İbrahim Küreken’in (d. 1953, #Siverek#) Tarih Okumaları, Kürtlerin Hikayesi kitabı yayımlandı.
İbrahim Küreken, Tarih Okumaları, Kürtlerin Hikayesi, İBV Yayınları, Haziran 2022, İstanbul 296 s.
Bu araştırmanın nasıl hazırlandığını yakından biliyorum. İbrahim Küreken, 2019-2020’den itibaren hazırladığı metni, bazı arkadaşlarına gönderir, görüşlerini sorardı. Bu kişilerden biri de bendim. Ben de görüşlerimi, her defasında birkaç not halinde iletirdim. İbrahim Küreken, öbür kişileri de, Mahmut Kiper, Said Veroj, Said Aydoğmuş, Talat İnanç, Baran İnanç, Ümit Tektaş, olarak belirtiyor. Bu çerçevede Tanıl Bora’nın ismini de anmak gerekir kanısındayım.
İbrahim Küreken’in gönderdiği dosyanın versiyonlarının birinde küçük bir önsöz vardı. Bu küçük önsöz dosyanın, daha sonraki versiyonlarında kaldırıldı. Bu isimler bu küçük önsözde yer alıyordu. Şimdi, kitapda biraz daha geniş bir önsöz var.
***
Bu incelemede, ilk çağlardan itibaren, tarihsel geçmişle ilgili özet bilgiler verildikten sonra, #Kürdler#in toplumsal ve siyasal hayatıyla, siyasal tarihiyle ilgili iki konu, daha doğrusu iki temel sorun, ayrıntılı bir şekilde irdeleniyor. Bunun ilki, Türk Egemenlik Sistemi karşısında, Kürdlerdeki parçalı egemenlik anlayışıdır. Bu anlayış konusunda şöyle deniyor: Her mîr veya her aşiret, belirli bir toprak parçası üzerinde egemendir. Bu alanı, diğer mîrlere veya aşiretlere veya egemenliği altında yaşadığı devlete, devletlere karşı korumaya çalışmaktadır. Böylece, her mîr veya aşiret bu toprak parçası üzerindeki egemenliğini sürdürmeye çalışmaktadır. İkincisi ise, Kürdlerde herhangi bir ailede, grubda, aşiretde vs. diğerlerinin öne çıkmalarını, sivrilmelerini engelleyici toplumsal ve siyasal bir kültürün kurumlaşmış olmasıdır. Her grubun, mîrin, aşiretin vs. diğerlerine karşı geliştirdiği böyle bir kültürü var. Her mîr, her grup kendine bağlı silahlı birlikler de oluşturarak başkalarının daha öne çıkmasına engel olmaya gayret etmektedir. Bu, 19. Yüzyılın başından Cumhuriyet’in ilk dönemlerine kadar gerçekleşen, Kürd ayaklanmalarının, Kürd isyanlarının, Kürd itaatsizliklerinin olumsuz sonuçlar üretmesiyle yakından ilgili bir durumdur. Burada, Yusuf Ziya Döger’in, Kürd Aşiretlerinde Alan Koruma (Sîtav Yayınları Ekim 2019) kitabını da hatırlamak gerekir. Kanımca bu iki temel sorunu da Kürdlerin zaafları çerçevesinde değerlendirmek gerekir. Bunların çok ciddi zaaflar olduğu açıktır.
***
Bu incelemede, İdris-i Bitlisi aracılığıyla Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim ve Kürd mîrleri arasında 1514’de yapılan Amasya Anlaşması bu çerçevede değerlendiriliyor. Osmanlı-Türk egemenliği, Osmanlı Padişahı tarafından temsil edilmektedir ve Osmanlı Padişahı tek kişidir. Bunun ötesinde, Osmanlı Padişahı, tek kişi kalmak için kardeşlerini, yeğenlerini öldürtmektedir. Tahta oturan bir padişahın ilk iş olarak kardeşlerini yeğenlerini öldürtmesi, ileride kendisine karşı çıkacak, kendi yerine geçmeye çalışacak, kendisiyle ortaklaşmak isteyecek, yeni bir merkezin oluşumunu engellemek anlamına gelmektedir. Fatih Sultan Mehmet’ten önce de fiili olarak yaşanan bu durum, Fatih Sultan Mehmet’le yasal bir hale sokulmuştur.
Kürdlerde, bunun tam tersi bir durum söz konusu olmaktadır. İdris-i Bitlisi, Osmanlı Padişahı Yavuz Sultan Selim’le anlaşmaya oturan 25 Kürd mîrinden söz etmektedir. Kürd mîrleri özellikle sınır boylarında olanlar, İran şahının baskısından kurtulmak için Osmanlı ile ittifak yapma gereğini duymaktadır. Osmanlının da İran’ın Batı’ya doğru genişlemesini engellemek için böyle bir ittifakın gerçekleşmesine ihtiyacı vardır. Çünkü Kürdler çok kısa bir zamanda, bir ordu oluşturabilmek için, onbinlerce askeri toplayabilen bir potansiyele sahiptir.
Anlaşma gereğince mîrliğin, mîrlerin hakkı-hukuku babadan oğula geçmektedir. Bazı bölgelerde mîr öldüğü zaman mîrliğin toprakları oğullar arasında da paylaştırılmaktadır. Örneğin, Selahattin Eyyubi de, (1138-1193) ölmeden önce, Eyyubiler hanedanlığının topraklarını, oğulları ve kardeşleri arasında paylaştırmıştır. (s. 50) Bu, Kürdlerdeki parçalı egemenlik anlayışının çok uzun zamandır sürüp geldiğini göstermektedir. Sınır boylarında yaşayan mîrlerin zaman zaman İran’a, zaman zaman Osmanlı’ya meyletmeleri gelişmelerin olumsuzluğuyla ilgilidir. Bu gelişmeler Kürdlerdeki zaafın önemli göstergeleridir.
