Rupert Emerson’nın ifade ettiği gibi: “Sömürgecilik, bir ulusun, başka bir ulus üzerine, daha kuvvetli toplumun daha zayıf toplum üzerine hakimiyetine dayanır” analitiği doğru olmakla birlikte; postkolon-yalizim çalışmalarıyla bilinen Hindistanlı Ania Loomba, “Kolonyalizim postkolonyalizim” adli kitabında yaptığı şu doğru tespit, Kürdistan’ın işgal ve sömürge gerçeğinin hiçbir sömürge tarihine benzemediğini şu sözlerinden anlıyoruz: “Kolonyalizim dünyanın farklı yerlerinde aynı özellikleri sergileyen aynı süreç olmayıp tersine gerçekleştirdiği her yerde o yörenin asil sakinleri ile yeni gelenleri insanlık tarihinde karmaşık ilişkilerin içine sürüklemiştir.”
Bu doğrultudan hareket ederek, millet ve milliyetçilik kavramlarını analitik bilgiyle çözümleyip Kürdistan davasının millet ve milliyetçilik zaviyesini belirlemeye gayret edeceğiz.
Birinci dünya savaşından hemen sonra, modern milliyetçilik akımını akademik düzlemde ilk olarak ele alan B.Hayes, Hans Kohn ve “Milletler ve milliyetçilik” adlı kitabın yazarı E.J. Hobsbawm gibi toplum bi-limcilerdir. Hobsbawm, millet-milliyetçilik ve siyasal egemenlik kavramlarını şöyle formüle eder: “Mil-let=devlet=halk (özellikle egemen halk) denklemi kuşkusuz milleti belli bir toprak parçasına bağlıyordu, çünkü devletlerin yapısı tanımı artık esasen belli bir toprak parçasıyla ilişkiliydi. Bu pek çok ulus devletin var olacağı anlamına geliyordu; kaldı ki halkların kendi kaderini tayin etmesi ilkesinin kaçınılmaz sonucu buydu.”
“Hayali cemaatler” adli eserin yazarı Benedik Anderson ise, millet-milliyet ve milliyetçilik kavramların ne anlamlara geldiğini, ne derecede problemli olduklarını ve “her birinin tanımlanabilirlik açısından son derecede kötü bir şöhrete” sahip olduğunu söyler. Eric Hobsbawm, “Marksist hareket ve devletler yalnızca biçimleri bakımından milli olmakla kalmadılar özlerinde de öyle yani, milliyetçi oldular. Bu eğili-min sürmeyeceğini düşündüren hiçbir işaret yok” söylemekle son derecede haklıdır. “Üstelik bu eğilim yalnızca sosyalist dünyaya da özgü değil. Neredeyse her yıl Birleşmiş Milletler yeni üyeler kazanıyor. Bir zamanlar birliklerini tamamen pekiştirmiş olduğunu düşünen nice “eski millet”, kendilerini sınırları için-den doğan alt-milliyetçilikler tarafından meydan okunan bir konumda buluyorlar. Bu milliyetçilikler el-bette bir gün “altlıktan kurtulacaklarını hayal ediyorlar. Gerçeklik oldukça çıplak: Bunca zamandır kehaneti yapılan milliyetçilik çağının sonu” görünürde olmaktan çok uzak. Hatta milletlik zamanımızın politik hayatının en evrensel biçimde meşru kabul edilen değeri.”
Modern anlamda Millet, milliyet ve milliyetçilik kavramları üzerinden en kapsamlı metin yazan Hugh Watson bu konu hakkında kısaca kaygılarını şöyle özetliyor: “Dolayısıyla, millet-milliyet için kesin bir ‘bi-limsel tanım’ yapılamayacağını teslim etmek zorunda kalıyorum; oysa fenomen var oldu ve varolmaya devam da ediyor”.
