$Çaldıran Savaşı ve sonrasındaki gelişmelerde Kürtlerin rolü$
26-27-28 Haziran 2014 tarihleri arasında Bitlis El Aman Hanı’nda düzenlenen I.ULUSLARARASI BİTLİS SEMPOZYUMU’na özetini sunduğum tebliğin tam metni:
I. Selim’in Çaldıran Seferi’nde ve Osmanlılar’ın Darü’l-İslam’a Açılmasında Bitlis Beyliği’nin Başını Çektiği Kürtler’in Rol
”Kürtler çağırmasa büyük Türk asla Şah İsmail’e saldırmaya cesaret edemezdi.”
Giovanni Mario Angiolello
– Osmanlı sarayında bir Venedikli
Bu yıl, Çaldıran Savaşı’nın beş yüzüncü yıldönümü. 23 Ağustos 1514’te, bugünkü İran sınırları içindeki Xoy (Hoy)’a yakın Çaldoran (Çaldıran) ovasında Osmanlılarla Safeviler arasında meydana gelen Çaldıran Savaşı Osmanlı ordusunun zaferiyle sonuçlandı. Şah İsmail, büyük bir cesaret ve güvenle geldiği, en ön saflarda çarpıştığı savaş meydanından kaçarak önce başkent Tebriz’e, oradan İran’ın içlerine doğru uzaklaştı. Sultan Selim, hiçbir karşı koyma olmadan Safevilerin payitahtı Tebriz’e girdi, orada bir hafta kadar kaldıktan sonra, kışı geçirmek ve ilkbaharda dönüp Safevilere karşı sefere devam etmek üzere Amasya’ya; Osmanlı topraklarına geri çekildi.
yüzyılın başından başlayarak günümüze dek gelen İran, Osmanlı ve Kürt ilişkilerinde çok önemli gelişmelere yol açan ve etkileri günümüzde bile hissedilen bir olay olduğu halde Çaldıran Savaşı ve sonuçları, özellikle de Kürtlerin bu savaşta ve sonrasındaki gelişmelerde oynadıkları rol yeterince aydınlığa kavuşturulmuş değil.
Türk tarihçileri, genellikle Sultan Selim’in başa gelir gelmez en büyük tehlike olarak Safevi devletini gördüğünü, bu tehlikenin farkına daha Trabon’da şehzadeyken vardığını, padişah olur olmaz ilk iş olarak İran seferini başlattığını, Çaldıran Savaşı’nın zaferle sonuçlanmasının ardından Kürt Beylerine boyun eğdirerek bugünkü Doğu ve Güneydoğu Anadolu (Türkiye Kürdistanı) topraklarını fethederek Osmanlı devletine kattığını öne sürerler. Sultan Selim’in koyu bir Sünni olarak Alevi Kızılbaş düşmanı olduğunu; kimisi meziyet, kimisi de gözü dönmüşlük olarak belirtir. Kemalist-Alevici-Solcu tarih yazıcılarına göre Sultan Selim, Alevileri kâfir (dinsiz) ilan eden, onların mallarını, canlarını, kadın ve kızlarını Sünnilere helal kılan fetvaları çıkartarak 40 bin masum Alevi’yi kılıçtan geçirtti.
Sünni Şafii Kürtlerin İdris-i Bitlisi’nin öncülüğünde Osmanlı Sultanı Yavuz Selim’le işbirliği halinde Alevi Kızılbaş Kürtleri öldürdükleri özellikle vurgulanır.
Bu sunumun sınırları Sultan Selim’in Safevilere karşı siyasetinin biçimlenmesi; İran seferi ve Çaldıran Savaşı ile onun yol açtığı gelişmelerde, Bitlis ulema ve beylerinin öncülüğündeki Kürtlerin oynadıkları rol olduğundan, Sultan Selim’in Osmanlı sınırları içindeki Kızılbaşlara karşı çıkarttığı ferman ve fetvalara değinilmemektedir. Burada esas olarak iki devlet ilişkileri çerçevesinde Kürtlerin rolü irdelenmektedir.
Konunun Kürtlerle ilgili yanı nedeniyle, belki şunu vurgulamak yararlı olabilir: Sultan Selim’in Çaldıran Savaşı öncesinde ve sırasında Kürt Alevi ve Kızılbaşları katletmiş olması mümkün değil. Çünkü daha sonra somut olarak dikkat çekileceği gibi onların üzerlerinde yaşadıkları topraklar, o dönemde Osmanlı devletinin sınırları dışında, bir kısmı Safevilerin bir kısmı da Dulkadiroğluların egemenliği altındaydı.
