$Uluslararası Literatür ve Savaş – BÖLÜM 3$
Uluslararası politikada savaş, genellikle iki veya daha fazla devlet arasındaki silahlı mücadele durumu olarak tanımlanır. “Örgütlü ve amaca yönelik bir eylem olarak savaşın modern şeklinin ortaya çıkışı, erken modern dönemde, Avrupa devlet sisteminin gelişiminden kaynaklanmıştır. Savaş, düşmanlıklar başlamadan da ilan edilebilmesi nedeniyle, resmi ve yarı yasal bir niteliğe sahiptir.” Üzerinde bir mutabakat sağlanmasa da geleneksel savaş tanımının içerisinde olan “kuvvet kullanımına dayalı olması, düşmanca bir eylemi içermesi, hukuki-yasal, yarı-yasal bir moment oluşturması ve devletler ya da devlet gruplarının” ve dahi paramiliter öğelerini de içeren karşılıklı bir durumdur.
Karşılıklı bir durumu ifade eden “Savaş” gerçeğinde, geçmişten bugüne kadar kullanılan bütün silahlar iki başlık altında incelenmektedir. Birincisi “konvansiyonel silahlar” ikincisi de “kitle imha silahları” olarak kategorize edilmektedir. Kitle imha silahlarını konvansiyonel silahlardan ayıran en önemli ayrıntılar, bu tarz silahların konvansiyonel silahlara göre çok daha yıkıcı/yakıcı etkilere sahip olmasıdır. Aynı zamanda kullanılan alan ve insanlar üzerindeki etkilerinin kullanımlarının üzerinden on yıllar geçse de devam etmesidir. “Konvansiyonel silahların defalarca kullanılması sonucu ortaya çıkan zarar, kitle imha silahlarının bir kez kullanılması ile ortaya çıkmaktadır.”
“II. Dünya Savaşı üzerinden iki silah türü kıyaslanacak olursa, müttefik devletlerin iki gün süren 1400 bombardıman uçağı sortisi sonucunda yaklaşık 130.000 insan yaşamını yitirmişken, Hiroşima’ya atılan tek bir atom bombası sonucunda yaklaşık 68.000 kişi ölmüş 76.000 kişi ise ciddi şekilde yaralanmıştır.”
“Kitle imha silahları sadece yıkıcı etkilerinden dolayı değil aynı zamanda caydırıcı özelliğe sahip olmalarından dolayı da ülkeler tarafından geliştirilmekte ve stoklanmaktadır. Soğuk savaş döneminde silahlanma yarışının artmasıyla kitle imha silahlarının gelişimi de hız kazanmıştır. Bu dönem içerisinde daha fazla insana zarar verebilecek, yıkım etkisi daha büyük olan kitle imha silahları geliştirilmiştir.”
$ULUSLARARASU HUKUK ve SÖZLEŞMELER$
Özellikle zehirli endüstriyel gazlar 19’uncu yüzyılın sonlarına doğru savaşlarda kullanılmaya başlanmıştır. Kimyasal silahların kullanımı uluslararası sözleşmelere göre yasak ve günümüzde birçok ülke tarafından “insanlık suçu” olarak kabul ediliyor. Ancak sözleşme ve kararlara rağmen kimyasal silah kullanımı hiç sona ermedi. İmzacı ve kararların, kimyasal silahları üreten devletler tarafından alınması bunun temel nedeni olarak gösteriliyor. Kimyasal silahlara karşı ilk adım 1899 Lahey Sözleşmesi ile atıldı. “1899 yılında toplanan I. Lahey Barış Konferansına katılan 28 devletten 23’ü, 2 yıl sonra 1901 yılında tekrar toplanmış ve savaşlarda zehirli gaz kullanmamayı taahhüt eden Boğucu Gazlar Bildirisini imzalamıştır. Söz konusu bildirinin imzalanmasını takip eden 6 yıl içerisinde dört devlet daha bildiriye imza atmış, bunun sonucunda bildiriye imza atan devlet sayısı 27’ye yükselmiştir. Lahey Barış Konferansındaki taraf devletlerden olan ancak Boğucu Gazlar Bildirisini imzalamayan tek ülke ise Amerika Birleşik Devletleri olmuştur.”
1899-1907 yılları arasında toksik kimyasalların bir savaş aracı olarak kullanılmasına karşı gösterilen çabalar ve varılan mutabakatlara rağmen ne yazık ki bu tür kimyasalların silah olarak kullanılmasının önüne geçilememiştir. I. Dünya Savaşına giden süreçte ülkelerin birbirlerine üstünlük sağlamak amacıyla toksik kimyasalları bir silah olarak kullanma konusundaki gayretleri artarak devam etmiştir. Alman ordusunda General rütbesinde olan Fritz Haber kimyasalları silahlarda kullanma konusunda ciddi çalışmalar yürütmüştür. Yapmış olduğu çalışmalar dolayısıyla kendisine “Kimyasal Savaşın Babası” lakabı takılmıştır. Fritz Haber, Boğucu Gazlar Bildirisinin sadece insanlar üzerinde ölümcül etkisi olan kimyasalları kapsadığını öne sürerek, klor gazı gibi ölümcül etkisi daha düşük olan genel olarak kişide halsizlik, iş göremezlik, gözde yaşarma, nefes darlığı gibi etkiler yapan kimyasalların bu gruba girmediğini iddia etmiş ve çalışmalarını bu iddiasını temel alarak devam ettirmiştir.