25 mîrin kendi aralarındaki toplantıda dikkate değer bir gelişme yaşanmıştır. Kürd Mîrleri kendi aralarında bir mîr, temsilci, komutan bir mîr seçemezler. Bu konuda bir antlaşma gerçekleştiremezler. Kendi tepelerine Osmanlı‘dan bir komutan tayin etmesini isterler. Osmanlı, bunun üzerine, bu mîrlere komuta edecek bir Osmanlı paşasını tayin eder.
Bu ilişkiler ağında, Şakir Epözdemir’in, Osmanlı-Kürd İttifakı değerlendirmelerinin farklılık gösterdiğine de işaret etmek gerekir.
***
Bunlar, ‘bugüne kadar neden Kürd devleti kurulamamıştır?’ konusuyla yakından ilgilidir. Devlet olmak her şeyden önce merkezileşmeyi gerekli kılmaktadır. Bu, herhangi bir mîrin, aşiretin veya grubun öne çıkıp diğerlerini denetim altına almasıyla ve giderek çeşitli gruplar arasında bir uzlaşma sağlanmasıyla ilgilidir. Kürdlerdeyse, herhangi bir grubun veya ailenin öne çıkmasına izin vermeyen, merkezileşmeyi önleyen toplumsal ve siyasal bir kültürün varlığından söz edilmektedir. Öne çıkmaya çalışan mîri engellemek için devletlerle işbirliği de yapılmaktadır. Bu devletlerin, aslında Kürdlere hasım olduğu da bir gerçekliktir. Halbuki devlet olmak mîrlerin birlikte hareket ederek egemenliği altında yaşadığı devlete karşı mücadele yürütmesiyle gerçekleşir. Mîrin ölümünden sonra, kardeşler arasında veya amcalar ve yeğenler arasında iktidar savaşları da parçalı egemenlik anlayışının sürüp gitmesini sağlamakta, merkezileşmenin oluşumunu engellemektedir. Bu savaşlar sürecinde Kürdler birbirlerini öldürmekte, #Kürdistan# yakılmakta, yıkılmakta, zayıf düşmektedir. Osmanlının, Kürdler arasındaki bu savaş sürecini desteklediğini, hatta Kürdleri birbirlerine karşı kışkırtarak bu durumun sürüp gitmesini sağladığı da vurgulamak gerekir.
Kör Hüseyin Paşa Nasıl Öldürüldü?
Hayderan Aşireti Reisi Kör Hüseyin Paşa’nın, sürgünde olduğu Kayseri’den kaçıp, Kürdistan’ın güneyi üzerinden ülkeye dönerken, 1930’da Barzan Bölgesi’neki Piran’da, namaz kıldığı sırada, Hoyti Aşireti Reisi Musa Bey’in oğlu Medeni ve iki adamı tarafından öldürülmesi, Medeni’nin de daha sonraki yıllarda, Hayderanlı bir genç tarafından öldürülmesi de bu ilişkiler ağında açıklanabilir.
Hacı Musa’nın oğlu Medeni de Kör Hüseyin Paşa gibi sürgünden kaçıp ülkeye dönmeye çalışan grup içindeydi. Kör Hüseyin Paşa katledildiğinde 80 yaşlarındaydı. Mezarı Barzan’daki Piran Dağı yöresindedir. Kör Hüseyin Ağrı Dağı’na ulaşmaya çalışıyordu. [i]
Yahudilerde Toplumsal, Siyasal Kültür
Halbuki, örneğin İsrail’de çok farklı bir kültür yaşamaktadır. Bir Yahudi, toplumda, ekonomik toplumsal bakımlardan güçlenmeye, öne çıkmaya başladığı zaman, diğer Yahudiler, bu yükselmenin güçlü ve hızlı olması için, öne çıkmaya çalışan Yahudi’ye destek vermektedirler. Böylece güçlü bir toplumsal yapı oluşmaktadır.
Bu olguyu şu şekilde değerlendirmek de mümkündür. ‘O yükselirse ben de yükselebilirim. O düşerse ben de düşebilirim.’ Bu bilinçle hareket etmek, güçlü bir toplumsal yapının oluşmasına yol açmaktadır.
Hasımların Yükselmesinin Engellenmesi ve Kendisinin Yıkımı İçin Harcanan Çabalar
Yukarıda, Kürdlerin, çok kısa bir zamanda, bir ordu oluşturabilmek için onbinlerce asker toplama gibi bir potansiyele sahip olduğu söylenmişti. İşte bu potansiyeli Kürdler kendileri için kullanmıyorlar. Aslında, Kürdlere karşı açıkça düşmanlık yapan güçler için kullanıyorlar. Bu şu anlama geliyor. Her iki tarafın da Kürdlerden oluşturduğu ordular var. Bu ordulardan biri Osmanlı Padişahı adına, öbürü İran Şahı adına birbirleriyle savaşıyorlar, birbirlerini öldürüyorlar. Bu orduların komutanları, elbette, Osmanlı ve İran yöneticileridir.
Osmanlı-İran Savaşının Kürdistan’da cereyan ettiğini, yakılan ülkenin yıkılan ülkenin Kürdistan olduğunu da vurgulamak gerekir.
