Kürt halkının toplumsal değerlerine hizmet eden her eseri “Direniş Edebiyatı” içinde ele almak daha faydalı bir yaklaşım olur. İçinde bulunulan koşul ne olursa olsun direnerek açığa çıkan edebiyat..
FIRAT CAN
Tarih boyunca ezilenlerin mevcut düzene itiraz ettiklerini ve bunun bir bedeli olarak hapishanelerde tutulduklarını görüyoruz. Birçok devrimci için hapishaneler, vermiş oldukları mücadelenin sürdürülüp geliştirilebileceği bir okula dönüştürülmüştür.
İtalya’da Gramcsi, faşizmin saldırılarına karşı bir nevi yazarak direnmiştir. 1963 yılının Nisan ayında, Dr. Martin Luther King bir halk gösterisinde insanlara liderlik ettiği için tutuklandı ve Birmingham’daki bir hapishane hücresine gönderildi. Dokuz günlük hapis cezası sırasında King, hapishanedeki tuvalet kâğıtlarını kullanarak bir yazı kaleme aldı. Bugün hala King’in bu yazısından bugün bile alıntılar yapılıyor. Nelson Mandela, Güney Afrika’nın ilk siyah başkanı olmadan önce, 27 yıl boyunca hapsedildi. 1974 yılında Robben Adası’ndaki hapishanede kaldığı bir dönemde gizlice yazı yazmaya başladı. Oldukça küçük ve karanlık bir hücrede kalan Mandela, kısa bir sürede, devrimci olarak geçirdiği yılları belgeleyen otobiyografisini yazdı. Gramsci, İtalya’daki faşist saldırılara yazarak direndi. Aynı zamanda şekilde Abdullah Öcalan 1999 yılından bu yana derdest edildiği İmralı Adasında birçok yapıt kaleme aldı. Yine Kurdistan, Türkiye, Irak ve İran hapishanelerinde tutulan devrimciler birbirinden değerli eser açığa çıkarmaya devam ediyor.
Bir devrimci yakalandıktan sonra ağır süreçler yaşar. Daracık hücrelerde, karanlıklar içinde yeni bir işkence seansına yenik düşmemek için psikolojik ve duygusal anlamda kendini motive ederken “Bugüne kadar neden yazmadım?” sorusu birçok mahpusun içini kemirmeye başlar. “İçinizde anlatılamamış bir hikâye taşımaktan daha büyük bir sıkıntı yoktur.” der Maya Angeolu.
Hawar Amini
Peki, ama onları kim anlatacak?
Eşitlik ve özgürlük mücadelesi boyunca sayısız şeye tanıklık ediyoruz. Ne yazık ki bunları çok çabuk unutuyoruz. Kürt halkının özgürlüğü için aktif bir şekilde mücadele eden her insanın yaşamına damgasını vuran nice yiğit insan olur. Bu insanlar, kendilerini bir halkın özgürlüğü için gözü kapalı ölüme yatıran kişilerdir ve uğruna dövüştükleri halklar tarafından mutlaka tanınmalıdırlar. Peki, ama onları kim anlatacak? Onların hayat hikâyelerinin yazılması öncelikle onların her anlarına şahitlik edenlerin sorumluluğunda ve bu sorumlular da bizleriz. Bir devrimcinin duygu ve düşüncelerini halkıyla paylaşması, bir sorumluluk olduğu gibi büyük bir mutluluktur aynı zamanda. Bu her şeyden önce, sürdürülen ve ağır bedeller ödenen mücadeleyi sahiplenmektir. Uğruna dövüşülen toplumun dertlerine, hüzünlerine, sevinçlerine ve direnişlerine ortak olmaktır.
