$SEVR, Kürtler İçin Bir Kurtuluş muydu? (Kurtuluş Savaşı ve İşgal Karşısında Kürtler)$
10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması, aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin sonu anlamına da geliyordu.
Sevr’e göre Osmanlı’ya sadece İstanbul ve çevresi bırakılmıştı; o da İngiltere’nin kontrolünde olmak üzere. Diğer bölgeler ise emperyalist ülkeler arasında pay ediliyordu.
İzmir ve çevresi Yunanlılara Kilikya ve çevresi Fransızlara; Musul, Diyarbakır, Hakkâri İngilizlere; Güneybatı Anadolu İtalyanlara bırakılıyordu. Ayrıca Ermeni ve Kürtlere emperyalistlerin kontrolü altında özerklik tanınıyordu. Ermenistan’ın sınırları Kasım 1920’de ABD Başkanı Wilson tarafından belirlenmişti, Kürdistan bölgesi ise İngilizler ‘in denetiminde olacaktı.
Mondros gibi Sevr de emperyalist paylaşımı belgeleyen bir işgal anlaşmasıydı. Ancak bu emperyalist dayatmanın içinde Kürtler’e “özerklik” tanınmış olması nedeniyle, bu emperyalist dayatma, Kürt milliyetçileri tarafından savunuldu.
Oysa Sevr’de, hiçbir millete gerçek anlamda bir bağımsızlık, özerklik tanınması söz konusu değildir; emperyalist devletlerin o günkü meselesi Osmanlı’yı paylaşmaktır. Osmanlı sınırları içindeki Kürt, Ermeni, Arap gibi milliyetleri “bağımsızlık”, “otonomi” vaatleriyle kendine bağlamaya çalışmışlardır. Başka bir deyişle, emperyalistler, Kürtler’in özerklik, bağımsızlık özlemlerini, kendi istila amaçları için kullanmışlardır. Emperyalist politika, klasik bölparçala politikasının bir uygulamasıydı; daha 1. Paylaşım Savaşı döneminden itibaren bir taraftan Kürt-Ermeni çelişkisi yaratılmış, yeri geldiğinde Türklerle-Rumlar; Kürtlerle-Ermeniler birbirine karşı kışkırtılmıştır. Böylelikle emperyalizm güçten düşürdüğü, yorduğu halkları kendine muhtaç hale getirmek istemiştir.
Kürt milliyetçileri gerek uluslararası resmi bir belgede Kürtler’e “otonomi” tanınmış olması, gerekse de Sevr’de Kürt delegelerin bulunmasından dolayı Sevr’e birçok olumlu misyon yüklemişlerdir. Sevr’in emperyalist niteliği görülmediği gibi, Sevr’deki “hayal kırıklığına” rağmen yine de övgüler dizilmekten geri durulmamıştır.
Sevr Anlaşması’nın 62. Maddesi, İngiliz, Fransız ve İtalyan hükümetlerinden oluşan bir komisyonun altı ay içinde Kürtler’in özerkliğinin koşullarını hazırlamasını öngörüyordu. 64. Maddede ise, “bağımsızlık” ihtimali de öngörülüyor ve şöyle deniyordu:
“Kürtler, bu bölgelerdeki nüfusun çoğunluğunun Türkiye’den bağımsız olmak istediklerini kanıtlayarak Milletler Cemiyeti Kongresine başvururlarsa ve konsey de bu nüfusun bağımsızlığa yetenekli olduğu görüşüne varırsa… Türkiye, bu tavsiyeye uymayı yükümlenir.”
Kısacası Sevr’e göre, yani Sevr’e göre #Van#, #Bitlis#, #Erzurum# ve Trabzon illerini içine alacak bir Ermeni devleti kurulacak. Diyarbakır, Urfa, Cizre çevresinde ise emperyalizmin himayesinde Kürt özerk bölgesi oluşturulacaktı.