İbrahim Küreken, Çemişgezek örneğinin, Osmanlı-Kürd ilişki sistemini anlama konusunda iyi bir örnek olduğunu söylemektedir. Bu örnek şu şekilde anlatılmış:
Çemişgezek Hükümdarı Pir Hüseyin ölünce geride kalan 16 oğlu Halid Bey, Muhammedi Bey, Rüstem Bey, Yusuf Bey, Pilten Bey, Keykubad Bey, Behlül Bey, Muhsin Bey, Yakub Bey, Ferhşad Bey, Ali Bey, Külay Bey, Keyhüsrev Bey, Perviz Bey ve Yalman Bey Kanuni Sultan Süleyman’ın sarayına giderek hükümdarlığın aralarında paylaşılması dileğinde bulundular. Padişahlık da Çemişgezek kasabasının gelirlerinin, gayrimüslimlerden alınan haraçların, vilayetteki hayvanlardan alınan vergilerin ve değerli nahiye ve köylerin bir kısmının Sultanlık Emlaki arasına alınmasından sonra geriye kalan hükümdarlık bölgesini 16 oğlu arasında 2 sancak ve 14 tımar ve zeamete ayırarak kendilerine verilmesini onaylayan padişahlık emirnamesi çıkarıldı. Daha sonra kardeşler arasında yine de anlaşmazlık ve çatışma çıktı ve birbirlerini Sultan’a veya bölgedeki temsilcileri beylerbeyine şikayet etmekten çekinmediler. Bunun üzerine kardeşlerden Ferruhşad Bey çıkan emir üzerine öldürüldü. Sancak yönetimi ise Erzurum Beylerbeyi Arnavut Sinan Paşa’nın kardeşi Kasım Bey’e verildi. (s. 75)
Araştırmacı İbrahim Küreken, burada, Daron Acemoğlu (d. 1967) ve James A. Robinson’un (d. 1960) Dar Koridor, isimli çalışmasına işaret etmektedir. Daron Acemoğlu, James A. Robinson, Ulusların Düşüşü, Dar Koridor gibi çalışmalarında, bazı ulusların, neden devlet kuramadıklarını, neden özgürlüklerine kavuşamadıklarını, neden farklı ulusların egemenlikleri altında yaşadıklarını vs. irdeliyor.
Kürdlerdeki, merkezileşmenin gelişmesinin, herhangi bir liderin öne çıkmasını engelleyen bir siyasal kültürün varlığının bilincine varmak, geçmişi, bu olgusal süreç etrafında değerlendirmek, eleştirmek önemlidir. İbrahim Küreken’in yaptığı kanımca budur.
Parçalı Egemenlik Anlayışı ve Kürdistan’ın Güneyi’ndeki Gelişmeler
Parçalı egemenlik anlayışı, Kürdistan’ın güneyinde nasıl görünmektedir, nasıl yaşam bulmaktadır? Siyasal partilere bağlı ordular, siyasal partilere bağlı maliyeler, siyasal partilere bağlı bürokrasiler bu anlayışın temel görüntüleridir. Halbuki devlet olmak tek bir ordu, tek bir maliye, tek bir bürokrasi gerçekleştirmekle mümkün olur. Böyle bir merkezileşme gerçekleşmeden devletin yaşam bulması mümkün olmaz.
Siyasal Partilere bağlı ordulardan söz ederken, peşmergelerin üniformalarının bile farklı olduklarına işaret etmek, dikkat çekmek gerekir.
***
25 Eylül 2017’de, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde gerçekleşen Bağımsızlık Referandumu sürecinin bu toplumsal ve siyasal kültür çerçevesinde, parçalı egemenlik anlayışı sürecinde değerlendirilmesi aydınlatıcı olabilir. Referandum sürecine Kürdistan Yurtseverler Birliği, Goran gibi siyasal hareketlerin neden güçlü destek vermediği, PKK/KCK’nin neden karşı çıktığı elbette önemli sorulardır. Bütün bunlara rağmen % 93 kabul gibi çok önemli bir sonucun alınmasını da vurgulamak gerekir. Bu sonuç her zaman ileri sürülebilir. Bu sonucu bir tapu gibi değerlendirmek gerekir. Bütün bu gelişmelere karşın, 16 Ekim 2017 sabahı, Kerkük’de ve Kürdistan’dan koparılan alanlar üzerinde gerçekleşen Haşdi Şabi ve Irak operasyonlari ve bir kısım Kürdlerin sınırdan çekilerek bu operasyonlara yol vermesi ise çok çok ibret verici bir durumdur. Bu süreçde, Kürdlerin bir kısmının, Referandum düzenlenmesinde büyük rolü olan Mesut Barzani’ye ve KDP’ye karşı, Haşdi Şabi ile, Irak’la İşbirliği yaptığı da biliniyor. Bu sürecin Kürdlerin hala yaşadıkları çok önemli bir zaaf olduğu da besbellidir. Bunun, Kürdlerin toplumsal siyasal ve askeri tarihinde bir kara leke olduğu çok açıktır. Bütün bu sürecin, yukarıda sözü edilen toplumsal ve siyasal kültür çerçevesinde, parçalı egemenlik anlayışı çerçevesinde değerlendirilmesi, eleştirilmesi önemli olmalıdır.
Bu süreçte, Kürdler neden devlet kuramamış sorusunun sorulması anlamlıdır. Kürdlerin devlet kurmasına, Türkiye, İran, Irak, Suriye gibi devletler karşı olabilir. ABD, Rusya karşı olabilir. Birleşmiş Milletler, İslam Konferansı gibi uluslararası örgütler karşı olabilir. Ama kanımca bunlar ana belirleyici değildir. Ana belirleyici olan Kürdlerin istemesidir. Devlet olmak, ancak Kürdlerin istemesiyle mümkün olabilir.