Mücadele edenler için yazmak daha fazla eylem demektir
“Hapishanede yazmak?” sorusuna meselesi için söylenebilecek birçok şey verilebilecek birçok cevap vardır. Daha güzel bir dünya düşlediği için yazanlar var. Unutulduğu, yalnız bırakıldığı, kırıldığı, örselendiği, hayal kırıklıkları yaşadığı dönemlerde; sığınacağı en sakin ve huzurlu limanı yazmak olanlar var. Bir de yaşadıklarını halkıyla paylaşma sorumluluğunda olan devrimciler vardır. Her yazarın yazma nedeni ve biçiminde farklılıklar bulunmaktadır. Çünkü her yazarın karakteri, dünya görüşü ve bilgisi birbirinden farklıdır. Ancak yukarıda da belirttiğimiz gibi insanlar çok eski zamanlardan beri duygu ve düşüncelerini başka insanlara aktarma ihtiyacı hissetmiştir. Her insan, kendi içinde yoğun bir duygu ve düşünce barındırır. Bunları başka insanlara aktarmanın bir yolu da yazmaktır. Yani yazmak, duygu ve düşüncelerini ifade etmenin yollarından biridir ama Kürt halkının özgürlüğü için mücadele eden bizler için yazmak, daha fazla eylem demektir. Bir eylemci mutlaka düşüncelerini, hissettiklerini pratiğe dökmek zorundadır.
$Önemli olan nerede yazdığımız değil ne yazdığımızdır$
Eyleme geçen olduğu için de ona eylemci denir. Durmaz, beklemez, izlemez, kayıtsız kalmaz… İşte bu noktada yazarın eylemi yazmaktır. Hapishanede yazmış biri olarak; yazmak, bir nevi nefes almaktı benim için. Yazıya (eyleme) dönüşmeyen hiçbir düşünce toplum tarafından kabul görmez. Hapishanede yazan biri, içinde bulunduğu mekânı yazarak açar ve kanatlanıp uçar. Hapishanedeki yazarın kanatları yazılarıdır, yazı (eylem) yoksa kanat da yoktur ve herkes şu gerçeği çok iyi bilir: Kanatsız uçmak mümkün değildir. Bu yüzden kanatlanıp uçmak için yazmak, yazmak, yazmak gerek.
Hapishanelerde de dışarıda da yazanlar var. Önemli olan nerede yazdığımız ya da nasıl yazdığımız değil, ne yazdığımızdır. Yazdıklarımızın özgürlük mücadelesine, devrime ve direnişe hizmet edip etmediğidir. Kürt halkının toplumsal değerlerine hizmet eden her eseri “Direniş Edebiyatı” içinde ele almak daha faydalı bir yaklaşım olur. İçinde bulunulan koşul ne olursa olsun direnerek açığa çıkan edebiyat…
$Zindan Edebiyatı tanımı yanlıştır$
Son zamanlarda “Zindan Edebiyatı” kavramı çok tartışıldı. İşin özünü şöyle vurgulamak gerekirse; edebiyat edebiyattır. Bunun zindanı, sürgünü, dağı yoktur. İster içeride ister dışarıda da yapalım, yaptığımız şey edebiyattır ve bizler için edebiyatın nerede yapıldığı değil neye hizmet ettiği önemlidir. Çünkü yazılan eserler bir alanın değil Kürt özgürlük mücadelesinin ürünüdürler. Zindanda açığa çıkarılan ürünleri, bir devrim perspektifi bütünselliği içinde ele almak gerekir. Edebiyatı kendi içinde hiyerarşize eden çeşitli tanım ve terimler doğru değildir. Bu bakımdan 'Zindan Edebiyatı' tanımı yanlıştır çünkü zindan, aynı zamanda devrimin bir cephesidir. Zindan alanından açığa çıkan ürünler ise direnişin parçasıdırlar. Ben hakikati parçalamamak gerektiğine ve onu bir bütün içinde ele almak gerektiğine inanıyorum. Böyle baktığım için edebiyatı parçalamanın da sakıncalı olduğunu düşünüyorum. Hele hele konu edebiyat olunca, yapılan mekâna göre isimlendirmeler hiç yapılmamalı. Böyle yaptığımızda içinde bulunduğumuz mekâna fazla anlam biçiyoruz. Hâlbuki bizler için, içinde bulunduğumuz mekândan ziyade nasıl yaşadığımızdır anlamlı, değerli ve önemli olan. Burada mekânın önemini elbette yadsımamak gerekir. Sadece mekânın her şey olmadığını vurgulamaya çalışıyoruz.