Adam Smith, “millet açıkça bir teritolyal devletten başka hiç bir anlam” taşımadığını ifade eder-ken; John Stuart, Mill millet kavramını salt milli duygular ekseninde değerlendirmekle kalmamış; aynı zamanda, bir milletin bireyleri veya tamamı “aynı yönetim altında olmayı arzuladıklarını, bu yönetim de yanlınca kendilerinin veya içlerinde bir kesimin yönetimi olmasını istediklerini” söyler.
Bu anlamda, milletlerin siyasi ve teritolyal egemenliklerine tarihte en güçlü vurgu yapan bildirilerden biri olan 1795 tarihli Fransız Haklar Bildirgesi’nde şöyle denilmektedir: “Kendisini oluşturan bireylerin sayısı ve üzerinde yaşadığı toprağın büyüklüğü ne olursa olsun, her millet bağımsız ve egemendir. Bu siyasal egemenlik başkasına asla devredilemez.”
Polonya milli kurtuluş hareketinin lideri Albay Pilsudsk, 1772 yılına kadar kendini Polonya milletinden görmeyenler için şu sözleri sarf edecekti: Devleti yaratan millet değil, millet yaratan devlettir. İtalya’daki ideolojik milliyetçiliğin mimarları hiç şüphesiz, Mazzini ve Massimo d'Azeglio’dur. Massimo d’ Aze-glio’nun ideolojik milliyetçilikle ilgili şu meşhur sözleri sarf etmişti: “İtalya’yı yaratık, şimdi de İtalyanlıları yaratmalıyız”. Tıpkı Albay Pilsudski’nın, benzeri sözlerine tekabül ettiği gerçektir.
Kuran ilmi ise her canlının bir millet olduğunu, her canlı milletin kendi feleğinde yaşamlarını idame etti-klerini ve her canlı millet için bir ecel tayın ettiğini söyler.
Dolayısıyla, Kürdistan’lı sosyal bilimciler ve siyasetçiler, Hobsbawn dediği ”etnik kökenin ya da ırk’ın modern milliyetçi ideolojiyle hiç bir ilgisinin olup” olmadığını , Benedict Anderson’un Hayali cemaatler adlı eseriyle mi yoksa “biz ve onlar” arasındaki ayrımlara işaret etmek için carl schmitt’in Dost ve Düşman diyalektiğini mi referans alacağız
Bana göre modern dünyada Milletler ailesinin millet-milliyet ve milliyetçilik duygularını kozalaştıran üç etmenden söz etmek mümkündür.
1-Ontolojik milliyetçilik: Ontolojik milliyetçiliği en basit biçimiyle şöyle tanımlayabiliriz: İnsan yanlız kal-dığında hem kendi varlığını hem de başkalarının varlığını sorgulamıştır: Bu sorgulama sonucunda hem kendisinin hem de başka varlıkların, nerden geldiğini-geldiklerini ve kime ayıt olduğunu-olduklarını fıtri melekelerle öğrenmiştir.
2- Biz ve onlar diyalektiği sonucunda gelişen milliyetçilik: Bu tür bir milliyetçilik ise beni ben yapan, senin bana ben demendir. Yani şu demek oluyor: beni ben yapan, benim sana benzemememdir…
3- Devlet milliyetçiliği: Devlet milliyetçiliği milliyetçi duygu ve düşüncenin organize olmuş halidir. Modern teritolyal yurttaş-vatandaş kendisini zorunlu olarak, devletin “kamusal işlerine ve kurallarına” katılma gereği duyar. Bu durum her modern yurttaş ve vatandaşta kaçınılmaz olarak devletine bir bağlılık ve dışarıdan devletine, milletinin siyasal egemenliğine ve topraklarına yönelik olumsuz müdahalelere karşı devletin pompaladığı, millet-milliyet ve milliyetçilik mefkuresinin onda canlanmasına vesile olma halidir.