Bağımsızlık Referandumu’un düzenlenmesinde etkili olan Mesut Barzani’nin, Kürdistan Demokrat Partisi’nin devlet istedikleri açıktır. 16 Ekim 2017 sabahı yaşananlar ise, bu süreci yaşatanların devlet istemediklerini ortaya koyar. 16 Ekim 2017 sürecini yaşatanlar, Irak’ın birliğinden, Kürd-Arap birliğinden söz edenler, ‘bizim Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı’yla bir sorunumuz yoktur, Saddam Hüseyin Yönetimiyle bir sorunumuz yoktur, Enfal’le bir sorunumuz yoktur, Irak’ın birliği içinde bunlar doğal gelişmelerdir, demek istiyorlar. Bu sözler, ‘Ama, Bağımsızlık Raferandumu’nu düzenleyenlerle, özellikle Mesut Barzani’yle, Kürdistan Demokrat Partisi’yle bir sorunumuz vardır…’ demek anlamına geliyor. Bu, Kürdlerin merkezi güç oluşturma projesinden rahatsızlık duyulduğu anlamına gelir.
Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı’nın, İkinci Dünya Savaşı döneminde, Yahudileri toplama merkezi, Yahudi soykırımının gerçekleştiği bir mekan gibi işkence merkezi, yani, Polonya’daki, Autzwich gibi bir yer olduğunu da vurgulamak gerekir. Tutuklanıp Süleymaniye Merkez Güvenlik Karargahı’na atılan bir Kürd’ün, oradan sağ çıkamadığı, ancak ölüsünün çıktığı, yakından bilinmektedir.
Süleymaniye tarafının sık sık, ‘Süleymaniye Irak’la ayrı bir anlaşma yapsın’ önerisini de bu çerçevede değerlendirmek gerekir, kanısındayım.
Bağımsızlık Referandumu’nun konuşulduğu günlerde, (Haziran-Temmuz 2017) Duhok’daki Amerikan Üniversitesi’nde bir panel düzenlenmişti. Panelde konuşmacı olarak Peter Galbraith, Bernard Kushner gibi isimler yer almıştı. Konuşmacılar arasında ben de vardım. Konuşmacılardan biri de Mesrur Barzani’ydi. Mesrur Barzani o dönem İstihbarattan, Güvenlik Ajansı’ndan sorumluydu. Mesrur Barzani konuşmasında, Kürdlerin devletleşmesinin önündeki en büyük engel yine Kürdlerdir’ demişti. Bu konuşma, yukarıda anlatılanların özeti oluyor.
Yeni Nesil Hareketi’nin Tutumu
Bağımsızlık Referandumu’na giden süreçte, Yeni Nesil Hareketi’nin lideri, Şasuwar Abdulwahid Londra’da Bağımsızlık karşıtı bir propaganda yapıyordu. Bu propaganda, Şasuwar Abdulwahid’in, Bağımsızlık karar toplantısına katılan Britanyalı bir Lordun çok dikkatini çekmişti. Lord, şunları söylüyor: ‘Bu tavır beni çok şaşırttı. Çünkü birinin kalkıp halkının bağımsızlığına karşı çıkacağına inanmıyordum. Hele gidip başka ülkelerde, halkının bağımsızlığı gerçekleşmesin diye çalışmalar yapacağını asla düşünemezdim. Biz Britanyalılar birkaç ülkeyi ve halkı işgal ettik. Kendini satan çok fazla hain gördük. Ama şimdiye kadar Şasuwar gibisini görmedim. O yüzden kendimi tutamadım. Yanaklarına dokundum. İnsan mı, hayvan mı anlamak için. Çünkü hiçbir insan, bu şekilde, halkına karşı olmaz.’ (26 Eylül 2017, Fikret Yaşar’ın facebook paylaşımı, 8.2. 2022)
***
Parçalı egemenlik anlayışının, öne çıkmaya çalışan bir lideri engelleme sürecinin çok önemli bir nedeni Kürdlerde vatan bilincinin, Kürd ulusu, Kürdistan bilincinin gelişmemiş olmasıdır. Her mîr veya aşiret sadece kendi egemen olduğu bölgeyi korumakta, ama bir bütün olarak Kürdistan’ı ve Kürdistan’ın tamamını korumayı düşünmemektedir. Bu, vatan bilincinin Kürd ulusu bilincinin oluşamadığını göstermektedir. Bu güne kadar gerçekleşen savaşların, Enfal’de gerçekleşen soykırımların, fedakar ve vefakar tutumların, ödenen çok ağır bedellerin, böyle bir bilinci yaratamamış olması dikkate değer bir durumdur, ayrıca irdelenmesi gereken bir durumdur.
İngiliz Lordun, Yeni Nesil Hareketi lideri Şasuwar Abdulwahid ile ilgili bu açıklamaları, 16 Ekim 2017 sabahı gerçekleşen gelişmelerin nasıl tezgahlandığını da ortaya koymaktadır.
***
18 Ekim 2018’de, İBV Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Gürbüz’le birlikte, Barzani Vakfı’nı daveti üzerine Hewlêr’e gitmiştik. 16 Ekim 2017 sürecinin birinci yıldönümü konusunda bir panel düzenlenmişti. Bu panelde 16 Ekim 2017 sürecini anlatan çeşitli konuşmalar yapılmıştı.
Bu toplantıdan sonra, Güvenlik Ajansı’ndan sorumlu Mesrur Barzani’yi ziyaret etmiştik. Bu ziyarette Barzani Vakfı Başkanı Musa Ahmet ve İbrahim Gürbüz de vardı. Bu ziyarette 16 Ekim ihaneti ile ilgili konuşmalar da yapılmıştı. 16 Ekim ihanetinin yaptığı tahribat da konuşuldu. Bu konuda Mesrur Barzani çok sarsıcı bir cümle kurmuştu. Şöyle demişti: ‘Her toplumda, her milletde ihanetler olabilir. Kuşkusuz, ihanetler milletler için kara lekedir. Ancak, asıl kötü olan, ihanetin toplum tarafından normal bir davranış gibi algılanmasıdır. Bir millet için asıl felaket budur. Normalde ise, 16 Ekim ihanetini gerçekleştirenlerin, toplumun içine çıkamaması, kimsenin yüzüne bakamaması gerekir…’
İbrahim Gürbüz bu görüşmeyi anılarında da kaydediyor.
