$Çaldıran Savaşı’nda Osmanlıların, Safevilerın ve Kürtlerin rolü$
Mûrad Ciwan’la söyleşi
Muhsin Kızılkaya
-Son günlerde tekrar gündeme gelen Dersim tartışması bağlamında, Yavuz Sultan Selim’in Çaldıran savaşına giderken, 40 bin Alevi’yi kestiğiyle ilgili iddialar tekrar gündeme geldi. Yavuz gerçekten de 40 bin Alevi’yi öldürdü mü?
İyi ki buradan başladık. ‘Yavuz 40 bin Alevi’yi öldürdü mü’ diye… En büyük çarpıtmalardan biri buradan başlıyor. Geçmişten günümüze pek çok tarihçi, araştırmacı ve yazar bile Yavuz’un 40 bin Alevi’yi katlettiğini iddia ediyor. Daha da detaylandırıp, 40 bin Türk ve Kürt Alevi’yi katletti deniyor. Kürtler arasında da İdris-i Bitlisi’nin başını çektiği Şafii Kürtlerin Yavuz’la işbirliği ederek Dersimli Alevileri katlettiği iddiaları yaygın. Özellikle Dersim’in Kürt Alevileri buna çok inanıyor
Konuya ilk değinen Çaldıran Savaşı öncesinde; İran’a sefer kararı alınırken ve savaş sırasında Yavuz’un yanında bulunan, olaylara bizzat tanıklık eden İdris-i Bitlisi’dir. Bitlisi savaştan hemen sonra yazdığı Selim Şah-name adlı eserinde Sultan Selim’in fermanıyla Osmanlı topraklarındaki 40 bin Kızılbaş’ın adı deftere yazıldı, Sultan bunların öldürülmeleri fermanını verdi. Öldürülenlerin sayısı 40 bini geçti der. Daha sonra tarihçiler, başka hiçbir yerde bir belgeye rastlamadan kimi Bitlisi’nin adını vererek, kimi de vermeden bu bilgileri tekrarladı. Zamanla Kızılbaş sözü ‘Alevi’ye’, ‘Dersimli Kürt Alevi’ye’, ‘Kürt ve Türk Alevi’ye’ dönüştü.
Oysa Sultan Selim’in verdiği iddia edilen fermanı, tüm Alevilerle değil, Kızılbaşlarla ilgilidir. Kızılbaşlıkla Alevilik aynı şey değil. Her Kızılbaş bir Alevi, ama her Alevi Kızılbaş değil. Alevi, Hz. Ali taraftarlığı anlamında genel bir söz. Tarihin farklı dönemlerinde ortaya çıkan pek çok mezhep, tarikat ya da tasavvuf yolu, Alevilik çatısı altında sayıldıkları halde oldukça farklılıklar gösterir. Öyle ki kendisini İslam içi bir mezhep sayanlar olduğu gibi İslam dışı bir inanç olarak kabul edenler bile var. 12 İmam ya da Caferilik Şiiliği, Bektaşilik, farklı batını İsmailiye mezhepleri: Kalenderilik, Nusayrilik, Fatımiliğin farklı kolları, Zeydilik, hatta Hasan Sabah’ın önderlik ettiği Haşaşiyinler, Şeyh Bedreddin taraftarları, Safevi tarikatının son dönemlerindeki ‘Gülat Şiilik ’, bütün bunlar, Alevi olarak bilinirler. Kızılbaşlık ise Safevi tarikatının mürşidi Şeyh Haydar döneminde ortaya çıkmış bir olgu.
Bu nedenle eğer bir fermandan bahsedilecekse sadece Kızılbaşlarla ilgilidir. Onu pek çok başka mezhep ve inancı içine alan Aleviliğe teşmil etmek yanlıştır. Örneğin Sultan Selim Çaldıran seferine bile giderken ordusunun bel kemiğini Yeniçeriler oluşturuyordu. Çaldıran’da Bektaşi Yeniçeriler, Şah İsmail’in Kızılbaş ordusuyla savaştı. Yavuz, sefer sırasında Konya dolaylarında Alevi Kalenderi Seyyid Gazi Tekkesi’ni ziyaret etti, taraftar, mürit ve yoksullarına para bağışladı.
Ferman tüm Safevi tarikatına bile teşmil edilemez, çünkü başta Sünni-Şafii bir tarikat olarak doğdu. İlk mürşidi, Şeyh Safiyedin’in beş nesil öncesi atası Pîrûz (Firuz) Şah Zêrinkulahê Kurdîyî Sıncari bugünkü Musul’un Sincar bölgesinden Azerbaycan’ın Erdebil bölgesine gitmişti ve şeyh değil, büyük sürülere sahip zengin bir Kürt’tü.
Şeyh Safiyeddin’in torunu Hoca Ali zamanında Şii Karakoyunlularla, Şirvan Şahlarla, Moğol imparatoru Timur ve oğullarıyla olan ilişkiler neticesinde, Tarikat önce 12 İmam Şiiliğine, ardından onun torunu Şeyh Cüneyd zamanında Kürdistan’a, Rum’a (batı ve orta Anadolu’ya), Bilad-ı Şam’a çoğunluğuTürkmen ama Kürt ve Arapların da arasına yayılarak, Sünni Müslümanların ‘Gülat Şiilik’ (Aşırı Şiilik) dedikleri batıni bir tarikata dönüştü, militan bir hale geldi, Şamanist ve animist (doğada hareket eden ve büyüyüp gelişen her şeyde; örneğin akarsular ve bitkilerle ağaçlarda ruhun varlığına inanma) elementler içeren, tenasüha (reinkarnasyona) inanan inanca dönüştü. Rehberlerinin tanrısal özellikler göstererek ebedi kurtarıcı Mehdi rolüyle ortaya çıkabileceği yönündeki inançlar, müritler arasında yayıldı. Şeyh Cüneyd’in ölümünden sonra müritleri onun başka bir bedende dirilmek üzere göçen tanrısal bir ruh olduğu inancıyla kendisine ‘Allah’, oğlu Şeyh Haydar’a da ‘İbnüllah (Allah’ın oğlu)’’ gibi muamele güttüler.
Şeyh Cüneyd döneminde tarikat, Rum Pontus Krallığı’na, Kafkaslarda; o dönemde henüz Hristiyan olan Çerkezlere, Ermenilere, Osetlere ve Gürcülere ait olan ve Darü’l Harb olarak kabul edilen topraklara cihad seferlerine katıldı, ganimet aldı, esir ve cariyeler getirip Darü’l İslam’da pazarladı. Bu cihad alanları için Şirvan Şahlar, Karakoyunlu ve Akkoyunlu beyleriyle rekabet ve savaşlara girdi. Şeyh Cüneyd ile Şeyh Haydar böylesi savaşlarda Akkoyunlu ve Karakoyunlularca öldürüldüler. Örneğin Şeyh Haydar kendi mürit ve taraftarıyla Çerkezler üzerine yaptığı bir seferde pek çok mal ve mücevherin yanında 6 bin de esir getirip Müslüman pazarlarında sattı. Bunların arasında genç kadın-kızlar, çocuklar da vardı.
