#Kürt# sanatçı Serhat Ertuna, “Çağdaş sanat anlatmak istediğini direkt ve yüzeysel değil, güçlü ve düşündürücü bir alt metinle anlatır. İnsanı düşünmeye itmesi, semboller, şifreler ve referanslarla keşfe çıkarması, çoğu zaman seyircinin tercih etmediği bir durumdur. Zor olan kabul görmez bazen” diyor ve güncel sanatı “felsefenin sanat hali” olarak tanımlıyor.
Son yıllarda Kürt çağdaş sanatçıların sesi dünyanın hemen her yerinde oldukça gür çıkıyor. Kanada’dan Japonya’ya kadar, özellikle de Avrupa’da irili ufaklı birçok etkinlik ve organizasyonda, sergi, festival ve bienale Kürt sanatçıların damga vurduğunu söylemek abartı olmaz. Bu görünürlüğün birçok sebebi olabilir, ancak bütün olarak Kürt toplumunu sosyal, ekonomik ve politik anlamda bir çağdaşlaşma, hatta deyim yerindeyse kendi çağını yaratma iddiasıyla değerlendirdiğimizde estetik algısındaki bu eğilimi anlamlandırmak da çok zor olmasa gerek. Bu eğilim her ne kadar olumlu bir heyecan yaratsa bile beraberinde yeni tartışmalar getirmesi de olağan ve gerekli.
Biz de çağdaş sanata dönük bu eğilimin yansımalarını Serhat Ertuna’yla konuştuk. 1981 yılında Nusaybin’de doğan Ertuna, uzun yıllar Amed Şehir Tiyatrosu’nda, daha sonra da Mezopotamya Kültür Merkezi bünyesinde tiyatro oyuncusu olarak görev aldı. Üniversite lisans öğrenimimi İsviçre’de Zürih Güzel Sanatlar Üniversitesi'nde, güncel sanatlar (Fine Arts) alanında yaptı. 2020’de ise aynı üniversite ve aynı bölümde yüksek lisans eğitimini tamamladı. 2014’te aranjörlük ve prodüktörlüğünü Ayhan Evci’nin yaptığı “Lamekan”, 2018’de ise “AS” adlı albümlerini yayımladı. Uzun yıllardır İsviçre’de yaşayan ve burada çalışan Ertuna, ayrıca kurucuları arasında yer aldığı MezoArt adlı dernek bünyesinde güncel sanatlar alanında üretimler yapıyor.
Ertuna, “Çağdaş sanat anlatmak istediğini direkt ve yüzeysel değil, güçlü ve düşündürücü bir alt metinle anlatır. İnsanı düşünmeye itmesi, semboller, şifreler ve referanslarla keşfe çıkarması, çoğu zaman seyircinin tercih etmediği bir durumdur. Zor olan kabul görmez bazen” diyor ve güncel sanatı “felsefenin sanat hali” olarak tanımlıyor.
Hem müzik hem de çağdaş sanat alanında on yıllardır aktifsiniz. Birazdan iki farklı alana da değineceğiz ancak önce daha genel bir soru sormak istiyorum. Sizi sanatla iç içe tutan şey ne?
Kendimi bildim bileli sanatla ile iç içeyim. İçimde sürekli biriken bir şeyler mevcut ve bu birikim ancak sanat yoluyla açığa çıkıyor, işte bu enerji beni sanatın merkezinde tutmaya yetiyor. Sanatın bir karakter biçimi olduğuna da inanıyorum, özden gelen bir duygudur yani. Eğitim bunu nasıl kullanacağınızı öğretir sadece; törpüler, yol gösterir, bazen kalıplara sokar ama size ait olan sizde büyüyerek var olmaya devam eder. Durum böyle olunca konserve kutusuna bile başka bakarsınız. Kafanızın içi imge, metafor, semboller ve şifreler evrenine döner. Yaşadıklarınız, çevrenizde olan bitenler sanatsal üretimlere dönüşerek sizi bu alana kanalize eder.