***
İbrahim Küreken, Osmanlı’nın, Kürd beylikleriyle kurduğu bağı ise şu şekilde değerlendirmektedir: “… Sistem, Kürd beyliklerinin Osmanlı’ya güçlü bağlılığını oluşturmuştur. 19. yüzyıl Kürd beyleri başkaldırılarının hiçbirinde Osmanlı’yı direk hedef alan açık bir tutumu olmadı. Başkaldıran bey oyunu kapalı oynayınca diğer beyler de gelişmelere göre tutum almak için taraftarlığını açıklamaktan çekinmişlerdir. Devlet, başkaldıran beyin devletin güç göstermesi ile birlikte etrafının boşalacağını tecrübelerinden biliyordur. Zaten Osmanlı Devleti sıcak bir çarpışmaya girmeden önce bölgedeki diğer Kürd beylerini sindirip kendi yanına çekmeyi tercih etmiştir. Devletin bu konuda yanıldığı çok enderdir. Hatta öyle durumlar vardır ki, bir kardeşin başkaldırısına karşı bir diğer kardeşi yanına almış, unvanlar vermiş ve onun sayesinde başkaldırıyı sonlandırmıştır. Zaten çoğu başkaldırılar beyin egemenlik alanıyla sınırlı yürütüldüğü için milliyetçi bir duyguyu geliştirmemiştir. Böyle olduğu için beylik makamına oturttuğu beyi etkisizleştirmek için daha önce yönetimden düşürdüğü kardeşi kullanabilmiştir. Kürdlerin kaderi bu döngüler üzerinde çizilmiştir.” (s. 79)
Kitapta, Türk Egemenlik Sistemi karşısında, Kürdlerdeki, parçalı egemenlik durumunun sürüp gitmesin sağlanması, Kürdlerdeki bu zaaftan yararlanılması, Osmanlı’nın ince bir siyaseti olarak değerlendiriliyor. Mîr Bedixan’a karşı Yezdanşer’in örgütlenmesi çok dikkate değer bir süreçtir. (s. 128)
‘İtaatsizlik…’
Araştırmacı İbrahim Küreken, 19. Yüzyılın başından Cumhuriyet’in ilk dönemlerine kadar meydana gelen gelişmeleri ‘ayaklanma’ ‘isyan’ gibi kavramlarla değil, daha çok ‘itaatsizlik’ kavramı çerçevesinde değerlendiriyor. Buna neden olarak, her isyan ve ayaklanma sürecinde, bunu gerçekleştiren liderin, Saray’a, hemencecik, ‘isyan etmedim, bazı muzır kişileri cezalandırıyorum’ şeklinde mektuplar yazmasıdır. Bu mektuplarda Padişah’a, Hilafet’e ne kadar bağlı olduğunu vurgulayan ifadeler kullanmasıdır. Örneğin, Mîr Bedirxan’ın bu konudaki mektupları çok şaşırtıcıdır, ibret vericidir.
Fiili olarak yaşanan sürecin isyan veya ayaklanma olmasına rağmen Saray’a İsyan etmedim’ şeklinde mektuplar yazılması, Osmanlıyla ilişkilerini, bağını koparmadığı anlamına gelir. ‘İtaatsizlik’, bu çerçevede daha açıklayıcı bir kavram gibi duruyor.
İbrahim Küreken, ‘ayaklanma’, ‘isyan’ ‘itaatsizlik’ çerçevesinde cereyan eden bütün süreçleri birer birer inceliyor. 1806-1813 Abdurrahman Paşa-i Baban Hareketi, 1823-1836 Revanduzlu Mîr Muhammed Hareketi, 1839-1847 Mîr Bedirxan Hareketi, 1855 Yezdanşer Hareketi, 1878 Hüseyin-Osman Bedirxan Hareketi, 1880 Ubeydullah Nehri Hareketi, 1907-1908 Şeyh Abdüsselam Barzani Hareketi, 1914 Mele Selim Hareketi, 1919, 1923 Şeyh Mahmud Berzenci Hareketi, 1921 Koçgiri Hareketi, 1925 Şeyh Said önderliğinde gelişen Büyük Kürd Hareketi ayrı ayrı inceleniyor. Bu incelemenin başında, Ağrı, Zilan, Sason, Dersim, Mahabad, Kadı Muhammed, Mele Mustafa Barzani hareketlerinin… bu incelemenin dışında tutulduğu belirtiliyor. (s. 83 vd.)
Burada bir noktaya daha dikkat çekmek önemlidir. Osmanlı bir mîre savaş açtığında öbür mîrler, bunun aslında, Kürdlere, Kürdistan’a bir saldırı olduğunu kavrayıp Osmanlı ile savaşan mîre yardıma gelmiyorlar, savaşan mîrle birlik olup Osmanlı’ya karşı direnmiyorlar. ‘Bu aslında Kürdlere, Kürdistan’a bir saldırıdır, o mîri etkisiz halle getirdikten sonra sıra bana gelecek…’ anlayışı, kavrayışı yok. Hatta Osmanlı ile birlik olarak sözkonusu mîrle savaşanlar da oluyor. Osmanlı’nın bu şekilde mîrlikleri birer birer ortadan kaldırdığı görülüyor. İşte bu, genel olarak, Kürdlerde milli duygunun, Kürd ulusu, Kürd vatanı duygusunun, Kürdlük duygusunun eksikliğiyle, cılızlığıyla ilgilidir.