Son zamanlarda, Türkçe yazılan hiçbir eserin Kürt edebiyatından sayılamayacağına dönük tartışmalar var. Bu düşünceyi ateşli bir biçimde savunanlar da mevcut. Hatta Kürt olmasına rağmen Türkçe yazanlara karşı sığ ve geliştirmeyen bir tavır sergilenmekte. Edebiyatı, uluslaşmanın önemli bir parçası olarak görmek ve ulusal bilincin gelişimine katkı sağlayan bir alan olarak değerlendirmek yerindedir fakat ulusal veya toplumsal edebiyatı dile indirgemek de biçimciliktir. Kabul veya ret ölçülerini kültür referansı üzerinden ele almak daha doğru bir yaklaşım olmaktadır. İşi dil ile sınırlayan biçimci yaklaşım, enerjinin tüketilmesinden başka bir şey ifade etmemektedir. Şüphesiz ki Kürtçe yazılan ve Kürt halkının varlık yokluk mücadelesine hizmet eden eserlerin Kürt edebiyatına katkısı tartışılmaz. Ama Kürtçe yazılmasa da Kürt kültürüne ve toplumsal değerlerine dayanarak yazılan edebîi eserler de Kürt kültürünün ve dolayısıyla Kürt edebiyatının bir parçasıdırlar.
Ben yazmanın özgürleştirici olduğunu düşünüyorum. Bizi çepeçevre saran dört duvarı aşmanın bir yoludur yazmak. Yazarken;, yazdığım karakter ve olaylarla içli dışlı olur, onlarla nefes alır, her duygularına ortak olurum. Ayrıca yazdığım yerlerde dolanır dururum. Ağaçlara sırtımı dayar, kuzulara sarılırım. Yürürüm, durmadan yürürüm ve beni hiçbir duvar durduramaz. Bu gücü de içinde bulunduğum mücadele gerçekliğinden alıyorum elbette.
$Zindanda yazmak$
Öte yandan yazarken kendimizi de tanıma şansımız olur. Biz kimiz, neyiz? Zayıflıklarımız ve güçlü yanlarımızı gösterir bize edebiyat. Edebî eserlerde birçok insan bazen kendini bazen de yakınındakileri bulur. Kimileri de kimseyle paylaşamadıkları sırlarını bu yapıtlarda bulur. Kitaplar da tıpkı hayat gibi sırlarla doludur. Edebiyat o sırlara ortak eder bizi. Nerede duracağımızı belirler. En önemlisi de başka yaşantılara ortak oluruz. Yeni yeni insan hâllerine tanıklık ederiz. Kendimizi ve başkalarını tanımamızı sağlar edebiyat. Yol göstericidir.
Hapishanelerde tutulan herkes öyle ya da böyle yazmak ile içli dışlı olmak zorundadır. Demir kapı kapandığında ve dört duvarla baş başa kalındığında sıcak bir sohbetin ardından yapılan en temel üç şey okumak, yazmak ve paylaşmak olur. Özellikle de yazmak. Belli bir süreden sonra ekmek ve su gibi nimetten bir şeye dönüşür yazmak.… Dış dünya ile özgürce iletişim kurmanın yoludur yazmak.
Hapishanede yazmak kolay değil. Yazarlık yoğunlaşma ister; yoğunlaşma ise, sessiz, sakin, gürültüsüz bir ortam.… Ama hapishanelerde böyle bir ortamı bulmak kolay değildir. Özgür bir yaşam uğruna mücadele eden devrimciler ya tek başına tutularak dava arkadaşlarından tamamen izole edilir ya da kalabalık koğuşlarda tutulurlar. Yazarken sessizliğe fazlasıyla ihtiyaç duyulduğu gibi yazdıklarını paylaşabilecek birine de ihtiyaç duyar kişi. Genelde gece yarısı, yani herkesin uyuduğu zamanlar yazmak için elverişli zamanlar olur. Birkaç saat uykuyla yaşar uzun süre zindandaki yazar. Dışarıdakiler, hapishanelerde çok bol zaman olduğunu zannedebilirler ama siyasi tutsaklar için bu böyle doğru değil. Neredeyse boş zaman yoktur. Tüm yaşam; paylaşmaya, yazmaya ve okumaya göre organize edilir. Bu yüzden yazmak isteyen birinin kimi ödünler vermesi gerekir. Uykusundan kısmak da bu ödünlerden biri.
