Bruno Amadio’nun (1911-1981) Ağlayan Çocuk resmiyle ilk kez 1974 yılında, köyde İlkokul 4. sınıfı okurken karşılaştım. Teneffüsteydik. Öğretmenimiz, okul bahçesinin bir köşesinde bulunan lojmanın kapısından seslendi. O an en yakın ben olduğumdandı herhalde. Gittiğimde, sakal kıllarıyla dolu tıraş olduğu sabunlu suyun bulunduğu tası okulun arka taraflarına bir yerlere dökmemi istedi. İlk kez içeri girdiğim lojmanın hol duvarında asılı olan tabloyu farkettim. Mavi gözlü, düz sarı saçlı olan öğretmenimizin çocukluk resmi olduğunu düşündüm. İki elimle tası sıkıca kavrarken “Öğretmenim” dedim “Bu senin resmin.” “Evet” dedi “Benim resmim.” Daha bir dikkatlice baktım. Ağlayan Çocuğ’un gözünden akan yaşlara takıldım bu kez. Etkilendim tabi. Kim bilir çocukluğunda niye ağlatmışlar kendisini diye duygulandım. “Niye ağlamışsınız?” diye sorduğumda öğretmenimiz, “Haydi haydi, sen suyu dök” diye çıkıştı. Geri getirip yerine koyarken tası, bakışlarım yine resme kaydı, tablodaki çocuğun gözyaşları içime aktı.
Haftanın beş günü sabah saat sekizden akşam beşe kadar okuldaydık o zaman. Cumartesi yarım gündü, saat on ikide bayrağı direğe çekerdik. Böylece bir buçuk gün tatilimiz olurdu, o da ne tatil! Köyde ya hayvan güderdik, ya başka bir işe koşardık. Dinlenmek diye bir şey yoktu bize. İlkokulun beş sınıfını okuyan sekiz mezranın 150’den fazla çocuğu tek derslikteydik. Sınıfın ortasında büyükçe bir odun sobası vardı. Her bir sınıf öğrencileri bir dizi sırada otururdu, öğretmenimiz de birdi. Aslında İlkokulun sadece son iki sınıfını burada okudum, diğer sınıfları Anteb’in Oğuzeli (Tilbişîr) ilçesinin, Büyük Karacaören köyünde okumuştum. Büyük Karacaören’in Kürtçe adı Huregir’dir (Küçüktepe), ama Türkleştirme politikası çerçevesinde adı Büyük Karacaören yapılmış. Küçük Karacaören de zaten beş-altı kilometre ötede, Suriye sınırının hemen üstündeydi. O köyde yirmi yaşın altındakiler Kürtçeyi unutmuş, tamamen Türkçe konuşurdu. Ama büyükler kendi aralarında Kurmancî Kürtçesini konuşurdu, taş plaklardan Kürtçe müzik dinlerdi. Memlekete dönmek zorunda kaldığımızdan, artık son iki sınıfı mezramızın bağlı olduğu merkez köyde okudum.
Mezramızdan sabah erkenden yola çıkar, bir saate yakın meşelikler içinden kıvrılan patikadan, derelerden, yamaçlardan geçer, tepeleri aşar öyle okula varırdım. Akşam yine aynı yoldan geri dönerdim. Sonbahar ve İlkbaharın yağışlı günlerinde, özellikle kışın çok zorluk çekerdim. Bazen boyumu aşan kar olurdu, doğru dürüst giyeceğim yoktu, çok üşürdüm. Zemheri aylarında, yolda çoğu kez dudaklarım mosmor, ellerim soğuktan kaskatı kesilir, ilk derste konuşamazdım. Sobanın sıcaklığında yavaş yavaş çözülen uyuşmuş el ve parmak uçlarımın sızısından gözlerimden o Ağlayan Çocuk gibi yaşlar süzülürdü. Aynı sınıfı okuduğumuz diğer mezraların çocuklarının çoğu benden büyüktü. Paçaları artık kısalmış pantolonlarıyla bıyıkları terlemiş olanlar bile vardı. Dersleri çok kötüydü, Türkçeleri bozuktu. Çok zor okuyabiliyor, okuduklarını anlayamıyordular. Onlara göre benim hem Türkçe konuşmam hem derslerim çok iyiydi. Çok güzel yazı yazardım. Öğretmenimiz bazen Günlük Plan Defteri’nin ilk karelerini kendisi doldurur, diğerlerini bana yazdırırdı. Yine, kimi zaman bana bir, iki ve üçüncü sınıflara ders okuturdu. Hatırlıyorum, müzik dersinde Türkçe şarkı söyleyebilen tek çocuk bendim. Daha önce Anteb’e gidiş gelişte, Birecik-Urfa arasında otobüse binen, keman ve darbuka çalıp söyledikten sonra, yolculardan para toplayan genç çalgıcılardan, Nuri Sesigüzel o zaman taş plaklara okuduğu “Ağlatma ha, Züleyha!” parçasını falan ezberlemiştim.