***
Bu konuda, Celal Temel’in, Kılıçlar Altında, İlk Dönem Kürd Önder ve Aydınları, yazı dizisine de bakılabilir. Rupelanu.org’da yayımlanan bu dizinin ilk yazısı 22 Şubat 2022 tarihlidir. Bu konu ile ilgili olarak, Celal Temel Hoca’nın, ‘Kürd Aydınının Dramı ve Başkalarının Değirmenine Su Taşıyanlar’ yazısı da önemlidir. (rupelanu, 3 Haziran 2022)
İbrahim Küreken, bunlardan sadece, 1823-1836 Revanduzlu Mîr Muhammed hareketinin devlet kurma anlayışı çerçevesinde cereyan ettiğini vurguluyor. (s. 98) O’nun da, İslam kardeşliği, Halife’ye bağlılık, İslam halklarının birbirlerine silah çekemeyeceği propagandası sürecinde teslimiyetinin sağlandığını, Saray’a davet edildiğini, sırtının sıvazlandığını, nişanlar, madalyalar verildiğini, taltif edildiğini, dönüş yolunda, ilk fırsatta katledildiğini belirtiyor.
Burada Ubeydullah Nehri, Abdüsselem Barzani hareketlerinin, Mele Mustafa Barzani hareketinin, Kürdler bakımından çok pozitif hareketler olduğunu da vurgulamak gerekir. Kürdi, Kürdistani ana damarı bu hareketler temsil ediyorlar.
***
Burada önemli bir toplumsal ve siyasal sürece dikkat çekmek gerekir. 20 yüzyılın ilk çeyreğinde, Birinci Dünya Savaşı sürecinde, Mekke ve Medine’deki Araplar bile Osmanlıdan kurtulmak, Halifeden kurtulmak için İngilizlerle işbirliği yaparken, Kürdlerdeki Osmanlıyı korumak, Halife’yi korumak, İslamı korumak, Ümmeti korumak tutkusu ve bu çerçevede İngilizlerle savaşmak, ancak, dünyayı anlamamak, gelişmelerin bilincine varmamak olarak değerlendirilir. Bu da bir zaaftır. Kürdlerdeki bu zaaftan en çok yararlanan Mustafa Kemal’dir. Mustafa Kemal’in bu süreçte, Şeyh Mahmud Berzenci’yi, el altından İngilizlere karşı kışkırttığı da bilinmektedir. (s. 179)
Bu dönemde, Türk aydınları genel olarak Osmanlı’nın parçalanmasını, Adriyatik Denizi’nden Orta Asya içlerine kadar hatta Çin Denizi’ne kadar bir devlet düşünmekte, bu devletin sınırları içinde sadece Türklerin yaşamasını önermektedir. Arap, Fars, Bulgar, Yunan, Sırp aydınları da Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından, parçalanmasından yanadır. Osmanlı Devleti sınırları içinde birliği, Türk-Kürd birliğini savunan sadece Kürdlerdir.
Bütün bu hareketlerde, aşiret içinden veya aile içinde bir grubun, devletle işbirliği yaparak itaatsizliği gerçekleştireni etkisiz bırakması dikkate değer bir süreç oluşturuyor.
Askeri Eğitimden Yoksunluk
Ayaklanmayı, isyanı, itaatsizliği gerçekleştiren kişinin de, ona destek vermek anlayışı çerçevesinde harekete katılanların da, at binmenin ve tüfek kullanmanın, atış yapmanın ötesinde bir askeri eğitime tabii tutulmadıkları yakından biliniyor. Herkes, gözü kara bir şekilde, hiçbir askeri eğitime, öngörüye sahip olmadan harekete dalıyor. Harekete katılanlar arasında, belirli bir alanda yağmaya katılıp evine dönenler de oluyor. 1919’da, kendini Kürdistan Kralı ilan eden Şeyh Mahmud Berzenci’nin Süleymaniye’deki bütün bürokratik mevkileri, makamları, yönetim işiyle hiç ilgilenmemiş, bu konularla ilgili hiçbir tecrübesi olmayan, kendi yakın akrabalarıyla doldurması, diğer aşiretlerin duygularını, düşüncelerini hiç dikkate almaması şaşırtıcı oluyor. ( s. 193) Bunların da Küdlerin yaşadığı önemli bir zaaf olduğu vurgulanmalıdır. Milli duygular, düşünceler, daha çok Ubeydullah Nehri, Abdüsselam Barzani, Abdürrezzak Bedirxan, Şeyh Ahmed Barzani, Mele Mustafa Barzani… tarafından ifade ediliyor.
Aşiret içinde veya aile içinde öne çıkmaya, Kürdleri derleyip toparlamaya çalışan bir grubun önünün kesilmeye çalışılması, Kürdlerde, böyle bir toplumsal ve siyasal bir kültürün kurumlaşmış olması, çeşitli zamanlarda ve çeşitli mekanlarda, bu ilişkilerin test edilmesi önemli olabilir. Bu tür süreçlerle mücadele etmenin, ancak, bu ilişkilerin bilincine varılmasıyla mümkün olacağı açıktır.
Getrude Bell’in Kürdlerle ilgili Bir Görüşü…
Kürdlerin, bu konuların bilincine varmalarının çok önemli olduğu kanısındayım. 1919-1920’lerde, İngiliz istihbarat görevlisi, antropolog, Getrude Bell Kürdler için şöyle söylüyor: “Kürdler, birer birer, şeytandan nefret ettikleri kadar birbirlerinden de nefret ediyorlar. Böyle bir toplumsal ve kültürel ortamda Kürdler nasıl devlet kurabilir?”
Kürdlerin, Kürdistan’ın, bölünmesinde, parçalanmasında, paylaşılmasında, Getrude Bell’in hazırladığı raporların etkili olduğunu vurgulamak gerekir kanısındayım. Bu çağda, yirmibirinci yüzyılın ilk çeyreğinde, Getrude Bell’i yalanlamak Kürdler için önemli bir çaba olmalı.