Mahpus, göl kenarında, dizüstü bilgisayarı ile yazan insan değil. Bütün çalışmalar kalemle yazılır, kâğıda aktarılır. Bu yüzden parmakları nasır tutar çoğu kişinin. Bazı yerleri defalarca yazmak gerekir. Koğuş baskınlarında birçok esere el konulduğundan, yazının başına bir şey gelmesin diye daima yedeklemek zorunda kalmak ayrı bir strestir. El yazısıyla yazmanın fiziksel zorluğu çok fazla. Yazı yayınevine ulaştığında bir başka zorluk başlar: Yazının bilgisayara geçirilmesi.
$Bir direnme biçimidir yazmak$
Hapishanede yazan birinin her yanı beton duvarlarla çevrilidir. Bu yüzden hayal gücüyle zamanı ve mekânı aşmak zorundadır. Sınırlandırılmış bir alanda sınırsız bir düş dünyası kurmak hiç de kolay değil. Yaşanılan zorluklardan biri de gözlem yapamamak. Hele ki yıllardır uzak kaldığınız mekânları yazıyorsanız birçok şeyi unutuyorsunuz. Göz unutkanlığı denen bir şey var. Bir yazar olarak göremediğiniz bir nesneyi bir yazar olarak tasvir etmek pek de kolay değildir. Bazen yazacağınız şeyin neye benzediğini bile hatırlamayabilirsiniz. Şöyle bir anımı anlatayım. Hep Mavi Kal isimli kitabımda İstiklal Caddesinde geçen bir bölüm vardı. Bense uzun yıllardır İstiklal Caddesini görmemiştim. Ailemden, oranın resimlerini fotoğraflarını istedim ve tasvirini bu resimlere fotoğraflara bakarak yaptım. Hapishanede yaratıcı olmak zorundasınız ve bunu da sınırlarınızı zorlayarak gerçekleştirebilirsiniz.
Hapiste yazmanın kimi zorluklarını sıralamak gerekirse; öncelikle diyebiliriz ki yazarlar, faydalanabilecekleri kitaplara, dergilere ve kaynaklara ihtiyaç duyarlar ama hem kitaplar hem de süreli- veya süresiz yayınlar onlar için sınırlıdır. Üç kitap, beş dergi ve bu dergiler ve kitapların hapishane sansürünü aşması gerekir. Yoksa yasaklanır. Normal şartlarda; bir yazarın okumak ya da kaynak olarak başvurmak için kitaba erişmede bir sıkıntı yaşamaması gerekir. Bir yazarın sanat ve edebiyat dergilerini; ülkesindeki ve dünyadaki gelişmeleri takip etmemesi düşünülebilir mi? Düşünülemez. Ama siyasi nedenlerden dolayı hapishanede bulunan bir yazarsanız, bu acımasız gerçeklikle de baş başa kalmak zorundasınızdır.
Dışarının getirdiği yoğunluk ve karmaşadan dolayı vaktini verimli geçiremiyor insanlar. Ama her ne olursa olsun hapiste direnmenin en güzel yollarından biri de yazmaktır. Hapiste yazmak; irade, direnç, moral, tahammül gücü ve sabır gerektirir. Yürek ve bilinç gerektirir. Zindanların amacı devrimcileri ve muhalifleri yıldırmaktır. Devrimciler zindanlara alınarak hem fizikseli hem de psikolojik işkenceye maruz bırakılırlar. İnsanlık onurunu ayaklar altına almaya çalışan bu işkence hanelerde sadece bedensel olarak direnmek mümkün değildir. Asıl direniş zihinde ve yürekte yapılır. Tam da bu yüzden işkenceciler, devrimcilerin zihinlerine ve yüreklerine savaş açarlar.[1]