I. Dünya Savaşı sonunda imzalanan antlaşmalardan birisi olan Versay Antlaşmasında, savaş esnasında yoğun olarak kullanılan kimyasal silahları kısıtlamak amacıyla, toksik kimyasalların silah olarak kullanılmamasına yönelik hükümler konulmuştur. Bu haseple, BM, kimyasal silahlara yönelik konuların görüşülmesi amacıyla Cenevre’de bir konferans düzenlenmesini kararlaştırmıştır. Cenevre Konferansında silahlanma, savaş hukuku gibi konuların yanı sıra savaşta toksik kimyasalların kullanılması konusu da görüşme konuları arasında yer almıştır. Görüşmeler sonucunda, 17 Haziran 1925’de “Boğucu, Zehirli ve Diğer Gazlarla Bakteriyolojik Metotların Savaşta Kullanılmasının Yasaklanmasına İlişkin Protokol” olarak adlandırılan Cenevre Protokolü imzalanmıştır.
$TC DEVLETİ, SÖZ KONUSU PROTOKOLÜNE TARAF DEVLETLERDEN BİRİSİDİR$
“Ancak Cenevre Protokolü kimyasal silahların geliştirilmesini, üretilmesini veya bulundurulmasını yasaklamamaktadır. Yalnızca savaş ortamında kimyasal silah kullanımına yönelik kısıtlamalar getirmektedir. Protokole imza atan ülkelerin birçoğu, protokol dışında kalan ülkelere karşı kimyasal silah kullanabilecekleri konusundaki hakları saklı kalmak şartıyla protokole imza atmıştır. Ayıca söz konusu ülkeler kendilerine kimyasal silah kullanılarak bir saldırı yapılması durumunda aynı şekilde cevap vereceklerini de not düşmüşlerdir.”
“II. Dünya Savaşının sona ermesinden sonra başlayan soğuk savaş döneminde kitle imha silahlarına sahip devletler, yeni kimyasal savaş ajanı geliştirmeye yönelik çalışmalara ve bunları depolamaya devam etmiştir. Soğuk savaş döneminde ülkelerin elinde bulunan kimyasal savaş ajanı miktarının 29.000 metrik ton ile 40.000 metrik ton arasında olduğu değerlendirilmektedir.” Ancak kimyasal silahların kullanımının devam etmesi üzerine 1968 Nükleer Silahsızlanma Anlaşması, 1972 Biyolojik Silahlar Konvansiyonu ve 1987 Füze Teknolojileri Kontrol Rejimi anlaşmaları imzalandı.
Kimyasal silahların kullanımı uluslararası sözleşmelere göre yasak ve günümüzde birçok ülke tarafından “insanlık suçu” olarak kabul ediliyor. Kimyasal Silahlar Sözleşmesi (CWC), kimyasal silahların üretimini, stoklanmasını ve kullanımını yasaklayan bir silah kontrol antlaşmasıdır. Konvansiyonun tam adı Kimyasal Silahların geliştirilmesinin, Üretiminin, Stoklanmasının ve Kullanımının Yasaklanması ve Bunların İmhası ile İlgili Sözlesme şeklindedir. Antlaşma, Kimyasal Silahları Yasaklama Örgütü (OPCW) tarafından yönetilmektedir. Kimyasal Silahlar Sözleşmesi 1997 yılında yürürlüğe girmiştir. Türkiye, Kimyasal Silahlar Sözleşmesini (CWC)’yi 1997 yılında 4238 kabul numarası ile TBMM’de kabul etmiş, 10.4.1997 tarih ve 22960 sayı numarası ile resmi gazetede de yayınlanmıştır.
Kimyasal Silahlar Sözleşmesi kapsamında imzacı devletlerin uyması gereken yasaklar şu şekilde sıralanmaktadır:
1. Taraf devletler hiçbir koşul altında kimyasal silah geliştiremez, üretmez, temin edemez, depolayamaz, doğrudan veya dolaylı olarak transfer edemezler.
2. Taraf devletler savaş/çatışma ortamında kimyasal silah kullanamazlar.
3. Taraf devletler kimyasal silah kullanmaya yönelik askeri bir hazırlık içinde bulunamazlar.
4. Taraf devletler, başka bir taraf devlete kimyasal silah üretmeye yönelik yardımda bulunamaz, bu yönde destek veremez veya teşvik edemez.
$SÖZLEŞME KAPSAMINDAKİ YAPTIRIMLAR$
Kimyasal Silahlar Sözleşmesine yönelik yürütülen müzakereler esnasında en çok gündeme gelen hususlardan birisi, sözleşme hükümlerine aykırı bir durum olduğu takdirde hükümleri ihlal eden taraf devlete uygulanacak yaptırımlardır. Sözleşme metninde taraf devletlerden birisinin sözleşmeye aykırı bir eylem içerisine girmesi durumunda, Kimyasal Silahların Yasaklanması Örgütü’ne “ihlal giderilinceye ve gerekli her türlü tedbir alınıncaya kadar, taraf devletlerin hakları ve ayrıcalıklarını sınırlamak ve askıya almak da dâhil olmak üzere her türlü tedbirin uygulanmasına karar verme yetkisi” verilmiştir.
Taraf devletlerden birisinin sözleşmeyi ihlal etmesi durumunda uygulanacak en olası yaptırım ise “Özellikle ağır olan durumlarda Konferans, konuyu tüm ilgili bilgiler ve sonuçlarla birlikte BM Genel Kurulu’na ve Güvenlik Konseyi’ne götürecektir” hükmü kapsamında konunun BM Genel Kurulu’na ve Güvenlik Konseyi’ne taşınmasıdır.[1]