Peki böyle bir durumda, yani bir sanatçı olarak kendinizi toplumun neresinde görüyorsunuz. Daha doğrusu statüsüz bir toplumun parçası olarak kendinizi Kürdistan toplumunun neresinde görüyorsunuz?
Nedense bu soruya çoğunlukla sanatçılar maruz kalır. Politikacılar, zenginler, din adamları vs. dururken. Yani en basit şekliyle cevaplarsam içinde, yanında, önünde, arkasında görüyorum. İlla fiziki bir yakınlık olmak zorunda değil. Edip Cansever “İnsan yaşadığı yere benzer…” der. Yani kalıcı olan özdür ve bununla beraber sizin kendinizi ne toplumunuzdan soyutlamanız ne de dünyaya sırt çevirmeniz gerekir. Kürt kimliğimle bir dünya vatandaşıyım aynı zamanda. Doğduğum coğrafya, etnik kökenim beni diğer dünya toplumlarından ayrıcalıklı yapmıyor. Kendimi belli kalıplara sıkıştırarak dünyadan da soyutlamıyorum.
Aslında deminki soruyu kime sorarsak soralım insanların içini rahatlatacak yanıtlar verir fakat özellikle son yıllarda savaşın şiddetlenmesiyle beraber sanatçıların söyledikleriyle yaptıklarının birbiriyle uyuşmadığı, sanatçıların toplumla arasında ciddi çatışmalar olduğu düşünülüyor. Sanatçının eylem ve söyleminin tutarlı olması gerektiği üzerine ne söyleyebilirsiniz?
Bence bu çok genel bir soru, tüm sanatçıları içine alan ve içinde haksızlık olan bir soru. Ortadoğu toplumları, sanatçıları rol ve biçim olarak çok örnek alıyor bana göre, çok misyon yüklüyor ve çok fazla etkisinde kalıyor. Sanatçılar lider değil, toplumun içinde kendilerini var eden herhangi bireyler sadece. Yani deyim yerindeyse o kadar da anlam yüklemeye gerek yok, kutsal suyla kusanmış değiller. Sanatçılık bir meslektir, tıpkı mimarlık gibi, kimse ünlü bir mimara bu yukarıda sorduğunuz soruyu sormuyor. Bence bu durumda daha çok sanatçının yapıtı önemli olmalı, bakış açısı çok tehlikeli olmadığı sürece ne yaptığı ne söylediğinin ne önemi var ki. Mesela kimse Picasso’yu, karakterini tartışmıyor. O, eseri Guernica ile zaten cevabını vermiştir, vermeye devam ediyor. Kaldı ki “eylem ve tutarlılık” dedikleri şey kime göre, neye göre, hangi insani değere, hangi oturmuş demokrasiye ve insan hakları idealine göre değerlendirilir. Hangi insani süzgeçten geçirilmiştir bu kavram, sanırım önce bunu tartışmak gerekir. Yaftalama ve linç kültürü bu kadar kolay ve revaçtayken bence bu soru sadece tek taraflı olmuş oluyor.
Bu konuda ayrıştığımız belli, zira sanatçı toplumun ruhuna dokunduğu için işin doğası gereği toplumsal bir sorumluluk üstlenmeli bana göre. Yine de az önceki soruyla bağlantılı olarak sormak istiyorum; Kürt sanatçıların eylem ve söylemlerinde tutarlı olduğunu düşünüyor musunuz?
Haklısınız, fakat bu onu bir muhataba dönüştürmemeli ama yine de az önce belirttiğim gibi, bu çok genel bir soru ve tüm sanatçıları kapsıyor, doğal olarak tehlikeli. Kürt sanatçıları dediğimizde tüm Kürt sanatçıları aynı kefeye koymuş oluyoruz, bu haksızlık olur. Ben ancak kendi adıma konuşabilirim. Genelleme yapmamaya da özen gösteririm.