Safevi tarikatının mürit ve taraftarlarının militan savaşçılar haline geldikleri bir dönemde Şeyh Haydar kendi savaşçılarını, diğer mürit ve taraftarlardan ayırmak ve bir disiplin altında tutmak için bir üniformaya ihtiyaç duydu. Kırmızı keçeden 12 dilimlik bir külah yaptırarak savaşçılarına giydirdi. Adına da ‘Kızıl başlık’ ya da ‘Tac-ı Haydari’ dendi. Muhtemelen, Kızılbaş denmesinin bir sebebi de bilinen ilk atalarının Pîroz Şah Zêrinkulah olmasıdır. ‘Zêrin kulah’ altın külah demektir. Kızılın Azericedeki bir anlamı da altındır. ‘Kızılbaş’ yani Altınbaş. İşte Kızılbaşlık o günden sonra ortaya çıktı; Hasan Sabah, Şeyh Bedreddin, Hacı Bektaşi Veli zamanında ya da Safevilerin ilk dönemlerinde yoktu.
Ayrıca deyim sadece Safevi tarikatının savaşçı süvari Türkmenleri için kullanılırdı. Bu anlamıyla Kızılbaşlık Yeniçerilikle çok benzer bir anlam taşıyordu. Yeniçeriler de bilindiği gibi asker savaşçıydı ve mezhep olarak Bektaşi idiler. Öyleyse o dönemdeki fetvaların kime yönelik olduğunu belirtirken Kızılbaşın bugünkü anlamını (belli bir yol ve inanç taraftarı bir halk topluluğu) değil o günkü anlamını esas almak lazım. Yani Sultan Selim’in fetva ve fermanları, Safevilerin ve o dönemde hem İran Şahı hem de tarikatın Mürşid-i Kamili olan Şah İsmail’in savaşçı taraftarları içindi. Bektaşiler, Kalenderiler, Hasan Sabah ve Şeyh Bedreddin taraftarı olan Alevileri kapsamıyordu.
İkincisi, 40 bin kişiyle ilgili ferman Osmanlı toprakları içindeki Kızılbaşlarla ilgiliydi. Çünkü Yavuz tahta oturmadan bir iki yıl önce Anadolu’da Şah İsmail’in halife olarak atadığı Şah Kulu Tekeli ve Nur Ali Halife adlı kişilerin Antalya Tekeli ve Amasya-Tokat-Sivas taraflarında başlattıkları isyanlar olmuştu. Gerçi o zaman şehzade olan Selim’in hiçbir müdahalesi olmamış, kardeşleri Şehzade Korkut ve Şehzade Ahmet tarafından, babaları padişah II Bayezid’in gönderdiği askerlerin yardımıyla bastırılmıştı, ama padişah olup İran Seferi kararı alınca önce Osmanlı toprakları içindeki Kızılbaşları tasfiye etmek istemiş olması gerekir. Yani ferman, sadece Osmanlı toprakları içindeki Kızılbaşlarla ilgilidir. Ferman Dersim Alevi ya da Kızılbaşlarını içermiş olamaz. Bu mümkün değildi. Çünkü Dersim dediğimiz 32 kale ve 16 nahiyesiyle o zamanki Çemişkezek Beyliği Osmanlı devletinin değil, tümüyle Safevi devletinin toprakları içindeydi. Malatya, Maraş ve Elbistan gibi bölgeler de o zaman bağımsız bir beylik olan Dulkadir Beyliği’ne dahildi. Adana, Hatay, Kürt Dağı yöreleri, Halep de Memluk sınırları içindeydi. Osmanlıların sınırları kuzeyde Trabzon’da, doğu ve güneyde Tokat, Amasya, Sivas ve Manisa’da Safevilerle, Antalya Mersin dolaylarında Dulkadirlilerle komşuydu. Osmanlı devleti bu şehirlerin daha doğusuna gidememiş bir Balkan ya da Avrupa devleti sayılıyordu. Selim’in o gün Erzincan, Dersim, Malatya, Maraş ve Elbistan Alevi Kürtlerini öldürmüş olması mümkün değil.
Geriye Canik, Tokat, Amasya ve Antalya bölgesinin Kızılbaşları kalıyor. Bunlar da 1511 ve 1512’de isyan etmişler, önce güçlenmişler, ama ardından Osmanlı ordularına yenildikleri için Erzincan’da Safevi topraklarına geri çekilmişlerdi. Yenilgilerin ardından on beş yirmişer binlik kafilelerin Osmanlı devletini terk ederek İran’a sığınmalarından bahsedilir. Bu durumda o yörelerde ne kadar Kızılbaş (Tüm Aleviler değil, sadece Kızılbaş) kalmıştı, bilemiyoruz.
Ayrıca 40 bin Kızılbaş’ın katledildiği sadece İdris-i Bitlisi’nin Selim Şah-name’sinde var. Bu güne kadar ne Osmanlı, ne İran, ne de o zamanki Memluk, Dulkadir arşivlerinde böyle bir bilgi ve belgeye rastlanmadı. Avrupa’da da o dönemde Osmanlı ve İranlılarla çok yakın ilişkiler içinde olan Venedik raporlarında, Papalık arşivlerinde hiç ama hiçbir yerde rastlanmış değil.
Selim’in şehzade iken, ne Tekeli, ne Nur Ali Halife isyanına karşı savaşlarla ilgili her hangi bir dahli yok. Kendisi, o zaman babası ve Kızılbaşlarla savaşan kardeşleri Şehzade Korkut ile Şehzade Ahmet’e karşı taht kavgası yürütüyordu, İlk başta Trabzon’daydı. Sonra Kırım’a (Kefe’ye) oğlunun yanına geçti, ardından da bazı ordularla Trakya’da babası ile savaşmaya geliyordu. Babası Bayezid’in paşa ve vezirleri, kendisinden sonra büyük kardeş Şehzade Ahmet tahta gelsin diye ferman çıkarttırmışlardı. Yeniçeriler, sipahiler ve kimi yerli beyler ise batıya; Darü’l Harb’e sefer yapma yanlısı olan Selim’i tutuyor, onu tahta geçirmek istiyorlardı. Bu anlamda aslında Anadolu’daki Kızılbaş isyanları, babasıyla kardeşlerinin başlarını ağrıttığı için Selim’in yararına bile sayılırdı.