BM Özel Temsilcisi Alvero Desoto-İBV Başkanı İbrahim Gürbüz Diyalogu
Bu ilişkiler konusunda bir görüşmeyi daha dile getirmek yararlı olabilir: 2014 sonlarında, Henrick Boll Vakfı ile İBV’nin, IŞİD’in yenilgisinden sonra Diyarbakır’da düzenlediği bir konferans gerçekleşmişti. İbrahim Gürbüz bu toplantıyı anılarında da anlatıyor. Bu anlatım kısaca şöyle:
Bu süreçde, Şeyhmus Diken gibi çok sayıda arkadaşın da katıldığı bir yemekte, İBV Başkanı İbrahim Gürbüz’ün, Birleşmiş Milletler Özel temsilcisi Alvero DeSoto ile yaptığı bir diyalog dikkat çekmişti. Bu görüşmede, İBV Başkanı İbrahim Gürbüz, Alvero Desoto’ya bir soru sormuştu. Soru şöyleydi: “Bugün Kürdler, Güney Kürdistan’da, Rojava’da, Uluslararası Koalisyon Güçleri’nin havadan desteği ile DAİŞ’e karşı savaşıyorlar. Yarın, savaş bittiğinde, Kürdler, kurulacak masada, diplomasi masasında olacaklar mıdır? Ve bu savaşın sonucunda Kürdlerin bağımsızlık şansı var mıdır?” Alvero Desoto’nun cevabı şöyleydi: “… Kürdlerin bir şansı var. Mesut Barzani gibi bir liderleri var. Mesut Barzani batılı liderle tarafından saygınlığı olan bir lider. Avrupalı, ABD’li devlet başkanları tarafından saygıyla anılıyor. Eğer Kürdler, Mesut Barzani’nin etrafında birleşir, Hewlêr’deki, Duhok’daki toplantılar devam ettirilirse, bir sonuç elde edebilirler. Aksi halde çok zor…”([ii])
Önemli Bir Soru
İlkçağlarda Kuzey Mezopotamya’da yaşayan halklarla bugünkü Kürdler arasında ne gibi bir ilişki vardır? İbrahim Küreken’in sözü edilen incelemesinde, eski çağlar bölümünde, Suilerden, Naîrilerden ve Urartulardan söz ediliyor. Ama, bu konuya değinilmemiş. Bu konuya da değinilmiş olsaydı kanımca iyi olurdu.
Îhsan Çolemêrgî, Kuzey Mezopotamya Uygarlığı’nda Hakkari (Lis Yayınları, İkinci baskı, 2019) kitabında bu konuda şunları söylüyor: “Urartu Federasyonu’nun güney kanadında Naîriler yaşıyordu. Hakkari, Şemdinan’da, Nehrilerin, Ubeydullah Nehri ailesinin, adlarını, Naîrilerden alması büyük bir olasılıktır.” (age, s. 98, 104, 467, 582)
Kanımca bu açıklama ilk çağlardaki halklarla bugünkü Kürdler arasına çok önemli bir bağ kuruyor. Naîrilerin Kürdlerin atalarından bir olduğunu da vurgulamak gerekir.
İlkçağlarda, ta Sumerlerden itibaren, Subari, Subarto… gibi adlarla anılan, adı Heredot Tarihi’nde de geçen halkın da bugünkü Zebariler olduğu çok açıktır. Subari, Subarto adları İbrahim Küreken’in incelemesinde Suiler olarak geçiyor. (s. 27) Hoşyar Zebari, İrak Maliye Bakanı olduğu dönemde (2014-2016) Zebarilerin kökünün Subariler olduğunu vurgulamıştı. Hoşyar Zebari’nin, 2005’den itibaren yani Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurulmasından itibaren on yıl kadar süreyle de Dışişleri Bakanlığı yaptığı da biliniyor. Bu açıklama da İlkçağlarda Kuzey Mezopotamya’da yaşayan halklarla bugünkü Kürdler arasında önemli bir bağ kuruyor. Bu konuda benim, Kuzey Mezopotamya Uygarlığında Hakkari kitabıyla ilgili olarak, aynı başlık altında kaleme aldığım yazıya da bakılabilir. (nerinaazad ve öbür siteler, 10 Ocak 2022)
#Şemdinli#’de sınırı geçince Bradost, Sêdeqan bölgesine varıyorsunuz. Zebari bölgesi daha Batı’da, Büyük Zap’ın yakınlarında yer alıyor. Barzan, 19. Yüzyılın ortalarında Zebari bölgesinde kurulmuş küçük bir köydü. Barzan Köyü, Barzaniler, Barzan Medresesi etrafında, bağımsız küçük aşiretlerin kendilerine katılımıyla, çeşitli aşiretlerden ayrılanların Barzanilere katılımıyla, ve Zebarilerden ayrılanların Barzanilere katılımıyla büyüdü. Kürdlerin ulusal ve demokratik haklarını kazanma çerçevesinde Irak’la yapılan savaşlar büyümeyi hızlandırdı
Barzan Medresesi, Barzan Şeyhleri
Barzan Medresesi dinsel bir kurum olmaktan çok politik bir kurumdur. Barzan Medresesi, her zaman, dinsel değerler çerçevesinde, Kürdlerin, Kürdistan’ın özgürlüğünü, bağımsızlığını dert edinmiştir. Barzan şeyhleri, dinsel bir kişilik olmaktan çok politik kişilerdir. Barzan Şeyhleri, her daim, dinsel değerlerini de koruyarak, Kürdlerin, Kürdistan’ın özgürlüğünü, bağımsızlığını dert edinmişlerdir. Seyh Abdüsselam Barzani (1868-1914) ile başlayan bu süreç, Şeyh Ahmet Barzani, Mele Mustafa Barzani, İdris Barzani, Mesut Barzani, Mesrur Barzani, Nêçîrvan Barzani… ile sürüp gelmektedir. Bu süreci Şeyh Muhammed Barzani (ö. 1903) ile başlatmak da mümkündür.