Dolayısıyla bir milletin üzerinde yaşadığı topraklar üzerinde, siyasal egemenliği ve bu siyasal egemenlik mekanizmasını düzenli olarak çalıştıran bir hükümet bulunmuyorsa, o milletin üzerinde yaşadığı topraklar üzerinde özgür olması, demokratik olması, zengin ve güçlü olması mümkün değildir. Mama-fih her millet, (milliyet ve milliyetçilik) gibi #Kürt#lerde kendi öz toprakları üzerinde yaşamlarını, barış ve huzur içinde geçirmek istiyor. Ama Türk-Arap-Fars ve Siyasal İslamcı hareketler, #Kürt milleti#nin kendi öz toprakları üzerinde, millet-milliyet ve milliyetçilik duygu ve düşüncelerini taşımalarını büyük bir günah ve büyük bir fitne olarak görüyor. Oysaki özelde 22 Arap devleti, genelde ise 85 Müslüman devleti var. Bu devletler kendi millet-milliyet-milliyetçiliğini meşru devlet görürken, kendi öz toprakları üzerinde onto-lojik varlıklarını sürdürmek isteyen, devletsiz Kürt milletinin, devlet sahibi olmasını istemedikle-ri gibi; devlet sahibi Yahudi milletinin de -İsrail devletine sahip olmasını büyük bir problem olarak görüyorlar. Bu yaman çelişkiyi hangi insan, hangi düşünce ve hangi din izah edebilir?
Filistinli lider Halid Meşal siyasal İslamcı bir Arap. Filistinli lider Mahmud Abbas’da seküler bir Arap. Bu her iki Filistinli Arap lider, Kürdistan’ın bağımsız bir devlet olmasına şiddetle karşıyken, Müslüman milletlere ve Müslüman Kürt milletine İslam düşmanı olarak yutturulan İsrail devlet başkanı Netenyahu ise Kürt halkının bağımsızlık mücadelesini sonuna kadar desteklediğini söyleye-cekti.
Bu yaman çelişki karşısında Kürt aydını ve Kürt siyaseti, teolojik ve bilimsel düzlemde şu soruları birbirle-rine sormaları elzeml olmuştur: Mahmud Abbas-Halid Meşal’mi Kürt halkının kardeşi yoksa Neten-yahu’mu Kürt halkının kardeşidir? Kürtlerin ontolojik varlıklarını inkar, topraklarını işgal ve nazik civan bedenlerini çarmıha gerenler ne yazık ki ne yahudiler ne Hıristiyanlar ve ne de komünistlerdir! Malesef Kürt milletine bu kötü yazgıyı ve ikbali yaşatanlar, sözde din kardeşleridir. Sanırsam Kürt milletinin özgürlüğünü bundan sonra belirleyecek temel parametre rasyonel, bilimsel ve gerçek Kuran’i reflekstir.
İkincisi, egemen Müslüman unsurlar bin dört yüz yıl boyunca Kürt milletine karşı insani, İslami, hak, adalet, mizan ve benzeri hasletleri, yürekleriyle ve vicdanlarıyla İsmail Peygamber gibi adamaktan cö-mert davranmamışlarsa, Peygamberler için de en büyük ihaneti İslam Peygamberi Hz.Muhammed’e yapmışlarsa, bu dakikadan sonra Kürtlere merhamet etmelerini beklemek imkansız gibi görünmektedir.
Avrupa devletleri tam altmış yıldır her türlü bilimsel ve teknolojik imkanları kullanmasına rağmen, Avrupa’da yaşayan ve nüfusları elli milyona ulaşan vahşi ve ilkel Arap-Fars-Türk ve diğer Müslüman milletleri uygarlaştırıp demokratikleştiremedi.
Pekala, hiç bir siyasi egemenliği ve hiç bir ekonomik gücü olmayan Kürtlerin, bu vahşi ve ilkel Arap-Fars-Türk unsurlarını uygarlaştırması ve medenileştirmesi mümkün müdür? Sanırsam bunu gerçekleştirmek mümkün görünmüyor. Çünkü, bin dört yüz yıldır Kürt milletinin bedenlerini çarmıha gerip ahlaksızca ırzına geçen bu egemen hafızayı, uygarlaştırıp ve medenileştirmek dünyanın gelmiş geçmiş en büyük fantezisidir diye düşünüyorum.