Öğretmenimiz, Türkçe konuşmamız üzerine çok dururdu. Sadece okulda değil, evde ailemizle, köylülerimizle de Türkçe konuşmamızı söylerdi, “Siz onlara Türkçe cevap verin” derdi. Meşe dalından şöyle sağlam kalınca bir sopası vardı. Daha çok Kürtçe konuşmuş olan çocuklara kullandığını görüyordum. Avuç içlerine, baldırlarına güçlü vururdu. Bir keresinde ben de bu sopadan nasibimi almıştım. Avuç içim balon gibi şişmişti, koluma kadar uyuşmuştu elim. Öğretmenimiz, bizim, Türklerin Kıpçak boyundan olduğumuzu da söylerdi. Çünkü okulun bulunduğu merkez mezranın adı Kıpçak idi. Bu adı, devlet, 1950’li yıllara kadar Bekiran olan adını Türkleştirme politikası çerçevesinde Kıpçak olarak değiştirmişti. Ama sonra öğrendim. Bu bizim Kürt Bekiran aşiretinin sarı ırka mensup Kıpçaklarla uzaktan yakından hiçbir alakası yoktu. Bu bilgilerin yanlış olduğunu, öğretmenimizin bize yanlış bilgi verdiğini öğrendikçe Ağlayan Çocuk oldum önce. Ama sonrasında, bize yönelik bu tür davranışların, bize empoze edilmeye çalışılan bu yanlış bilgilerin nedenini araştırmaya, öğrenmeye, kavramaya çalıştım elbette.
Beşinci sınıfı okurken, öğretmenimiz, babamı istedi bir gün. Çalışkan olduğumdan okumaya devam etmemi, adımı yatılı okul sınavları için yazdıracağını söylemiş babama. Baharda Lice’de sınava girdim, daha sonra haziranda Diyarbakır şehir merkezinde sınava girdim. İkisini de başarıyla geçtim. Böylece Diyarbakır Ziya Gökalp Yatılı Ortaokul ve Lisesine kayıt yaptırmayı hak kazandım. Ama kayıt döneminde, 6 Eylül 1975 günü, Lice’de büyük bir deprem oldu, 2400 kadar insan öldü. O karmaşada okula başlayamadım. Okumam öylece kalakaldı. Zaten aynı yıl güz sonunda taşındık köyden, Diyarbakır’a yerleştik. Hayat çok zordu şehirde. Daha on bir-on iki yaşımdan itibaren ev geçimine üş-beş kuruş katkı sağlamak adına çalışmak zorunda kaldım. Oto tamircilerinde, pamuk tarlalarında, lokantalarda, tuğla ocaklarında, inşaatlarda… Bulabildiğim, yapabildiğim her işte çalıştım. İşte bu şekilde şehir merkezinde bir lokantada çalışırken, yakında bulunan bir kırtasiyede bu Ağlayan Çocuk resminin poster olarak satıldığını gördüm. Heyecanlandım, gözlerim kocaman açıldı, hararetle “Öğretmenimin çocukluk resmi bu” dedim. Kırtasiyeci, öğretmenimin adını, nereli olduğunu, nerede öğretmenlik yaptığını sordu. Hepsini söyledim. Büyük ihtimalle kendisi de bu resim hakkındaki gerçek bilgiye sahip olmadığından o da buna inandı.
Bundan sonra, artık bir çok yerde bu Ağlayan Çocuk resmi karşıma çıktı. Minibüs ve otobüslerin arka camlarında, kamyonların yan camlarında, birçok dükkanda; berberlerde, manavlarda, bürolarda… Ben ise, hep öğretmenimin çocukluk resmi sandım onu. Kim bilir, çocukken ne için ağlamıştır diye de hep düşündüm. Bu resim sayesinde öğretmenimin adı ve soyadı, köyünün ve ilçesinin adı, uzun boyu, mavi gözleri, sarı saçları; sopası, Türkçe konuşmamızdaki ısrarı, Kıpçak boyundan olduğumuzu söylemesi hafızamda hep canlı kaldı.