İnsanlar sizi çoğunlukla, yaygın bir sanat biçimi olduğu için herhalde, müzikle biliyor. Biraz müzikle kurduğunuz bağı eserleriniz ve bugüne dek müzik alanında yaptığınız çalışmalar üzerinden anlatabilir misiniz? #Müzik#le kurduğunuz ilişki nasıldır?
Evet, Kürt camiası beni müzikle bilir çoğunlukla. Aslında bu biraz da bizim sanat politikamızla ilgili bir handikap. Topluma ne götürdüğümüz ile ilgili bir durum. Mesela burada (Avrupa’da) tam tersi, müzisyen tarafımı çok bilmezler, güncel sanatla yaptığım üretimler daha çok ön plana çıkıyor. Diğer taraftan müziğin diğer sanat disiplinlerinden ayrılan başka bir özelliği de toplumun her kesimiyle iç içe olması. Müzik her an her yerde olabiliyor, mekân ve zaman sorunu yok. Müzik ile toplumun her kesimine hitap etmeniz daha kolay.
Klişe bir cevap olabilir fakat ben çocukluğumdan beri müzik yapmaya çalışıyorum, bu bağ hep vardı. Müzik gruplarında yer aldım, müzikal projelerde yer aldım, konserler yaptım, besteler yaptım, yapmaya devam ediyorum, iki albüm çıkardım vs. Ben müziği iyi bir sevgiliye benzetiyorum, hep yanınızda duran, her duygunuza ses olan. Tüm duygu değişimlerinizde en çok sığındığınız odur, hep yanı başınızdadır. Adeta müzikle içinde hiç ayrılık olmayan bir ilişki yaşıyoruz.
Tok da bir sesiniz var. Coğrafyamız tok ve tiz sesleri sever. Esasen burada toplumun ortak beğenilerinden bahsetmek istiyorum. Her ne kadar sanatsal beğeniler kişisel ve biricik olsa bile toplumun estetik beğenilerinin çoğunlukla ortaklaştığını görürüz. Siz bunu nasıl açıklarsınız?
Bana göre topluma ne sunulduğuyla ilişkilidir bu durum. Kendi bireysel zevklerini yaratma olanakları pek olmayan toplumlarda “ortak beğeni” durumu daha çok ortaya çıkıyor. Bu aynı zamanda tek tipleştirme politikasıdır. Bir ülkenin ekonomisi, siyaseti nedeniyle, insanların kendi bireysel zevklerini oluşturma olanağı elinden alındığında, sana sunulan ile şekillenirsin, onların istediği gibi. Yıllardır empoze edilen müzikle, toplumun müzik kulağını, beğenilerini dejenere ederek değiştirdiler, bu kaosun içinde etnik, alternatif vs. sanatsal üretimler kendini var etme mücadelesinin yanında, alan bulmaya çalışıyor. Mesela toplumumuzda çoğunluğa Jazz dinletirseniz sevmeyebilirler ama bu Jazz’in kötü müzik olduğu anlamına gelmez.
Biraz da insanların çoğunlukla anlamsız bulduğu çağdaş sanattan bahsedelim. Son olarak Zürih’te bir serginiz açıldı. Biraz bu sergiden ve konseptinden bahseder misiniz?
Serginin ismi “How to Separate Carefully” dir. Sergi 6 ay sürecek. Sergide, maddi ve manevi, geçmiş ve gelecek, öznellik ve nesnellik, kendini algılama ve başkalarını algılama arasındaki farklı düzeylerde “arada olma” konusunu işliyor. Bu sergide her şeyden önce “aradaki duygunun” rol oynadığı çok kişisel bir yaklaşımla, toplumumuzun gri alanlarını kimlik, köken ve yaşam koşulları açısından ele alıyor.
Her ne kadar insanlar çağdaş sanatı anlamsız, pasif ve egemen sistemle iş birliği içerisinde değerlendirse de aslında günümüzde sisteme karşı en açık ve politik müdahalelerin çağdaş sanat alanında gerçekleştiğini de görüyoruz. Çağdaş sanat bu yanını neden insanlara gösteremiyor sizce?