Selim, babasını razı edip tahta geçtikten sonra, 1513 yılı sonlarına kadar da babasını ve kardeşlerini ortadan kaldırmakla; tahtı kendisinin dışında alternatifsiz bırakmakla meşguldü. Bu hedefine ancak 1513 yılı sonbaharında vardı ve ardından 1513-1514 kışını geçirmek üzere Edirne’ye gitti. Orada kendisini kutlamak için gelen yabancı ülke elçilerini karşılarken hala batıya; Macaristan üzerine sefer yapmak için planlar yapıyor, İran’la, Kızılbaşlarla ilgilenmiyordu. Macarlar barışa istekli oldukları halde Selim onlarla savaşı kışkırtıyordu.
Fakat daha sonra değineceğimiz bazı nedenlerle Macaristan seferinden vaz geçti, İran üzerine sefer kararı aldı. Bu 1514 kışıydı. Sefere Nisan ayında başladı. 20 Nisan 1514’te bile hala İstanbul’un Anadolu yakasındaydı. Bazı tarihçilere göre burada 40 bin Kızılbaş’ın adını içeren listeler kendisine geldi. İddiaya göre ancak bundan sonra listedeki adların katledilmeleri fermanını verdi.
Çaldıran Savaşı 23 Ağustos 1514’te oldu. Yani Selim, bu savaştan 4,5 ay önce ve bütün yöre beylerini sefere çağırıp onlarla yolda olduğu bir dönemde öldürme fermanı verdi. Böyle kısa bir sürede, kendisi ordusuyla Konya, Sivas üzerinden Erzincan’da İran topraklarına girdi. Onu hiçbir ordu karşılamadı. O Çaldıran’a kadar seferine devam etti. Böyle kısa bir dönemde beli bir hat üzerinde seferdeyken, Osmanlının farklı şehirlerinde yaşayan 40 bin Kızılbaş öldürülecek de, hiç kimse İran’a, Memluklere kaçmayacak, haber vermeyecek, ya da isyan etmeyecek, dağa çıkmayacak, Avrupalılar duymayacak. Her yerleşim yerinden 40 kişi öldürülse bin yerleşim yeri, bin kişi öldürülse 40 yerleşim yeri olur. Bunu duymamak, buna isyan etmemek, bundan kaçmamak akla yatkın görünmüyor.
Bir de aslında Sultan Selim bugün sanıldığı gibi aşırı bağnaz Şii/Kızılbaş düşmanı değildi. Kuşkusuz Sünni’ydi ve Şiiliğe – Gülat Şiiliğe karşıydı. Ama o, fetva ve fermanları daha çok Yeniçerileri, savaşmak istemeyen, doğu seferine, İslam topraklarına gitmeye karşı olan diğer askerleri, paşa ve vezirleri batıdaki Darü’l Harb yerine doğuyu ‘’kârlı’ görülebilecek, ganimetle zenginleşilebilecek bir kanaate vardırmak için siyasi nedenlerle çıkarttı.
Bu kanaati güçlendiren olgular da az değil. Fetvaya bakılırsa Kızılbaşların mallarını mülklerini, kadın ve kızlarını da helal kılan tam tekfirleştirme fetvası olduğu ve orasının İslam toprağı değilmiş, Darü’l Harp’mış gibi tanımlandığı görülür. Ancak sefer sırasında ve dönüşte pratikte bu fetvaya göre davranılmamıştır. Sadece Çaldıran’da savaş meydanında yenilen Safevi ordusunun mal, mülk ve kadınları ganimet olarak dağıtılmış, onun dışında, hiçbir sivil topluluğa, şehir ya da yerleşim birimine saldırılmamış, ganimete yönelinmemiştir. Çaldıran Savaşı’ndan sonra Osmanlı ordusu Safevilerin payitahtı Tebriz’e girmiş, talan edilmesin diye önceden önlem alınmış, bir hafta orada kalındıktan sonra şehir ve ardından bütün Safevi toprakları gerisin geriye terkedilerek, Osmanlı topraklarına; Amasya’ya geri dönülmüştür. Zaten ganimet toplanmadığı, akın ve talanlar yapılmadığı için yol boyunca gidiş ve dönüşte Yeniçeriler, savaşçı beyler ve kimi paşa ve vezirler hep Sultan’a karşı durmuşlar, karışıklıklar çıkarmışlar. Sultan Selim bazı paşa ve vezirlerinin başını bile uçurmak zorunda kalmıştır.
Kuşkusuz Safevilerin ve Şah İsmail’in batınilikte o gün durduğu yer, Sünni İslam’a göre İslam dışı sayılıyordu. Ama esas neden bu değil, siyasiydi; iki büyük devletin iktidar ve toprak kavgasıydı. Hatta Şah İsmail hem tarikatın Mürşid-i Kâmil’i, hem de şah olarak dini ve dünyevi iktidarları kendi şahsında birleştirmiş, Caferi Şiiliği İran’ın resmi mezhebi olarak ilan etmiş, o dönemde çoğunluğu Sünni olan İranlı toplulukları zorla şiileştiriyordu. Bu anlamda Selim’den daha ‘bağnaz’ bir konumdaydı.
-Senin, Türk-Kürt ilişkilerinin 500. yılı dolayısıyla yazdığın kitabına epigraf yaptığın bir venedikli’nin sözü var. “Kürtler çağırmasaydı Yavuz Şah İsmail’e saldırmaya cesaret edemezdi” sözüne sen de katılıyor musun?
Benim katılıp katılmamamdan ziyade o dönemdeki belgelerin ne gösterdiği, aktörlerin ne söyledikleri, olayların hangi yönde geliştiği önemli. Mesela söz konusu ettiğin Venedikli aristokrat bir aileden olan Giovanni Maria Angiolello daha Fatih döneminde, İstanbul’da Şehzade Mustafa’nın uzun yıllar hizmetinde bulundu, Otlukbeli Savaşı’na katıldı, defterdarlık makamına kadar yükseldi. Fatih’ten sonra memleketine döndü, sonra ticaret amacıyla ya da Venedik Cumhuriyeti’nin elçisi olarak İran’a gidip 1499-1515 arasında burada yaşadı. Çaldıran sırasında İran’daydı. Sonra Yavuz’un ordusunda Mercidabık ve Ridaniye savaşlarına katıldı. O dönemin tanığı bir Avrupalı. Eserinde, detaylı olarak Şah İsmail ordusunu doğuya; Özbeklerin üzerine gönderince, başta Bitlis Beyi olmak üzere o dönemde Safevilerin egemenliği altında inleyen Kürt beylerinin toplanarak, Sultan Selim’e haber gönderdiklerini, bu zayıf zamanında gelip İran’a saldırması işin kışkırttıklarını yazar. Ardından eğer Kürtler, en başta da güçlü Kürt beyleri çağırmasaydı Sultan Selim asla Şah İsmail’in üzerine sefere cesaret edemezdi diye vurgular.