Doksanlı yılların sonlarında, bilgisayar alıp eve İnternet bağlayınca, İnternet ortamında da bu resimlekarşılaştım. Fakat İnternette bu resmin öğretmenimizle hiçbir alakası olmadığını öğrendiğimde iyice kötü oldum. Venedikli bir ressamın çingene çocuklar diye anılan Ağlayan Çocuklar adlı seri tablolarından biriymiş meğer bu! Hatta bir ara, The Sun gazetesinde çıkan bir haberden sonra Londra’da şehir efsanelerine konu olmuş, adı Lanetli Tabloya çıkmış. Ne lanetmiş bu öyle!…
Yıllar geçti aradan. Unutmaya çalıştım. Ama geçenlerde Diyarbakır’da Trakyalı bir aileyle tanıştım. İlçelerinin adını duyunca öğretmenimi, bu tabloyu, yanlış bilgileri, dilimizi konuştuğumuzdan dolayı yediğimiz sopaları yeniden hatırladım. Öğretmenimin adını, soyadını, köyünün adını söyleyince, “Mutlaka buluruz” dediler. Bir iki telefon ederek gerçekten de buldular. Telefon numarasını verdiler. Ertesi günü aradım kendisini. Sesi canlıydı öğretmenimin, iyi ve sağlıklı görünüyordu. Sevindim buna. Tanıttım kendimi. Aradan 47 yıl geçmesine rağmen, birçok şeyi hatırladı, hafızası iyiydi. Ağlayan Çocuk resminden söz ettim. “Evet” dedi. “Bana benzediği için, işte şaka olsun diye, benim resmim dedim” dedi. Ne diyeyim? Olabilir! Ama ben inanırım insanlara, inanmıştım kendisine. Öğretmenimdi.
Sonra, gülerek “Meşe ağacından sopanız da vardı, bir keresinde tattırmıştınız” dedim. “Kürtçe konuştuğumuzdan dolayı” diye ekleyince, öğretmenim “Dur orada” dedi. “İyiliğiniz için yaptım bunu ben” dedi. “Evde, aileniz sizinle Kürtçe konuşsa bile siz Türkçe cevap verin demişimdir. Türkçe öğrenesiniz, hakkınızı savunabilesiniz diye yapıyordum bunu. Yoksa, ben Kürt düşmanı, Kürtçe düşmanı falan değilim…” dedi. Ama gerginleşti tabi, ses tonunu yükselterek aralıksız konuşunca, ortamı yumuşatmak istedim. “Bu konuda anakronik düşünmek gerekir. O dönem, bütün Kürt köylerinde öğretmenler aynı şekilde davranırmış. Bunun, öğretmenlere telkin edilmiş olduğunu, çoğu öğretmenin şahsi davranışı olmadığını düşünüyorum” dedim. Kırılmasını istemedim elbette. Gülümsedim. “Gençtim o zamanlar. Hatalarımız olmuş olabilir” diye bir cümle de çıktı ağzından. Ama bunları kendisine hatırlatmış olmama içerlendi. Yayınlanmış Türkçe kitaplarımın olduğunu, eğer adresini verirse, birini hediye olarak göndermek istediğimi söyledim. Daha sonra, adresini göndermesi için mesaj attım, okuduğu halde cevap vermedi. Bu gibi konularla yüzleşmek çok zor, çok ağır olmalı galiba.
Diyelim ki bugün Trakya Bulgaristan’a bırakılsa veya Yunanistan bir şekilde orayı işgal etse. Yunan devleti oradaki köylere, bu arada öğretmenimizin köyüne bir öğretmen tayin etse. O öğretmen de, elinde sopasıyla, tek kelime Yunanca bilmeyen Türk çocuklarını, bu arada öğretmenimizin torunlarını Yunanca eğitime tabi kılsa, onları Yunanca konuşmaya zorlasa; okulun dışında bile aileleriyle, köylüleriyle Türkçe konuştukları için sopadan geçirse; yine, diyelim ki hiçbir şeyin farkında olmayan masum çocuklara, siz Yunanların Pontus boyundansınız şeklinde yanlış bilgiler verse, o çocuklarda nasıl travmalar yaşanır acaba? Biz, yüz yıldır gerçekten çok büyük travmalardan geçtik, çok büyük, tarif edilemeyen acılar yaşadık. Zora dayalı, güce dayalı sistematik politikalarla her şeyimize müdahale edildi… Ama bugün, kimliğimize, varlığımıza saygı gösterilmesi, bize yapılanların telafi edilmesine çalışmak bile bir yana, yaşadığımız travmaları anlamaya çalışmak, idrak etmeye çabalamak bile bizim için çok değerlidir.[1]
Roşan Lezgin