Sesiyle #Kürdistan# dağlarında yankılanan turnaların sedasını andıran Sarya Ertaş’ı, en az 30 kişiyle yerde sürüklediklerinde kimse görmedi. Türk medyası, kör oldu. Lal kaldı. Bu olağanüstü sese katil gibi çökmeleri, tek satırlık haber bile olmadı.
Bunlar kan, irinle tiksindirici bir ağın bekçileri katiller, uyuşturucu kaçakçılarının koruyucuları, mafyaya siper budyguardlarıdır.
Kara para nakliyatçısı İranlı Sarraf, bunlara yüzde vermekten, dernekleri, vakıflarına 100, 300 milyon dolar bağışlamaktan helak düştüğü için sonunda gidip Amerika’ya sığınmak zorunda kalıyordu.
Uyuşturucu baş tacirleri ise cömertçe dağıttıkları Amerikan dolarını kalkan ve göz bağı yaparak, Latin Amerika sahillerinde muktedir “mahdumları“nın dokunulmaz gemilerine yükledikleri zehiri (uyuşturucu) kazasız, belasız tüketim piyasası Avrupa‘ya, Afrika ve Ortadoğu’ya sürülmek üzere, Akdeniz’in güvenli limanlarına taşıyorlardı.
Ama Azeri Mansimov, o kadar şanslı değildi. Dağıttığı onca rüşvete ve muktedirin oğluna armağan ettiği gemiye rağmen, para hazinelerini ve sahip olduğu limanı gasptan kurtaramadı.
Bunlar gerektiğinde mayayı da soyan ordusu, polisi, adliyesi de olan bir Mafya idi.
İranlı uyuşturucu kaçakçısı Zindaşti, bunlarla kazancını bölüştüğü halde hapse atılınca, muktedirin baş adamına sunduğu bir balya dolar karşılığında hayatını satın alıyordu. O sırada, “yüksek himayeye mazhar” bir “yerli ve milli Mafya” kolu da adı devlet olan bu yapının ordusuna ait zırhlı savaş araçlarıyla, “otele çökme” seferine çıkıyordu.
Ve Kürtler, kendini devlet sanan bu “rizî”nin (çürümüş) elinde esirdi. Çürümüşlük de göbeğiyle mafyaya bağlı ve onun emrindeydi...
Kürtler yüz yıldan beri, bunlardan kurtulma savaşı veriyordu. Çürümüşlüğün en gaddar hali de şehirleri insan başına yıkan, kafa kesen, diri diri insan yakan dinciler aşamasıydı. Dincilerde utanma kavramı yok, hak ve adalet olgusu ölüydü. Çalmak ve öldürmek ise onlara haktı.
“Muhalefet” gibi yapan rejim partileri de Selahattin Demirtaş’ın söylemiyle “iktidarın yağlı ekmeğine yağ döken”di.
Bunların tümü geçenlerde el ve ağız birliği ve “terörist” şamatasıyla, Kürt milletvekili Semra Güzel’in başına üşüştüler. Semra Güzel’in suçu,
Mafya düzenine karşı dağa çıkmış nişanlısıyla, yıllar önce fotoğraf çektirmekti.
Oysa bu düzenin muktedirleri, kıtalar boyunca insan zehirleyen kaçakçılarla çektirdikleri fotoğraflarda, “geri tepmeli bir şerefle” halkına gülümsüyor, başarılarını kutluyorlardı. Mafya hizmetkarlarına göre Semra Güzel, teröristlere yardım ve yataklıktan suçluydu. El kaldırıp milletvekili dokunulmazlığını kaldırdılar. Rejimin adliyesi onu tutukladıktan sonra “derekap” 15 yıl hapis cezası istemiyle dava açtı.
Gelgelim, Kürtler dağa çıkmaya zorlanmış bir halktı. En basiti, turnaların ötüşünü yasaklar gibi dillerini konuştukları kelimeleri yasakladılar. Yüz yıllık hakarettir bu. Bu çağda eşi olmayan aşağılama. Mafya düzeninde Kürtçe ibadet eden din adamları mahpus.