Aynı bilgiyi 80 yıl sonra Kürt tarihçisi Bitlis Beyi Şeref Han da Şerefname adlı eserinde, hem de iki kez yazar. Daha detaylı bilgiler verir. Kendi atası olan Emir Şeref’in İdris’i Bitlisi’yi ve başka bir alim ve komutan olan Mehemed Axayê Kelhokî’yi çağırarak danıştığını, bunların Kürt hükümdar ve beyleri arasında dolaştıktan sonra beylerin bir toplantı yaptıklarını, Sultan Selim’i Şah İsmail üzerine sefer yapması için ikna etmek üzere bir takım mektuplarla bu iki alimin başında oldukları bir heyeti İstanbul’a gönderdiklerini yazar.
İdris-i Bitlisi, Selim Şah-name’de Selim’in padişah olunca Macaristan üzerine sefer yapma hazırlıklarına başladığını, fakat kendisine göre bunun yanlış olduğunu, asıl tehlikenin o gün batıdan; Macarlardan değil, doğudan geldiğini yazar. Aynı şekilde, o dönemde Horasan’dan; Ceyhun Irmağından Fırat’ın batısına; Erzincan’a kadar, kuzeyde Kafkasya’dan Hazar Denizi’nden Hürmüz (Basra) Körfezine kadar olan bütün toprakları 14 yıl gibi kısa bir sürede kılıçla zapt eden Şah İsmail’in egemenliği altında inleyen, özellikle Sünni toplulukların Sultan Selim’e heyetler, mektuplar, elçiler ve alimler göndererek onu İran üzerine sefer yapıp buraları egemenliği altına alması, kendilerini zulüm ve esaretten kurtarması için uğraştıklarını belirtir. Bu girişimlerden sonra 1513-14 kışında Sultan Selim Macaristan üzerine seferden vaz geçti, İran’a sefer hazırlıklarına başladı.
Çaldıran Savaşı’nı Osmanlılar kazandı. Şah İsmail kaçtığı, Osmanlı ordusu İran’ın payitahtı Tebriz’i ele geçirdiği, orada bir hafta kaldığı halde, Yavuz İran topraklarında kalmadı, kışı geçirmek için Amasya’ya döndü. Ama kendi yanında savaşa katılan Kürt beylerine, ‘siz ayaklanın, kale ve şehirlerinizi kurtarın, kesinlikle ilkbaharla beraber ordumu alıp İran’a döneceğim, diğer halkları da kurtarmak için sefere devam edeceğim’ diye söz verdi. İdris-i Bitlisi de aynı söz doğrultusunda Urmiye ve Sıne’den Malatya’ya, Bilad-ı Şam’a kadar Kürt beyleri arasında dolaşacak, onları ayaklanmaya ikna edecek, aralarında koordinasyon sağlayacaktı.
Fakat Sultan ilkbaharda ordu içindeki muhalefet nedeniyle dönemedi. Hatta Amasya’nın burnu dibindeki Dulkadir Beyliği’ne yöneldi. O anda Safevilere karşı kale ve şehirlerini kurtarmakta olan Kürt Beyleri ve Diyarbakır kalesi içinde ayaklanan ama etrafları Kızılbaş ordularıyla sarılı olan halk, Osmanlı ordusu gelmeyecek, Şah İsmail bundan cesaret alıp tekrar Kürdistan şehir ve kalelerine saldıracak diye tedirgin oldu, Kürt beyleri yeniden toplanarak İdris-i Bitlisi’yi bir mektupla Amasya’ya Sultan Selime gönderdiler. Bitlisi oraya varıncaya dek Sultan Selim bir kısım birlikler bırakarak İstanbul’a doğru harekete geçmişti bile. İdris mektupları başka bir ulak aracılığıyla İstanbul’a yetiştirdi. O mektuplarda da Kürt beyleri pek çok şeyin yanında belirtirler ki Şah İsmail Kürtlerin Sultan Selim’i İran üzerine sefere kışkırttığı inancındadır, bu nedenle onlara büyük bir kin ve öfke içindedir, eğer Osmanlı ordusu gelmezse tek başlarına onunla başa çıkamazlar. Bu mektuplardan da, başka toplulukların yanısıra en başta Kürtlerin Selim’i Çaldıran seferine ikna ettikleri anlaşılıyor. Konu bugün ortaya atılan bir iddia değil, daha o zaman Kürtlerin, İranlıların, hatta Venediklilerin bildiği bir durumdu, 80 yıl sonra da Şerefname yazdı.
Sultan Selim neredeyse tek başına İran seferine karar verdi. Vezir ve paşaları daha işin başındayken, ordusu ve Yeniçeriler yol boyunca, Çaldıran’a kadar hep bu sefere karşı durdular. Savaş kazanıldığı, başkent ele geçirildiği halde Osmanlı ordusunun muhalefeti devam etti. Sultan istemediği halde Amasya’ya döndü. Kürtlere ve başka halklara ‘ilkbaharda döneceğim’ dediği halde dönemedi, ordusunun esasını alarak İstanbul’a gitti. İçerideki muhalefet nedeniyle yol boyunca ve İstanbul’da pek çok cezalar verdi, aziller yaptı, kelleler uçurdu.
Kürtler ayaklandılar, kendi kale ve şehirlerini kurtardılar. Diyarbakır ve Mardin’in kurtarılmasında ve en son savaşta Sultan, Bıyıklı Mehmet Paşa komutasında kimisinin 8-10 bin, kimisinin 20 bin dediği askerleri Kürtlerin yardımına gönderdi. En son savaşta Kürdistan ordusu 40 bin askerden oluşuyordu.
Sultan bir ara Kürdistan beylerinin kaygıları ve Kürdistan’daki Osmanlı askerlerinin isteksizlikleri nedeniyle İstanbul’dan ikinci İran seferine karar verdi ve kendisi de yola çıktı, fakat Elbistan dolaylarına gelinceye kadar Bıyıklı Mehmet Paşa komutasındaki Osmanlı ordusu ile İdris-i Bitlisi’nin rehberliğindeki Kürt mirlerinin komutasındaki Kürdistan orduları Mardin önünde (Kızıltepe’de) Safevi ordusuna son darbeyi vurdu. Van ve Hakkâri’nin kuzey yöreleri hariç, bugünkü Türkiye, Irak ve Suriye Kürdistan bölgeleri kurtularak Kürt beyleri kendi istekleriyle Osmanlı devletine katıldılar. Osmanlı tarihinde sadece Kürdistan bölgesi fetihle değil, Kürt beylerinin kendi istekleriyle ve beylerle Sultan Selim arasındaki anlaşmalar neticesinde Osmanlı topraklarına katıldı.
