Hey sen, talandan, çalmadan ve kiralık asker maaşı ile gelen para, insan kanıdır. Dünyanın en masum esirlerinden biri olan #Kürt# kanı... Ağzına götürdüğün kaşıkta bu kan var...
Her sabah, yeniden “çok terörist (Kürt) öldürdük” manşetleriyle arzı endam eyleyen Türk medyası, bu sabah matem içindeydi:
“Ocağımıza ateş düştü...”
Başlığı gören, tek kalemden çıkmış haberi okuyan, turistik geziye veya piknik sofrası kurmaya çıkmış, masum Türklerden ikisinin “terörist Kürtlerçe vurulduğu”nu sanıyordu. Yıllardan beri, cephelerden gelen ölüm haberlerini bir masumun ölümü olarak veriyor, “içimize ateş düştü” diye sunuyorlar.
Oysa gerçeğin yüzü, kazın ayağı öyle değil. Türkler, Recep Tayyip’in emir ve komutasında, kendilerince emperyalistlik oyunu oynuyorlar. Ondan, bundan aldıkları borç para ile imparatorluk kurmak üzere işgal peşinden koşuyor, yayılmaya çalışıyorlar.
Bu amaçla, yedi aydan beri, 70 bin kişilik bir askeri güçle, Irak Kurdistan’ında (#Başûrê Kurdistan#) fetih taarruzundalar. İşgal, hırsızlık, talan ve cinayetler serisi atağında...
Bir avuç Kürt gerilla, çağın son sistem silahlarına ek olarak, zehirli gazlarla tahkimli Türk ordusuna karşı, ülkelerini, halkının canı, ırzı, onurunu savunuyor, düşmana zaiyat veriyorlar. Mesele bu...
Rojava, Türkler için ikinci büyük işgal cephesi. Şengal ayrı bir cephe. Bularda, tecavüzcü, hırsız ve kiralık katillerden oluşan İslamcı teröristlerle katışık saldırıyorlar.
Yeri gelmişken bir parantez: Suriye, ülkeyi Osmanlıdan kurtaran Fransızlardan sonra, uzun yıllar darbeler diyarı olarak yaşadı. Elini çabuk tutan bir general, gece yarısı silahını çekip “vaziyete el koyuyor”du.
Baas Partisinin, 1963 yılındaki darbesinden sonra, gücü ele geçiren Hafız Esad, ilk defa iktidarı daimileştirdi. Ölümünden sonra, oğlu Beşar muktedir oldu.
Hafız Esad, ırkçı Kemalistlerin solu, hatta yeri geldiğinde Komünizmi bile yüceltmeleri gibi bir “solcu” ve Arap ırkçısıydı. Atatürk gibi o da her yaptığına “devrim” diyordu.
Bir “devrim” atağını da Rojava’da gerçekleştirdi. “Yenisini vermek” üzere, Kürtlerin kimliklerini, pasaport veya pasavanlarını toplattı. Ama, o günden itibaren büyük bir kitle kimliksiz, yaşayan ama resmen yok kaldı. Yeni kimlikler asla verilmedi. Bunlar “maktum” olarak kaldı.
“Maktum”lar, Amerikanın eski köleleri gibi evlenip çoğalabiliyor, barınakları da oluyordu. Ama mal, mülk sahibi olamıyor, seyahat da edemiyorlardı. Kölelik işte...
Ta ki Türklerin, 2011 yılında, İslamcı gezgin katiller, hırsız ve tecavüzcü teröristleri (DAİŞ-IŞİD) örgütleyip Suriyeyi işgale başlayana kadar. O zaman Kürtler, ırzlarını, yurtları, onurlarını savunmak üzere ayaklandılar. Ölümüne savaşıp Türk beslemelerini kovdular. “Maktum”lar, ilk defa özgür birer insan olmanın tadına erdiler. Kimseden izin almadan güneşe çıktılar.
