coğrafyada sadece “çocuklar ölmesin” dediği için bir eğitim emekçisinin başına gelmeyen kalmadı. Ülkenin en büyük meslek örgütlerinden bir olan TTB yöneticileri “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” dediği için yargılandı. En son, MHP bu coğrafya da tekçilik siyasetinin en öneli tarihse taşıyıcılarından CHP’li İzmir Belediyesi’nin 30 Ağustos ile ilgili afişinde geçen “barış” sözcüğüne “afişlerin öznesi barış değil zaferdir” diye saldırarak barış karşısındaki iktidardaki faşist bloğun tahammülsüzlüğünü bir kez daha gösterdi.
Savaş ve barış karşısında iktidar bloğunun tavrı bu kadar netken, aynı netliği barış ve demokrasi güçlerini bir kenara bırakırsak geniş muhalefet kesimleri için söylememiz maalesef mümkün değildir. İktidarın her yaptığına karşı çıkma iddiasına olan bir muhalefet anlayışının iktidarın barış karşısındaki bu net duruşuna rağmen barış mücadelesini sahiplenmede gösterdiği direnç Türkiye siyasetinin en temel çelişkilerinden biridir.
Herkes iktidarın sebep olduğu baskılardan ve zulümden; yolsuzluklardan ve adaletsizlikten; yoksulluktan ve hayat pahalılığından şikâyetçi. Herkes ülkenin artık yönetilemez hale geldiğinde hemfikir.
Ama tüm bu baskılar, adaletsizlik, yoksulluk, hayat pahalılığı, siyasi ve ekonomik krizler birden ortaya çıkmadı. Tüm bunlar iktidarın Kürt Sorunu’na “çözüm” olarak Dolmabahçe’de ortaya çıkan barış alternatifini elinin tersiyle itip savaş ve şiddet yolunu tercih etmesinin dolaysız sonuçlarıdır. Ülke adım adım savaş ve şiddet siyasetinin bir sonucu olarak uçuruma yuvarlandı.
Ülkenin içinde bulunduğu durum ile savaş siyaseti arasındaki bağ bu kadar açıkken, muhalefetin geniş kesimleri bu konuda en iyimser ifade ile derin bir sessizlik içindedir. Dahası Meclis’te dokunulmazlıkların kaldırılmasına ve tezkerelere verdikleri oylar ile ve Kürt Sorunu’na çözüm için yürütülen süreç ve Dolmabahçe Mutabakatı hakkındaki olumsuz tutumları düşünüldüğünde, aslında iktidarın mevcut duruşundan çok da farklı bir yerde olmadıkları görülmektedir.
Bu konuda iktidar ile aynı zemini paylaşmaktadırlar. Sözde o çok şikayet ettikleri baskının adaletsizliğin, yolsuzluğun ve yoksulluğun boy verdiği bataklık olan savaş siyaseti ile bir sorunları yoktur. Tam da bundan dolayı da vaadi barış olmayan, Kürt Sorunu’na çözüm olarak onurlu ve adil bir barışı hedeflemeyen, iktidarın Kürtler karşısındaki savaş siyasetini açık ya da örtülü destekleyen veya bu konuda ağzını açmaktan imtina eden mevcut muhalefet anlayışının bu coğrafyaya demokrasi ve özgürlük getirmesinin imkanı yoktur.
Tersinden söyleyecek olursak; demokrasiyi ve özgürlükleri ancak barış için gerçekten mücadele edenler, halkları bu hedef için örgütlemeyi başaranlar getirecektir. [1]