-Bu söz doğruysa, Kürtler neden Yavuz’u çağırdılar ve bu iş nasıl oldu?
Şah İsmail 1501’de daha 14 yaşında iken Akkoyunlu payitahtı Tebriz’i ele geçirdi, kendini şah, 12 İmam Şiiliğini de o dönemde çoğu Sünni olan İran’ın resmi dini-mezhebi ilan etti. Egemen olduğu toplulukları ve bu arada Kürtleri kılıç zoruyla Şii yapmak istedi. Kürt beylerini kendi kale ve şehirlerinden azlettirdi, kimilerini öldürttü, kimilerini sürgün etti, kimilerini de zindanlara attı. Kürt hükümdarlık ve beyliklerinin statülerini yıktı, kendi Kızılbaş komutan bey ve halifelerini buralarda yönetimlere atadı. Örneğin Çemişkezek beyi Hacı Rüstem’i görevden aldı, bin ailelik bir nüfusla birlikte onu İran’ın içlerine sürdü, Çemişkezek beyliğine de kendi halifesi ve beyi olan meşhur Nur Ali Halifeyi atadı. Nur Ali Halife, hem buraları yönetiyor, hem de buralardan Tokat’a, Amasya ve Sivas’a; Osmanlı topraklarına saldırıyordu, isyanlar kışkırtıyordu.
13-14 yıl içinde Şah İsmail, Horasan’dan, Ceyhun Irmağı’ndan Fırat’a; Kafkaslardan Hazar’dan Körfez’e kadar olan bütün toprakları fethetti, Osmanlı devletinden daha büyük bir İran İmparatorluğu kurdu. Kürdistan’ın tümü, İlam ve Kirmanşah’tan Erzincan’a, Malatya’ya, Birecik’e kadar, Fırat boylu boyunca Safevilerin egemenliği altına girdi. Kürtler büyük bir baskı ile karşı karşıya kaldılar. İşte bu baskıya karşı, Sünni olan ve statülerini tanımayı vadeden Osmanlıyı, ayaklandıklarında güvenebilecekleri bir komşu, bir karşı ‘süper güç’ olarak gördüler. Böyle bir devletin ilk vuruşu, karşı duruşu ve güvenlik şemsiyesi olmadan Kürtler Şah İsmail’e karşı baş kaldıramaz, şehir ve kalelerini, topraklarını kurtaramazlardı.
-Çaldıran Savaşı sonrasında yaşanan olaylar, İran, Osmanlı ve Kürtlerin kaderini nasıl etkiledi?
Çaldıran Savaşı ve hemen ardından sıcağı sıcağına yaşanan gelişmeler, tarihte en büyük ve en önemli, en gerçek Kürt-Türk ittifakına işaret eder. Gelişmeler 500 yıl önce gerçekleşti. Sağlanan Kürt Osmanlı ittifakıyla Kürdistan’ın büyük bir bölümü kurtuldu, Kürt beyleri kendi eski geleneksel hükümet ve beylik statülerine kavuştular, Osmanlının içinde özerk bölgeler olarak kendilerini Safevilere ve Memluklere karşı güvenceye aldılar.
Osmanlı içindeki güvenlik şemsiyesi sayesinde, Eyyubilerin yıkılışından bu yana karşılaştıkları istila ve savaşların, bir türlü kurtulamadıkları parçalanmışlığın, Moğolların, onların ardıllarının, Karakoyunluların, özellikle de Akkoyunlularla Safevilerin aşırı baskı ve zulümlerinin ardından, ilk kez Kürt topluluğu göreceli bir barış ortamına kavuştu. İstikrar geldi. Her bey kendi topraklarını yöneterek, memleketini inşa ve imar etti. Zanaat, tarım, ve hayvancılık gelişme ortamı buldu. İç ve dış ticaret arttı. Yolların, hanların, hamamların, cami, medrese ve hastanelerin inşasına yönelindi. İlim, irfan, felsefe ve tasavvuf gelişti. Ali Hariri, Faqiyê Teyran, Melayê Ceziri, Şeref Han, Ahmedê Xani gibi klasik Kürt şair, alim ve tarihçileri bu dönemin ardından gelen maddi ve manevi koşullarda ortaya çıktılar.
Osmanlı devleti açısından daha muazzam kazanımlar oldu. Daha Çaldıran’da İran’a büyük yenilgi tattırıldıktan ve Kürdistan topraklarının büyük bir bölümü Osmanlıya katıldıktan bir-iki yıl sonra, zaferlerin ve kurtuluşun yarattığı muazzam olanak ve fırsatlarla Kürdistan ordularını da yanına katan Yavuz Sultan Selim, İran’a karşı aldığı ikinci seferini Memluklere yöneltti, Mercidabık ve Ridaniye savaşlarında onları yendi, İslam toprakları Suriye, Lübnan, Filistin, Mısır, Ürdün, Suudi Arabistan, Irak’ın önemli bir kısmı daha o zaman fethedildi ve Osmanlı devleti ilk kez doğuya Darü’l İslam’a açıldı. Kudüs, Mekke ve Medine gibi kutsal, Halep, Şam ve Kahire gibi önemli şehirler Osmanlı topraklarına katıldı. Sultan Selim halifelik makamını Araplardan alarak İstanbul’a getirdi. İlk kez o hem padişah, hem halife oldu ve bu Osmanlının yıkılışına kadar hep böyle sürdü.
Çaldıran’da Osmanlılar değil de Safeviler kazanmış olsaydı, İranlılar belki Perslerden sonra ikinci kez İstanbul Boğazı’na dayanırlardı. Şah İsmail’in ordusu çok savaşkan bir orduydu. 14 yılda ele geçirdiği topraklar göz önüne alınırsa bu görülür. Ama Çaldıran yenilgisi onu çökertti, hızını kesti, Anadolu ve Kürdistan topraklarından geri püskürttü.
-Yavuz’un 40 bin Alevi’yi kestiğini yazan tek tarihçi İdrisi Bitlisi’dir, bu katliam yaşanmadıysa İdris-i Bidlis’i bunu neden söylesin?
Yavuz’un Tekeli ve Nur Ali Halife isyan ve kışkırtmaları taraftarlarının artıklarıyla ilgili olarak Tokat, Amasya ve Sivas (O zamanki Rum-i Suğra sancağı) yöneticilerine gönderdiği ve bunların taraftarlarının geriye kalanlarının tespit edilip liste olarak gönderilmesini isteyen fermanları var. Bunlar yerine getirilmiş, ama bugüne kadar Osmanlı arşivlerinden tespit edilenler, yetmiş kişi dolayında. Bunu aşmıyor.