Çağdaş sanat ya da en kabul gören ismiyle güncel sanat gösteriyor bence, hem de sorunların üstüne çok derinlemesine radikal bir şekilde irdeleyerek gidiyor fakat biz bu referansları, sembolleri, metaforları, felsefi derinliği ne kadar analiz edebiliyoruz, o tartışılır. Var olan çarpık sistemi, kapitalizmi ve eril bakış karşıtlığını en net biçimiyle, en sert işleyen günümüzde daha çok çağdaş sanattır. Fakat biz bu alanı ne kadar keşfettik ne kadar anladık ne kadar kabul ettik? Toplumumuzda aydın kesim de dahil çok yaygın bir önyargı var güncel sanata yönelik. Bu tarih boyunca hep yeni olanın kaderi oldu maalesef, yeni olan başta hep dışlandı, hep reddedildi. Bana göre güncel sanat eserlerinin diğer sanat eserlerine nazaran daha felsefi derinlikte olması insanların bu alana mesafeli olmasına neden olabiliyor. Bazen zoru sevmez, düşünmek istemez, yeni bir bakış açısıyla bakmaya alışmak istemeyiz, Nelson Goodman’ın tabiriyle ‘yeni dünyalar yaratmak’ istemeyiz. Çağdaş sanat anlatmak istediğini direkt ve yüzeysel değil, güçlü ve düşündürücü bir alt metinle anlatır. İnsanı düşünmeye itmesi, semboller, şifreler ve referanslarla keşfe çıkarması, çoğu zaman seyircinin tercih etmediği bir durumdur. Zor olan kabul görmez bazen. Güncel sanat bana göre felsefenin sanat halidir.
Dediğiniz doğru, maalesef bu alan halkla buluşamıyor. Mesela batıda artık topluma ve sanata öncülük eden güncel sanatlardır. Cancel/Callout Culture, Black Lives Matter, Woke gibi toplumsal reaksiyonların çoğu güncel sanatla güçlendi, dikkat çekti. En bildiğimiz, yanı başımızdaki Gezi direnişinde en güçlü ve dikkat çeken şey güncel sanatlarının etkisiydi. Duran adam eylemi burada bizim okullarda ve dünyada en çok ses getiren performanslardan biriydi mesela. Bu kadar minimal olup bu kadar ses getirebilen en güçlü sanat akımıdır güncel satalar. Irkçılık, feminizm, ekoloji, kapitalizm, savaşlar vs. gibi sorunlara en ince, en güçlü ve farklı bakış açılarıyla bu kadar eğilen tek sanat dalıdır diyebilirim. Bazen bir şey anlatmak için çok şey söylemeye gerek yok.
En azından olumlu bir gelişme olarak 2010’lardan sonra Kürdistan’da ve #Kürtlerin# yaşadığı her yerde Kürt çağdaş sanatçıların sayısı oldukça arttı. Bu alanda dünya çapında da ses getiren çarpıcı işler gördük. Siz Kürt sanatının tercih ettiği disiplinler açısından bu dümen kırışını nasıl değerlendiriyorsunuz?
Ben hala yeterli bulmuyorum, hala bilmediğimiz ve kabul etmediğimiz bir alan bu. Lakin bu alanla dünya platformlarında yer edinmemiz hem Ortadoğu hem de Kürt sorununa daha entelektüel bir bakış acısı sunuyor. Bilim alanlarında, üniversitelerde tartışılıyor. Bu azımsanacak bir durum değil. Kürtler sadece şarkı söyleyen, halay çeken, slogan atan, eylem yapan yahut savaşan bir toplumdan ibaret değil ve öyle görünmek dışında da var olduğunu göstermesi gerekiyor. Kürtlerin bienallerde, müzelerde sanat galerilerinde azda olsa görünür olmalarının önemli sonuçlarını ileride görmek mümkün olacaktır, aslında sanatta en evrensel noktaya yaklaştığımız tek alan bu diye bilirim.[1]
Serhat Ertuna