Bizim kuşağın çocukluğundan yakın zamana dek, okullarda Türk’ün, tabii ki Atatürk’ün asalet ve adaletine konan lekecikler fiskeleniyor, yerine övgüler konduruluyordu. İngiliz ve Fransızlar tarafından sınırları da çizilerek, hatta rejimin ana hatları belirlenerek teslim edilen ülke, “yedi düvelle savaşılarak elde edilmiş” gösteriliyordu, okul kitaplarında. O nedenle bu savaş, Dünyada ulusal kurtuluş hareketlerinin esin kaynağı olmuştu. En başta, Hintliler Türk ulusal kurtuluş savaşını örnek alarak, İngilizlerle savaşmış ve kazanmışlardı.
Bu masalın tersini düşünmek, mazallah Atatürke hakaret ve vatana ihanet suçuydu.
Gelgelelim, tarihte “Türk” Türk adını taşıyan, ilk devlet olan bu yapının ayak izleri yalan, talan bütünüydü. Geride halklar, farklı ırkların mezarlığı uzanıyordu. Ama, Hitlere ilham verdikleri doğruydu...
İngiliz ve Fransızlar, devlet tapusunu teslim etmeden ta üç sene önce, insani değerlerini hedef alıp Kürtleri kırmaya başladılar. Ama yüz yıldır başa çıkamadılar.
Kürtleri bitirmede, Atatürkle yarışan Gürcü Recep Tayyip, onun hırsını da aşan bir tutkuyla, 2007 yılında “Türkler Arjantin’de de varlık olsalar” demişti. Gerçeği isterseniz, kifayetsiz bir muhteris olarak gözünde durma taklalarıyla, o günden bugüne geliyor. Atatürk’ün başaramadığını başarmak için içerde, “kadın, çocuk, ihtiyar demeden” öldürüyor, kana bulanıyor.
Selahattin Demirtaş barikatın arkasındaki çocuklar için, “bırakın terketsinler” diye adeta yalvarmıştı. Ama dönemin İçişleri Bakanı Efkan Alan’ın sözüyle, “kendisini aşan güçler, o gençlerin yaşamasını istemiyor”lardı. Şırnak, Cizre, Sur en başta, kuşatma altındaki 10 Kürt şehir, sıkı sıkıya muhasara altında tutuldu. Kimsenin diri çıkışına izin verilmedi. İnsanları, öldürüldüler, diri diri yakıldılar.
(İnsanlığını sevdiğim Recep, yıllar sonra Ukrayna’da çok ama çok insaniydi. Muhasara altına alınmış insanların kurtuluşu için, Putin’le pazarlık ediyordu.)
Öte yandan dinden söz ediyor. Bu nasıl din demeyin. IŞİD’in İslamı böyle. Cinayet, hırsızlık, soykırımcılık sonra namaz...
Bunların dini, insaniyetleri, vicdanlarının haritasına bakın. Sadece Kürt oldukları için bir halk katlediliyor. Devletleri, özgürlüleri olmasın diye.
Rojavalı dün, “Maktum”du. Recep Tayyip, bugün evlerinde matem eksik olmasın diye ordularıyla tepelerinde. Bebekleri katlediliyor. İslamo Faşist dinine yakışan bu.
Son yüz yılda 73 soykırım köprüsünden geçen Êzîdî Kürtleri katlediyor. Rojava ülkesini İslamcı teröristlerle ortaklaşa soyuyor, buğdayı, zeytinini çalıyorlar.
Yani insan hayatı, bebeklerin kanı üzerinde mutluluk inşa etme çabasındalar. Hırsızlık, talan ile abat olmak istiyorlar. Ama dönüp Osmanlıya bakamıyor, baktıklarını görmüyorlar. Osmanlı bir kanlı saltanattı. Hırsızlar, talancılar imparatorluğu. Olabilseydi eğer o abat olurdu.
Hey sen, talandan, çalmadan ve kiralık asker maaşı ile gelen para, insan kanıdır. Dünyanın en masum esirlerinden biri olan Kürt kanı...
Sen ne biçim insansın. Ağzına götürdüğün kaşıkta bu kan var...[1]