Ben iddianın daha çok bir abartma olabileceği inancındayım. Bugün bile, benzer deyimlerimiz oluyor, ‘binlerce insan öldürüldü’ ya da ‘kırk bin kere söyledi’, ‘kırk bir kere maşallah’ falan gibi. O dönemin belge ve vakayinamelerinde ‘kırk bin’ deyiminin çok kez başka vesilelerle tekrarlandığı görülür. Ordular kırk bin, isyancılar kırk bindir. Öldürülenler genellikle kırk-elli binlerle verilir vs.
Bir de Selim Şah-name, İdris’i Bitlisi zamanında müsvedde olarak kaldı, daha sonra Kanuni Sultan Süleyman zamanında, onun isteği üzerine Bitlisi’nin oğlu Ebü’l Fazl Mehmed tarafından tamamlandı. Babasından kalma bütün elyazmaların bulunamadığı, var olanların farklı yerlerden toplanarak bir araya getirildiği, hatta bazı eksikliklerin Ebü’l Fazl tarafından tamamlandığı bilinmektedir. Bu nedenle Selim Şah-name’de aslında çok az da olsa tekrarların olduğu, bazı yerlere daha sonra dokunulduğu ve en azından eklemelerin olduğu hissedilir.
Kızılbaşlara ve Safevilere karşı mezhebi ve dini temellere dayalı aşırı bağnaz karşıtlığın, aslında Sultan Selim zamanından ziyade, daha sonra gelen sultanlar döneminde arttığı göz önüne getirilirse, karşı tarafı yerme, zayıf ve helak olmuş gösterme, kendi tarafını övme aşırılıklarının ve rakamsal abartmaların daha çok olduğu kesindir. Derlenen dönemin özelliklerinden gelen rakamsal bir abartma ihtimali de dışlanamaz. Selim Şah-name, aynı tarihi olayların hem nesir hem de manzum ele alındığı bir eserdir. Katletme olayı anlatılırken nesir bölümünde her hangi bir rakam verilmez ve sadece “onlardan büyük bir kitle öldürüldü” diye belirtilir. Ancak manzum bölümünde, ‘’öldürülenlerin sayısı hesaplanan kırk bini de aştı’’ denmektedir.
Sonuç olarak kırk bin Kızılbaş’ın katledilmesi sadece Selim Şah-name’de var. Başka belge ve olaylarla güçlendirilmedikçe daha çok bir abartma olarak kalır. Ama madem eserde böyle bir bilgi var, kesinlikle ‘olmamıştır’ da denemez. Bugün bilemediğimiz birtakım bilgi ve belgeler ileride çıkabilir, daha anlaşılır ve güvenilir dayanaklarla bu iddia kanıtlanabilir.
-İdris-i Bitlisi kimdir ve Öcalan başta olmak üzere, bazı Kürtler neden onu “ilk ulusal hain” olarak görüyor?
Mevlana İdris-i Bitlisi aslen Bitlis’li ulema Kürt bir aileden gelir, Mevlana Hüsameddin-i Bitlisi’nin oğludur. 1452-57 yılları arasında doğdu, 1520’de öldü. Babası Mevlana Hüsameddin-i Bitlisi Amida’da (bugünkü Diyarbakır) Akkoyunlu Uzun Hasan’ın sarayında alim ve diplomat olarak hizmet verdi. Uzun Hasan payitahtını Amida’dan Tebriz’e taşıyınca oraya gitti. Uzun Hasan ölünce tahta oturan oğlu Yakup Bey’in hizmetine girdi. Mevlana Hüsameddin vefat edince İdris-i Bitlisi Yakup Bey’in sarayında babasının yerini aldı. Şah İsmail, Tebriz’i ele geçirip kendisini şah, Şii mezhebi de İran’ın resmi dini ilan edince, Sünni Şafii olan İdris-i Bitlisi Tebriz’i terk ederek Bitlis beyinin hizmetine girdi.
Kürt beylerinin bir araya gelip Sultan Selim’i İran seferine davet etmede, Çaldıran Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasında, Kürdistan beylerinin Safevilere karşı ayaklanmasında, Kürtlerle Osmanlı Sultanı arasında bağlanan anlaşmalarda belirleyici bir rol aldı. Kürdistan’ın Sünni-Alevi bütün beyleri ona büyük bir saygı duyar, rehberliğine güvenirlerdi. Örneğin Çemişkezek Beyi Pir Hüseyin Bey herkesten önce sürgünden gelip Amasya’da Sultan Selim’le anlaştı, ardından memleketine giderek, halkını Şah İsmail adına Çemişkezek (Geniş Dersim ve Erzincan yöreleri) Beyliği’ni yöneten Nur Ali Halife’ye karşı ayaklandırdı. Çemişkezekliler Nur Ali Halife’yi öldürdüler, Safevi Kızılbaş ordusunu kovarak özgürlüklerine kavuştular. Ardından Pir Hüseyin ordusunu alarak İdris-i Bitlisi’nin rehberliğindeki Kürdistan ordularına katıldı. Kürdistan – Osmanlı müşterek orduları Mardin önlerinde Safevi Kara Han ordusunu kesin yenilgiye uğrattı. Selim Şah-name ve Şerefname Pir Hüseyin Bey’in büyük kahramanlıklarına yer verirler.
İdris-i Bitlisi, Memluklere karşı başlatılan savaşlarda da Kürdistan ordularının başında Sultan Selim’in yanında yer aldı, elde edilen zaferlerle Mısır ve diğer söz konusu İslam toprakları Osmanlılara katıldı.
İdris-i Bitlisi büyük bir dini ve tasavvufi alim, edip, dünya işlerini, diplomasiyi ustaca uygulayan bir rehber ve devlet adamıdır. Onun sağladığı Kürt Osmanlı ittifakı boyutunda büyük ve uzun ömürlü ve Kürtlere siyasi, idari, sosyal ve kültürel alanlarda büyük olanaklar yaratan bir ittifakı bugün bile sağlayabilmiş Kürt büyüğü yok. Sultan Selim’i Macaristan seferinden vazgeçirerek İran seferine ikna edenlerin başında gelen bir diplomat, padişahın kendisine altı mühürlü boş kağıtlar vererek ‘git hangi beyin statüsü Kürt gelenekleri gereğince neyse ona göre yaz’ diyebildiği güvenilir bir insandır.
