Eski #Amed# Ermeni mahallelerinde, ne o başkasına yardım etmekten başka bir şey düşünmeyen sessiz, kimsesiz Ermeniler kaldı ne de Gağant’larımızın misafiri #Kürt#ler...
Elbette bu saldırılar karşısında direniş ve mücadelede kendini örgütlüyor. Onurundan, kavga ve dostluğundan, bitmeyen sevdasından başka bir şeyi olmayanların dünyasını yaratma ve yaşatma iddiasını büyütmek herkesin görevidir.
Her yeni yıl öncesi Amed Ermenilerini heyecanlı bir hazırlık alırdı. Gağant’ın gelişi bir başka olurdu. Yeni elbise ve ayakkabılar alınır. Dolma, içli köfte, balık hazırlanırdı. Saç örgüsü, çocuk resimli çörekler yapılırdı. Konu komşu hazırlığın bir parçası olurdu. Mahallenin sakinleri bilirdi, Ermenilerin “zadig”inin (bayram) geldiğini. Çocuk halimizle anlardık, farklı bir gün ve gece geçireceğimizi. Sabırsızlıkla Gağant’ı beklerdik. Çünkü o gün, diğer günlerde yiyemediğimiz yemekleri yiyeceğimizi, en güzel elbiselerimizi-ayakkabılarımızı giyeceğimizi bilirdik. Pazar günü kilisede yapılacak ayin için bir gün önceden kömürle çalışan ütülerle pantolonlar ütülenirdi. Üst-baş gözden geçirilir, her şeyin temiz ve düzgün olmasına çalışılırdı.
Kiliseler ayin yeri, bir inanç mekanı olduğu kadar Ermenilerin bir araya gelip buluştuğu, sohbet edip dertleştiği, yaralarına merhem aradıkları yerdir. Kilise yönetimi de takım elbiseleriyle her zaman hazır olurdu. Kiliseye gelenleri karşılarlardı. Surp Giragos Kilisesi’nin avlusundaki küçük havuzda, Amed’in kavurucu sıcağında çocuklar serinlerdi. Yaşlı İncik Baco herkesin bacısı olurdu. Amed Ermenileri birbirine lakap takmakta, isimleri kısaltarak söylemekte ustaydı. Antranik’e Anto, Kevork’a Kevo, Artin’e Ero, Mari’ye Maro diyerek birbirlerini çağırırlardı. Önemli bir bölümü de Kürtçe bilir ve konuşurdu. Hatta bazen Kürt mü, Ermeni mi olduklarına şüphe duyanlar bile olurdu.
Xançepek Mahallesi’nde elinde bastonu, yüzünde pamuktan yapılmış takma sakalı, üstünde geniş uzun elbisesi olan birkaç insan kapıları çalarak serê salê-serê salê-serê salê pîroz be deyip birkaç cümle Kürtçe daha ekleyip para ve çörek toplardı. Hem Hıristiyan halkın Gağant’ı kutlanır, Kürtçe türküler söylenir hem de eğlenceli bir akşam geçirmeye çalışılırdı. Bazı Kürt gençleri de Noel Babayı andıran kılığa girerek Gağant’ın bir parçası olurlardı. Dostluk içinde geçen bir Gağant, halkları bir anlamıyla buluşturan, yakınlaştıran bir gün olurdu.
Yıllar geçti… Şimdi o güzelim tarih ve Haylık kokan Xançepek Mahallesi artık yok. İttihatçı-Kemalist devletin vahşeti ve yıkımı sonucu o emek ve tarih kokan evlerimiz resimlerde, anılarda kaldı. Önce silahlarla delik deşik edip parçaladılar evleri ve kiliseleri, sonra yıktılar. Eski Amed Ermeni mahallelerinde, ne o başkasına yardım etmekten başka bir şey düşünmeyen sessiz, kimsesiz Ermeniler kaldı ne de Gağant’larımızın misafiri Kürtler...