Siyasal ve teritolyal egemenliği olan bir milletin siyasetçileri ve düşünürleri kendi milletlerinin terakkisi için milli bir hafızayı şart görürler. Daha sonra bu milli hafızayı bilim, sanat, disiplin, ahlak, adalet, demo-krasi ve plüralizmimle destekleyip estetik bir görüntüye kavuşmasını sağlamış olurlar. Tıpkı Japonların sahip olduğu estetik hafıza gibi. Japonya, Güney Kore, Singapur ve Hong Kong benzeri ülkelerin hemen hemen hiç bir doğal kaynakları yoktur. Lakin bu ülkeleri dünya milletler liginde güçlü ve itibarlı kılan Konfüçyanizmin, orjinal milli hafızası ve bu hafızanın bu milletler arasında yaratığı muazzam güven duygusudur. Bu milli güven duygusuyla gerçekleştirdikleri çok sıkı ve disiplinli çalışmalar onları dünyanın en demokratik ülkeleri sıralamasına ve en iyi ekonomik ve disiplinli milletler sıralamasına yükselmiştir.
Diğer taraftan Ortadoğu’yu kan ve vahşet çöplüğüne çeviren Arap-Türk ve Fars milletlerine baktığımızda birbirlerine karşı aşırı derecede güvensizlik ve düşmanlık psikolojisi içinde yaşadıklarına tanık oluyoruz. Dolayısıyla Müslüman milletlerin dünyanın en zengin petrol kaynaklarına sahip olmaları onların güçlü bir İslami hafızaya, güçlü bir rasyonel hafızaya ya da bilimsel bir hafızaya sahip olduğunu göstermez.
Daha doğrusunu söyleyecek olursak; bu müslüman milletlerin dünyanın en zengin petrol kaynaklarına sahip olmaları onları dünya milletler liginin en demokratik ve en uygar milletler sıralamasına taşımamıştır. Arap-Fars-Türk’ün doğal kaynaklardan elde ettiği bu zenginlik İslam dünyasında bilimin, tekniğin, medeniyetin, estetiğin, demokrasinin, adaletin dayanağı olmadı, insan haklarına, saygı ve sevgi kültürünü geliştirmedi. Tam tersine Müslüman toplumlar arasında muazzam bir güvensizlik, işsizlik, ada-letsizlik, cehalet, kan ve vahşet kültürün yaratılmasına sebep oldu.
Bundan dolayı Tanrı bu üç egemen mustekbir gücü ve bu üç mustekbir gücün tuğyanlığına karşı gerçek Kurani tavır almayan mustazaf sınıfı af edeceğini düşünmüyorum. Çünkü Tanrı zalimleri asla sevmez! İkincisi, Tanrı onlardan kardeşleri olan Kürtlerin kanını akıtmamasını, onlara zülüm yapma-masını, topraklarını işgal altında tutmamasını, mallarını ganimet ve canlarını esir almamalarını, dillerini yasaklamamalarını, siyasal egemenliklerine tecavüz etmemelerini, yaşlı, kadın, hasta ve çocuklara sevgi ve hürmet göstermelerini emretmişti.
Sonuç olarak; Kürtlere ulus devletin kötü bir aygıt ve İslam ümmetinin birliğini parçalamak olduğunu id-dia edenlere şu ilmi ve kitabi sorularımıza yanıt vermeleri zorunlu olmuştur. Eğer bu iddialarınız poziti-vist bilime göre veya teoloji bilimine göre doğruysa neden dünyanın tamamı 218 devlet ve bunların 84 tanesi Müslüman ulus devletle yönetiliyor? Neden dünyada tek bir ulus devletsiz millet, ümmet yada sınıfsız bir millet yaşamıyor? Eğer bilim ve teoloji 218 millete devlet olma vizesini vermiş ise Kürt milleti-ne de self determinasyon vize yasağını koyuyorsa, teoloji ve pozitivist bilim kendisini bu çelişkisiyle imha etmiyor mu?[1]