O dönemde uluslaşma davaları yoktu ki İdris-i Bitlisi ulusal hain olsun(!) Şaka bir yana, onun gibi büyük bir alimi ulusal hain olarak görmek aslında tarih bilincinden yoksunluğun neticesidir. Egemen devlet ideolojileri boyunduruk altındaki halkların tarihlerini inkar etme, karalama, ileri gelenlerini, önder ve alimlerini küçük düşürme politikalarını uygularlar. Bu mazlum toplulukların bireylerini oldukça etkiler, azimlerini, kendilerine güvenlerini yok eder. Bir de Sünni ve Alevi Kürtleri, sağcı-dindar ve solcu Kürtlerle Türkleri birbirinden çatışma boyutlarında uzaklaştırma politikasının sonucu olabilir. Bu sayede toplulukların birleşme, uzlaşma, rasyonel temellerde farklılıklarını ortaya koyarak bir arada yaşama olanakları ortadan kaldırılır.
-Sünni Kürtlerin Yavuz’un yanında, Kızılbaş Alevilerin de Şah İsmail’in yanında tavır almış olmasının, günümüz Alevi sorununa ve Kürt meselesine yansıması var mı?
Aslında olgular ve tarihi gerçekler sorudaki biçimde cereyan etmedi. Fakat tarihçiler, cumhuriyet aydınları yeterince araştırma olanaklarının olmaması, bilinçli Kemalist tarih anlayışı, ya da fetihçi İslam tarihçiliği nedeniyle bugünün hem Alevileri, hem Sünnileri, o günün olaylarını dediğiniz biçimde algıladılar. Olayın kökeninde mezhep değil siyasi bir rekabet yattığı halde, bahane olan mezhebi yanlar öne çıkarıldı; sadece Kızılbaşlarla olan bir savaş, tüm Alevilere teşmil edildi. Sadece Osmanlı topraklarına yönelik iken sanki Kürt Türk, Arap bütün Kızılbaş ve Alevilere yapılmış gibi gösterildi. Kızılbaşlığın ne zaman nasıl doğduğu, o günün koşullarında ne anlama geldiği göz ardı edildi. Hatta sanki elinde tespih, omuzunda postu, bir ulu mürşidin eli silahsız mürit ve taraftarlarına, Sünni olmayan bütün Alevi tarikat ve mezhep insanlarına yapılmış gibi gösterildi. Bu nedenle olaylar, tarihte ikinci bir Kerbela’ymış gibi algılandı. Bu algı günümüzün hemen hemen her sorununda travmaya dönüştü.
Oysa o dönemde yaşananlar, bugün algılananların neredeyse tam tersiydi. Şah İsmail, o dönemde bölgenin en büyük devleti olan İran Safevi devletinin şahıydı. Kızılbaşlar da bu devletin savaş gücünün belkemiği ordusuydu. Bu ordu 14 yıl gibi kısa bir sürede kılıç zoruyla Horasan’dan Erzincan’a, Basra Körfezi’nden Kafkaslara kadar uzanan bir egemenlik alanına yayıldı, Osmanlı topraklarında iki büyük isyan kışkırttı. Kürdistan’ı baştan başa egemenlik altına aldı, siyasal ve toplumsal statüleri darmadağın etti.
Kaldı ki Sultan Selim Osmanlı devletinin sadece dünyevi lideri, padişahıydı. Dini önderlikler, şeyhülislamlık, müftülükler, ulema göreceli de olsa ayrı ellerde bulunurdu. Osmanlı bürokratik kurumları deyim yerindeyse ‘daha laik’, daha dünyevi kurallarla yönetilirdi. Osmanlı ordusunda Sünniler, Bektaşiler vardı. Anadolu’dan, Balkanlardan gelip savaşta ordunun saflarında yer alan bey ve paşaların emri altında Hristiyan ordular vardı vs. Buna karşın Şah İsmail hem Şah olarak İran Safevi İmparatorluğu’nun dünyevi, hem de Safevi tarikatının en büyük şeyhi; Mürşid-i Kamil’i olarak dini otoriteyi de kendi şahsında birleştirmişti. Çok bağnaz ve şiddeti esas alan bir şiileştirme politikasını teb’alara dayatıyordu. Darü’l İslam’da Selim’den fazla esas o, mezhepçi yayılmacı bir politika izliyordu.
-Şeyh Sait ayaklanmasına Dersimlilerin katılmamış olmasının, Dersim katliamı sırasında da Sünni Kürtlerin Dersimlilerin yardımına gitmemiş olmasının köklerini Yavuz-Şah İsmail rekabetine kadar uzatmak mümkün mü?
Tabi, bugüne kadar gelen Alevi Sünni çatışması, Alevi Sünni Kürtler arasındaki güvensizlik ve önyargı, hep başlangıç olarak oralara götürüldü, ama belirttiğimiz ters algı ve manipülasyonla. Osmanlılarla İranlılar arasında ciddi düzey ve çaptaki ilk ilişki ve çatışmalar o zaman başladı, ama hikaye bugün anlatılanlar, algılananlar gibi değil. Bağnazlaşma, karşılıklı önyargı ve reddetme, daha sonraki Osmanlı sultanları ve İran şahları arasında Selim döneminden çok çok daha ileri boyutlara gitti.
Dersim açısından bakarsak, aslında 19. yüzyılın ikinci yarısına kadar diğer Kürt bölgelerinde olduğu gibi eyaletler ve özerk idareler vardı. Osmanlılar Dersim bölgesinde oraların özerk beyleri ve aşiret reisleriyle muhatap olurlar, askerlik ve vergi meselelerinde onları muhatap alırlardı. Dersimliler de kendi geleneksel Kürt Alevi toplumsal ve siyasal yapıları çerçevesinde beylik ve aşiret sistemi ile yaşarlardı. Bunlar kötü şeyler değildi. Bilimsel olarak bakıldığında bunlar o toplumu maddi ve manevi varlığıyla ayakta tutan kurumlardı. Diğer Kürdistan beyliklerinde olduğu gibi. Ama ne zaman ki Türkiye Fransız burjuva devriminden ve Alman militarizminden etkilenen jakobenci bir merkezileşme hareketine başladı, ne zaman ki diğer Kürt beylerinde olduğu gibi, Dersim bey ve aşiret reislerinin, dini önder ve kurumlarının statülerine saldırıldı, işte o zaman, ona uygun ideolojilerle bu kurumlar gerici, kötü, sömürücü kurumlar gibi gösterildi.
Dersimde isyan oldu mu diye sık sık tartışılır. Aslında 1937-38’de silahlı bir isyan olmadı. Ama Dersimliler kendi beyleri, aşiret kurum ve yöneticileriyle, dinsel önder ve yaşam tarzlarıyla yaşamaya devam etmek isteyince, isyan edilmiş sayıldılar. Bu kurumları korumaya çalışmak isyan etmek sayılıyordu. Cumhuriyet, homojen, Sünni Türk, jakoben modern merkeziyetçi, otoriter bir toplum yaratmak istediği için bu kurumları neye mal olursa yıkmalıydı. Tarih de, geçmiş de, Çaldıran Savaşı ve o dönemin olayları da buna göre kurgulandı, günümüzdeki gibi tam manipüle olmuş bir algı yaratıldı.