Bir halkın binlerce yıllık ülkesi işgal altında. Onuru kırık halkın ruhu işkence, öldürüm ve yangınlar içinde. O nedenle yüz yıldan beri Kürtler, çaresizliğin çaresi olarak, ölümü göze alarak yönlerini dağlara veriyorlar.
Sayısız genç evlendikleri günün gecesi, govend durduğunda, vedalaşarak dağlara yöneldiler. Bu onurlu olmaktan habersiz barbarların (onurlu kişi, başkasının onuruna saygı duyandır) anlayacağı bir davranış değildir.
Barbarın anladığı şey değil ama Kürtler yüz yıldır, parmaklarındaki nişan yüzüğünü, ay ışığında ışıldatarak dağa yürüyorlar. Semra Güzel’in nişanlısı da hem sevdiğini, hem de eğitimini geride bırakarak bu kervana katılanlardan.
Düşmanın kestiği ceza yeni değildir. Yüz yıldır, Kürtlerin insanlık mücadelesinde ışıldayan bir onur madalyasıdır, bu. Ama bunlar insani değerlere yabancı. Bunlar yok edici ve hırsız çocukları. Hırsız ve katilin vicdanı, tanıdığı, bildiği değer yok. Bu yüzden torunlarına tecavüz ediyor, dincisi tecavüzcü çıkıyor.
Dahası yer yüzü değerlerine, tarihe, yaratıcılığa, insan mutluluğuna düşman. İnsan gülüşü yasaklanır mı? DAİŞ gibi bunlar da yasaklamaya kalkıştı. Allah, cami, namaz diye diye “Allah’ın yarattığı” dedikleri dil, kültür, kimliği yani Allah’ı yasaklayandır bunlar. Bülbülün, turnanın ötüşü onun müziğidir. İnsanın da melodisi...
Müziği yasaklıyor, barbar. Konseri suç sayıyorlar.
Geçenlerde müzisyen Gülşeni hapishaneye sürüklediklerinde, Türk medyasının bir kesimi ayağa kalktı. İnsani bir refleksti, bu. “Ne iyi, insanlık hala yaşıyor” dedik ve sevindik. Ama o kadar, işte. Burası İran ya da Amerika değildi. Herkes kendince insandı. Mum misali, salt dibine ışık veriyordu. Başkasının acısı, bunların derdi, kasveti, kederi değildi.
Çünkü beyinler ırkçı afyonla uyuşturulmuş. Kürt’e zulüm yerindedir, ona göre. Dedelerinin dedelerinden duydukları bu. Mesela geçenlerde, sokakta halka açık şekilde uygulanan işkencede Iğdır milletvekili Habip Eksik‘in bacağını kırdılar. Türk medyası salt, yürek soğutmak için andı onu.
Sesiyle Kürdistan dağlarında yankılanan turnaların sedasını andıran Sarya Ertaş’ı, en az 30 kişiyle yerde sürüklediklerinde kimse görmedi. Türk medyası, kör oldu. Lal kaldı. Bu olağanüstü sese katil gibi çökmeleri, tek satırlık haber bile olmadı.
Çünkü Sarya, Kürt kızıydı. Dağların, başkaldırı ve aşkın şarkısını söylüyor, Hasankeyfi’n ağıdını mırıldanıyordu. O, ülkesinin yaralı sesiydi.
Bir Çerkez olan babası da hastalığı iflah olmaz bir ırkçı olan, Ümit Özdağ’ın arkadaşlarının Kızılderililerin katili Amerikalı General George Costner’den çaldıkları deyişle, “iyi Kürt, ölü Kürt”tü. Türk medyası bu yolda yürüdüğü oranda besleniyordu...
Oysa, dağların avazı Sarya‘yı esir almak, bülbülü öldürmek gibiydi. Yadırgamayın. Barbarlar kendine yaraşanı yapar her zaman...[1]