Barzan Aşireti’nin mücadelesi aşiretler arası bir mücadele değildir. Ulusal mücadeledir. Bunun en önemli göstergesi, 1943-1946 döneminde, Barzanilerin, Mele Mustafa Barzani önderliğinde Mahabad’a geçmeleri, Mahaba Kürd Cumhuriyeti’nin kurulmasında etkin rol almalarıdır.
Barzanilerin, Barzan Medresesi’nin bu niteliğinin, Kürdistan’ın öbür parçalarında yaşayan Kürdler üzerinde de etki yarattığı çok açıktır. 1960’lı, 1970’li, 1980 ‘li … yıllarda bu etkiyi rahatlıkla görmek mümkündür. Daha doğrusu bu etkiyi, 49’lar olayından beri, Irak’ta, albay Abülkerim Kasım önderliğinde gerçekleşen, 14 Temmuz 1958 askeri darbesinden beri, yani, Mele Mustafa Barzani’nin, peşmergelerin, Sovyetler Birliği’nden dönüşünden beri görmek mümkündür.
Mesut Barzani’nin, neden Kürd milli kıyafeti ile, peşmerge kıyafeti ile dolaştığını bu çerçevede yorumlamak önemli olmalıdır.
Sonuç
İbrahim Küreken, bu çalışmasında Osmanlı belgelerini çok farklı bir şekilde yorumluyor, çok farklı bir şekilde değerlendiriyor. Bu yorumlamanın, değerlendirmenin çok daha doğru olduğu kanısındayım. İbrahim Küreken’in, Kürd toplumunda, bir kesimin, bir mîrin, bir ailenin vs. diğerlerine karşı, öne çıkmasını engelleyici bir toplumsal, siyasal kültürün varlığından söz etmesinin, bu çerçevede, Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un, Dar Koridor kitabına atıf yaparak düşüncesini temellendirmeye çalışmasının çok yararlı olduğunu düşünüyorum. Daron Acemoğlu ve James A. Robinson’un, Ulusların Düşüşü ve Dar Koridor gibi çalışmalarının bu konularda çok önemli olduğu kanısındayım.
İbrahim Küreken, çalışmasının Son Yerine bölümünde, bu konu ile ilgili düşüncelerini daha açık bir şekilde dile getiriyor. Bu bölüme açıklayıcı ve yol gösterici bir bölüm diyebiliriz.
Kürdler/Kürdistan konularında, Türkiye, İran, Irak, Suriye gibi devletleri, daha sonra ABD, Sovyetler Birliği/Rusya Federasyonu gibi devletleri, daha sonra da Birleşmiş Milletler, İslam Konferansı, Avrupa Konseyi, Avrupa Birliği gibi uluslararası kurumları eleştirmek şüphesiz çok önemlidir. Ama Kürdlerin kendi toplumsal ve siyasal kurumlarını, kültürel değerlerini eleştirmesi ve bu eleştirilerini sürekli kılması da çok önemli olmalıdır.
[i] 22 Mayıs 2022-31 Mayıs 2022 tarihleri arasında, İBV Mütevelli Heyeti Başkanı ve Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Gürbüz ve İBV Mütevelli Üyesi Celal Temel’le ve Avesta Yayın Yönetmeni Abdullah Keskin’le birlikte Kürdistan’ın güneyinde bir gezi gerçekleştirdik. Bizler için çok önemli ve değerli olan bu geziyi Botan Tehsîn Muhammed’in organize ettiğini de, kendisinin de bizimle birlikte dolaştığını, yöreler ve kişiler hakkında açıklamalar yaptığını belirtmek gerekir.
Gezi sırasında, sınıra on km. kadar mesafede bulunan Piran Dağı’na da ulaştık. Kör Hüseyin Paşa’yı mezarında ziyaret ettik. Kör Hüseyin Paşa, oğlu Abdullah Beg ve yeğeni Ahmed Zero ile ceviz ağacının altında, birlikte yatıyor. Üç mezarlık taşla çevrili belirli bir bölüm içinde. Sınıra doğru uzayan yolun sol kıyısında. Bu yol, kuzeye doğru ilerledikçe, Şemdinli’nin Rubaruk (Derecik) ilçesine kadar varıyor. Rubaruk askerlik yaptığım dönemde (1962-1964) küçük bir köydü. Mezar bakımlı. Mezar taşında Hüseyin Paşa Heydarî yazıyor. Kırmızı, sarı, beyaz, mavi kır çiçekleri mezarlara ayrı bir güzellik, ruhaniyet veriyor.
Mezarlık ziyaretine Barzani Vakfı Başkanı Musa Ahmed ve kardeşi İsa Ahmed de de katılmıştı. Musa Ahmed’in köyü, Keloq Köyü de Piran Dağı’na yakın bir alanda…
Yukarıda belirtmiştim: 22 Mayıs 2022-31 Mayıs 2022 tarihleri arasında, İBV Mütevelli Heyeti Başkanı ve Yönetim Kurulu Başkanı İbrahim Gürbüz ve İBV Mütevelli Üyesi Celal Temel’le ve Avesta Yayın Yönetmeni Abdullah Keskin’le birlikte Kürdistan’ın güneyinde bir gezi gerçekleştirdik. Sınırda Piran Dağı bölgesinde, bu tür konular üzerinde gerçekleşen sohbet sırasında, çiftçilik yaparak geçimini sağlayan bir Kürd’ün de benzer görüşler ifade ettiğine tanık oldum.
Piran Dağı çok görkemli bir dağ. Sınıra on km. kadar mesafede. Piran Dağı’nda geyikler, dağ keçileri, ayılar, tilkiler… çoğalmış, özgürce dolaşıyorlar. Doğaya saygı gelişmiş. Yana hayvanları öldürülmüyor.[1]