Bu, hem Sünni Kürtlerle Türkleri, hem Alevi Kürtlerle Türkleri böyle sardı ve bildiğimiz korkunç olaylar, büyük acılar yaşandı. Halen de bir aydınlanma ve buna bağlı bir konsensüs (uzlaşma) sağlanamadı.
-Kılıçdaroğlu gibi bazı Dersimlilerin kendilerini Kürt saymayıp köklerini Horasan’a kadar uzatmalarının sebebi nedir?
Kılıçdaroğlu’nun ailesinin şeceresini araştırmadığım için somut olarak onun ailesinin oradan gelip gelmediğini bilemiyorum. Ama pek çok aile ya da vatandaş Kürt olmadığını, Türk olduğunu kanıtlamak için Horasan’dan gelme olduğunu belirtme zorunda gördü kendisini. Aslında bu Türk Tarih Tezi’nin bir yansımasıydı. Orta Asya’dan, Horasan’dan gelenler Türk’tü bu teze göre. Oysa Horasan’dan gelme sizin Türk mü Kürt mü olduğunuzu ortaya koymaz. Tarih boyunca Horasan’da Kürtler de Türkler de geniş topluluklar biçiminde yaşadılar. Şah İsmail zamanında Kürdistan’dan kendi istekleriyle onun peşine takılıp Horasan’a giden Kürtler olduğu gibi, oraya sürgün edilen Kürtler de oldu. Şah İsmail Çemişkezek Beyi Pir Hüseyin’in babası Hacı Rüstem Bey’i bin aileyle beraber İran’ın içlerine, doğusuna sürdü. Daha sonraki İran şahları Celali ve başka Kürt aşiretlerinin önemli bir kısmını tampon bir bölge oluşturmak için Horasan’a yerleştirdi. Kimileri geri döndü, kimileri de halen orada yaşıyor. Kısacası Türkler de Kürtler de çok kez Horasan’a gidip geldiler. Horsan ne kimsenin Türklüğünü ne de Kürtlüğünü kanıtlar.
-“İran Safavi devleti Osmanlıdan daha fazla Türktü” tezinin amacı nedir?
Kanımca bunu ilk kez Sovyet Azerbaycan ve Rus kökenli Türkologlar ortaya attı. Türkiye’de nasıl komünizme karşı Orta Asya Türk ve Müslümanlarını etkilemek için Türk-İslam sentezi oluşturulduysa, benzeri bir biçimde Sovyet Azerbaycanı’ndaki Şii Azeri ve Türkmenler Şii Fars İran ve İran Azerbaycanı’na karşı aşılı olsunlar diye Safevilerin Türklükleri hatta Osmanlılardan daha çok Türk oldukları tezleri işlendi. Cumhuriyet döneminin Kemalist aydınları bunlardan gıdalanarak hem cumhuriyetin Alevi Şii vatandaşlarını İran Azerbaycanı ve Farsların etki alanından uzak tutmak, hem de Osmanlılığı karlamak için sultan Selim ve daha sonraki Osmanlıyı Farslara daha yakın Safevileri daha Türk gibi gösterdiler.
Aslında Safevilerin kurucuları ve şeyhleri Kürt kökenliydiler. Şeyh Cüneyd döneminde Uzun Hasanla akrabalıkları başladı. Ama Uzun Hasan’ın kendisinin babaannesi Gürcü-Rum karışımı bir prenses, annesi Arami bir Hristiyan, eşi Rum Pontus kralının kızı Catarina Despina diye bir prensesti. Uzun Hasan Arami bir anadan doğan kızkardeşi Hatice Begüm’ü Şeyh Cüneyt’le, onlardan doğan oğulları Şeyh Haydar’ı Rum prensesten doğma kızı Martha (daha sonra Alem Şah Begüm diye çağrıldı) ile evlendirdi. Şah İsmail bu Martha’dan doğdu.
Tabi Safevi Şeyhleri Uzun Hasan’la akrabalık kurup daha sonra onun ölümüyle tahtın mirasçıları olarak savaş meydanında belirince, tarikat Türkmenlere çok cazip geldi. Ayrıca Kafkaslara; Hristiyan Çerkez, Gürcü ve Ermenilere, Kara Deniz’de Rum Pontus devletine yaptıkları akınlarda elde edilen talan, ganimet ve esirler göçebe süvari Türkmen aşiretlerin iştahlarını kabartıyordu. Böylece Safevi müritleri arasında Kürtler, Araplar, Farslar ve Talışlar da olmakla birlikte Türkmenler çoğunlukta oldular ve merkezi postları kaptılar.
O dönemde okuma yazma oranı belki yüzde bir bile değildi. Çoğu kez aşiret reisleri, beyler, paşalar, hatta padişahlar bile analfabet olabiliyorlardı. Bir yerde eğer tarikat taraftar elde etmek istiyorsa onların dilinde ve sazlı sözlü ritüeller çerçevesinde kendilerine hitap etmeliydi. Bu ilişkiden dolayı, Safevilerin dini ayinleri giderek Türkçe ağırlıklı oldu, hatta bir yandan seyit, ama öte yandan Türkmen asıllı oldukları söylentilerini yaymaya başladılar.
Anadolu’daki batıni İsmaili ve Alevi inançlar, hatta heterodoks İslam’la Hristiyanlık yanlılarının iç içe yaşamalarından dolayı Safevi tarikatı da Sünnilikten Azerbaycan’da 12 İmam Şiiliğine, Anadolu’da da Gülat Şiiliğe /Kızılbaşlığa dönüştü.
Bazı araştırmacılar Şah İsmail adına yazılmış olduğu söylenen şiirlerin çoğunun da onun tarafından yazılmadığını, başkalarınca okunduğunu, daha sonra divan haline getirilip okur yazar halifeler tarafından ayinlerde, şölenlerde okunduğunu belirtirler.
Bakıldığında Ezidiliğin de benzer bir evrim sürecini yaşadığı görülür. Ezidiliğin en kutsal figürlerinden Şeyh Adi Bin Müsafir aslında Bakaa’lı bir Arap aileden geliyordu. Kurduğu Adeviye tarikatı ,Sünni olarak doğdu. Ama Sincar’a yerleşip yayılmaya başlayınca hem oradaki yerlilerin dili olan Kürtçe’yi benimsedi, hem de onların din ve inançlarından etkilenen heterodoks bir inanç sistemine, giderek İslam dışı bir dine dönüştü.[1]