Egemenler dokunmazsa, kışkırtıp halkları birbirine kırdırmazsa, düşmanlıklar yaratıp kini ve intikamı halkları kıran kılıç yapmazsa halklar barış ve huzur içinde yaşayabilir. Birbirinin acısını dinler, çayını-kahvesini yudumlar, stranlarını birlikte dinler. Ezilen halklar her zaman birbirlerinin acılarını anlamaya ve hissetmeye devam edeceklerdir.
Yıkımın ve acının son bulmadığı bir yıl daha geride bıraktık. Halklar, özellikle Kürtler yaşadıkları acılarının yasını bile tutamadan yeni acılarla karşılaştılar. Adalet arayışı devam ediyor.
Bundan on yıl önce 28-29 Aralık 2011’de gece yarısı devletin Uludere dediği Roboskî’de bir katliam yaşandı. TC devleti yetkilileri bu katliama, Uludere Olayı, Uludere Operasyonu, Operasyon Kazası vb. dedi. Katliam uzun süre (12 saat) kamuoyundan gizlendi. Sorumlular elbette yargılanmadı.
Yeni bir yıla, yeni bir katliamla girildi. Yeni yıl kutlamaları iptal edilmedi ve katledenler değil katledilenler suçlandı. Çünkü ölenler sadece kaçakçı değil, aynı zamanda Kürt’tüler. Devletlular katında katledilmeleri doğaldı.
Çoğu 18 yaşından küçük, 23’ü aynı aileden olan 34 kişinin savaş uçaklarıyla katledilmesi, devletin Kürt’e neyi hak gördüğünü bir kez daha ortaya koyuyordu. Katır sırtında iki bidon mazot, iki karton çay getirenlerin en sonunda cansız bedenleri ulaştı ailelerine.
Parçalanmış çocuğunun bedeninden geride kalan ayakkabının tekini görüp saatlerce sarılıp koklayan annenin acısı için ne denilebilir? Etrafa saçılmış parçalar arasında evladını arayan annenin Oğlum uzun boyludur. Beni öperken hep eğilirdi sözleri karşısında ne denilebilir? Onların adalet arayışı karşısında saygıyla eğilmekten başka….
Bu topraklarda adalet hiçbir zaman kendiliğinden gelmedi. Katledilen, tutuklanan, haksızlığa uğrayanların aileleri, yakınları yine devletin yok sayması, saldırı ve engelleri ile savaştı. Adalet için gözaltına alındı, yerlerde sürüklendi, hakarete uğradı, şiddete maruz kaldı, tutuklandı.
Çünkü devletin adaleti Roboskî idi, devletin adaleti Cumartesi aileleri idi, devletin adaleti Şenyaşar ailesi, Gülistan Doku ve daha niceleri idi... Tüm bu yaşananlar karşısındaki tutum onların adaletten ne anladığını göstermeye yeter… Örneğin Urfa’da tüm tanıklara, kayıtlara rağmen adaleti arayan Şenyaşar ailesinin direnişi ve vicdanları parçalayan çığlığı herkese bir kez daha gerçek adaletin ne olduğunu hatırlattı. Ya da yeni yılın ilk günü Dersim’de 2 yıldır kendisinden haber alınmayan Gülistan Doku’nun ailesinin yorulmayan direnişi…
İşte bu yüzden; devletin adaleti Taybet Ananın günlerce cansız yerde yatan bedenidir. Emine Şenyaşar’ın adalet sarayları önündeki bitmeyen çığlığıdır.
Ve işte bu yüzden Kürt anaları Roboskî’yi, Maraş’ı, 33 Kurşunu, Taybet anayı, Emine Şenyaşar’ı, Hacı Lokman’ı unutmaz…
Elbette bu saldırılar karşısında direniş ve mücadelede kendini örgütlüyor. Onurundan, kavga ve dostluğundan, bitmeyen sevdasından başka bir şeyi olmayanların dünyasını yaratma ve yaşatma iddiasını büyütmek herkesin görevidir.
Yaşamı, toplumu, Türkiye’yi ve Ortadoğu’yu değiştirmeden yeni gelmeyecektir. Özgürlükten, adaletten yana ve taraf olmayanlar için her şey eski kalmaya devam edecektir. Öyleyse vuralım eskiye yıkılsın, omuz verelim yeniye yeşersin![1]
Nubar OZANYAN