Ancak emperyalistlerin “ulusal sorunları” çözmek değil, emperyalist çıkarlar peşinde olduğunun tüm göstergeleri daha o günden ortadaydı. Nitekim Osmanlı sınırları içindeki Kürtler’in özerkliğini, hatta bağımsızlığını savunan İngiliz emperyalizmi, Güney Kürdistan’ı ele geçirdiğinde, ilk işi buradaki Kürt hareketini kanlı bir biçimde bastırmak oldu. Aynı baskı ve katliamlar, İran sınırları içinde kalan Kürtler’e karşı da uygulandı.
GÜVENİLEN DAĞLARA KARLAR YAĞIYOR
Bu dönemin Kürtler açısından kilit isimlerinden biri Şerif Paşa’dır. Şerif Paşa Paris görüşmelerine ve Sevr’e Osmanlı delegesi olarak katılmıştı. Fakat Kürdistan Teali Cemiyeti, İstanbul’daki işgal kuvvetlerine Şerif Paşa’nın kendilerini temsil edebileceğini belirtti. Şerif Paşa, 16 Nisan 1919’da Osmanlı delegeliğinden çekildi ve Kürt delegesi olarak faaliyetlerini yürüttü. Sevr Konferansı’nda Kürtler’in isteklerini, “Birleşik Kürdistan” haritası eşliğinde dile getirdi.
Kürt çevrelerinin kimileri onun temsilciliğini kabul etmedi. Ancak ağırlıklı bir kesim öyle görmeye devam etti. Şerif Paşa sonuçta 24 Nisan 1920’de “Saltanat ve Hilafete bağlılığımdan dolayı…” diyerek Kürt delegeliğini de bıraktı.
Tabii sorun tek başına Şerif Paşa’nın niteliğiyle ilgili değildir. Esas olarak ortada iç bütünlüğü olan bir Kürt hareketi yoktur. Varolan çeşitli örgütlenmeler de dar aydın hareketi veya aşiret örgütlenmesi olmaktan öteye gidememiştir. Bu yanıyla Kürt halkının mücadelesine önderlik etmekten çok uzaktırlar.
Anti-emperyalist bir bakış açısı yoktur. Paris görüşmelerinde de, Sevr’de de Kürtler açısından görüşmeler adeta Kürt-Ermeni çelişkisine, hangi ilin kimin sınırlarında olacağına indirgenmiştir. Bel bağlanan tek güç emperyalizmdir. Çözümlenemeyen sınır sorunu da emperyalistlerin insafına bırakılmıştır. Ancak bu anlaşma, gerek Ermeni tarafında gerekse de Kürt tarafında çeşitli tepkilere yol açtı. Çeşitli Kürt aşiretleri, Osmanlı yanlısı Kürt çevreleri antlaşmayı kabul etmediler.
Fakat bu arada, tüm hesapları alt üst eden başka bir gelişme yaşanıyordu. Emperyalistlerin Sevr’deki hesapları, Anadolu Kurtuluş Savaşı’yla bozuldu. Emperyalistler artık tamamen kendi dertlerine düşecek, Ermeniler’i, Kürtler’i öylece yüzüstü bırakacaklardı. Önce Wilson “Prensipleri”ne bel bağlanmıştı, sonra diğer emperyalistlerin “muhtariyet” sözlerine. Kurulan hayaller bir bir yıkıldı. Öyle ki Osmanlı Devleti daha Ekim 1919’da İstanbul’daki bütün Kürt örgütlerinin faaliyetleri için yasaklama kararı aldığında, Kürtler’e özerklikten bahseden ve aslında İstanbul’da yönetimi elinde bulunduran İngilizler buna bile ses çıkarmadılar.
Kürtler yine yasaklarla, ilhak ve işgal edilmiş topraklarıyla başbaşaydılar. Emperyalistlerden medet umacak durumda da değillerdi artık. Ne olursa halkların kendi yapacaktı. Anadolu ve Mezopotamya, şimdi emperyalistlerin çizdikleri sınırlarla değil, bir kurtuluş savaşıyla yeniden şekilleniyordu. Peki, bu yeniden şekilleniş içinde Kürtler’in yeri ne olacaktı?[1]