İnsan Hakları Derneği’nin sokağına doğru yürüyorum, sokak girişinde TOMA’lar, tanklar ve onlarca polis var. #Diyarbakır# İHD bürosunda Sarmaşık Yoksullukla Mücadele Derneği’nin basın açıklaması olacak. Medyanın geldiği durumu gösterircesine açıklamada tek kamera var. 10-15 kişi kadarız. Bunca tank, TOMA, polis bizler için gelmiş meğer!
Basın açıklamasından sonra Ofis semtine doğru yöneliyoruz. Her zaman oturduğum kafelerden birine oturuyorum. Birkaç masa var. Bugünlerde şehirde en çok konuşulan konu #Kürtler#in bu yapılanlar karşısındaki sessizliği. Kafenin sahibi “Selahattin Başkan alındıktan sonra kafeye 3 gün kimse gelmedi. Şimdi yine insanlar geliyorlar, ama eskisi gibi değil. Herkes de büyük bir hüzün var” diyor.
Bu kadar çabaya devletin verdiği cevap, devlete karşı büyük bir küskünlüğe dönüşmüş durumda
Bir başka esnaf ise insanların korktuğunu, aylardır Suriçi’ne adım atmayan insanlar olduğunu söylüyor. Ufacık bir basın açıklamasına onlarca polis, TOMA’nın gittiği memlekette korkmamak elbette mümkün değil.
Ama yine de bu sessizliğin korkudan başka nedenleri olduğunu düşünüyorum.
Burada insanlar barış için o kadar çok çaba gösterdiler ki, onca çabadan sonra başlarına gelenler büyük bir hayal kırıklığı yarattı.
İnsanların bu şehirde canı acıyor. Bu hal bir küskünlük, bir acı çekme hali aynı zamanda.
Burada halk, yerel yönetimleriyle, siyasi temsilcileriyle, sivil toplumuyla barış için her türlü katkı ve çabayı gösterdi. Bu kadar çabaya devletin verdiği cevap, devlete karşı büyük bir küskünlüğe dönüşmüş durumda. Bu ruh halinin ileride neye yol açacağını tahmin etmek güç.
Şehrin her tarafı bize savaşın içinde olduğumuzu hatırlatıyor. Her yer barikatlarla çevrili. Belediyelerin önü, ana alterler, hatta parklar bile. Bir yerden bir yere yürürken barikatlar, TOMA’lar, tanklar arasından geçiyoruz. Bir restoranda otururken uzun namlulu silah taşıyan insanlarla aynı mekanda yemek yemek durumunda kalıyoruz. Şehrin göbeğindeki Anıt Park’ın bile her metre karesi Türk bayraklarıyla dolu. On binlerce yıllık surlarımızın üzeri bayraklarla örtülü. Her köşe başında, her sokak başında, her yerde sivil giyimli ya da üniformasıyla polis, asker, özel timler var.
Bu hayatı yaşamak kolay değil. Bu hayatın içinde ayakta kalabilmek, umutlu olabilmek, yaşama devam edebilmek gerçekten kolay değil.
Dün belediyede çalışan bir arkadaşım şöyle söylüyordu:
“Kendi kurumundan kaçıyorsun, ona yabancılaşıyorsun. Eskiden bir etkinlikte bizim belediyenin logosu daha büyük olsun diyorduk, şimdi belediyenin logosunu koymasanız da olur diyoruz. Artık kendi kurumlarımıza bile yabancıyız. Çünkü belediye artık bizi temsil etmiyor.”
Basın kuruluşlarımız yok artık. Sivil toplum örgütlerimiz yok. Belediyelerimiz yok. Parlamentodaki temsilcilerimiz yok. Demokratik seçimlerle seçtiğimiz temsilcilerimize bu muamelenin reva görülmesi içimizde onarılmaz bir kırgınlık yaratıyor. Sadece bir birey olarak acı çekmiyoruz, bir şehir, bir halk topyekûn acı çekiyor.
Öte yandan seçtiğimiz temsilciler içerideyken, hükümetin yeni muhataplar belirlediğini duyuyoruz. Hala Kürtlerin kendi seçtikleri temsilcileri olmadan bir “çözüm süreci” başlatabileceklerine inanıyor olmaları önce absürt geliyor. Sonra aynı hataları on yıllardır tekrarlayan bir ülkede yaşadığınız için lanet ediyorsunuz.
Batıdan sık sık arkadaşlarım arıyor. “Nasılsınız?” diye soruyorlar.
Diyarbakır gibiyim. Hüzünlü, öfkeli, küskün. Ama hala ayakta![1]
Nurcan Baysal