Sultan Selim Safevilere değil, Macarlara sefer yapma yanlısıydı
Kuşkusuz İran Safevi devletinin burnu dibindeki Trabzon’da yıllarca sancak beyliği yapan ve Şah İsmail’in 1501’de İran tahtına çıkışından beri geçen 13-14 yılı izleyen Sultan Selim’in Safevilerin Osmanlı devleti için oluşturduğu tehlikenin farkında olmadığı söylenemez. Üstelik Osmanlı toprakları içinde baş gösteren Safevi yanlısı Şah Kulu Tekeli ve Nur Ali Halife İsyan ve savaşlarına tanıklık etmişken.
Ama tarihçilerin büyük bir kısmının yazdığının aksine, padişah olur olmaz Sultan Selim İran’a seferden; Şah İsmail ile savaştan değil, daha önceki padişah atalarının yaptığı gibi batıya; Avrupa’ya yönelik bir cihad ve gazadan yana tutum benimsedi ve Macaristan üzerine sefer yapma hazırlıklarına başladı. Selim’in batıya sefer politikası da henüz şehzadeyken oluşmuştu.
Bütün vakanüvisler, eski ve çağdaş tarihçiler, Osmanlı paşa ve vezirlerinin en büyük oğul olan Şehzade Ahmet’i, yeniçerilerle sipahilerin de Şehzade Selim’i babaları II Bayezid’in yerine tahtta görmek istedikleri konusunda hemfikirdirler. Ancak neden vezirlerin Şehzade Ahmet’i istedikleri, hatta daha Bayezid sağken, onu tahta çıkaracak padişah fermanı bile çıkarttıkları, neden yeniçerilerin ve diğer askerlerin Selim’i istedikleri araştırmalarda pek rastlanmaz. İdris-i Bitlisi, Selim Şah-name’de vezirlerin Şehzade Ahmed’i destekleme sebebini belirtir ama yeniçerilerin Şehzade Selim taraftarlığına dair doğrudan açıklamalar getirmez. Ancak anlattığı olaylar bizim bu sebepleri görmemizi rahatlıkla sağlar. İdris-i Bitlisi’nin yazdığına göre:
‘’Sağlığının yerinde olmayışı nedeniyle Bayezid Han’ın tacında ve tahtında tam bir fetret ortaya çıkmıştı, … zamanın yaygın fitnelerinden birkaç büyük olay, Osmanlı memleketlerinde, özellikle Anadolu vilayetinde baş göstermişti. Saltanatın önemli işlerinin dizginleri, iktidar ve yetki sahibi vezirlerin eline geçtiğinden görüş birliği edip bir toplantı yaparak Sultan’ın (Bayezid’in MC) hayattayken hilafetini Sultan Ahmed’e devretmesini teklif ettiler. Onların bu düşüncelerinin sebebi şuydu: Adı geçenin (Şehzade Ahmed’in), babasının vezirleriyle yakınlık ve işbirliği içinde bulunması nedeniyle saltanat ona verilince yönetim ve maliye yetkisi yine aynı vezirlerin ve naiplerin elinde kalacaktı.’’
İdris-i Bitlisi, Selim’in, son yıllarda Osmanlı ordusunun cihada çıkmamasının Frenkleri ve doğudaki komşuları cesaretlendirdiğine, ayrıca orduyu da atıl düşürdüğüne inandığını, daha şehzadeyken bile siyasetinin Macarlar üzerine sefer yapmak olduğunu belirtir.
Vezirler, Bayezid’den kendisi daha hayattayken Şehzade Ahmed’i yerine tahta getiren fermanı çıkartınca o sırada bulunduğu Kırım; Kefe üzeri Edirne’ye ve İstanbul’a gelmekte olan Şehzade Selim’i yolda babası Bayezid, vezir ve yöneticilerle birlikte karşıladı, onu geri göndermeye çalıştı. Yapılan pazarlıklar sırasında Şehzade Selim yıllardır batıda, darü’l harpte gazaya çıkılmadığına, bunun, ordunun savaş gücünü zayıflattığına, hatta çürüttüğüne, ayrıca doğuda Safevi devletinin ilerlemesine ve Osmanlı topraklarında çıkardığı kargaşalıklara da değindi:
Şehzade Selim ‘’babanın rızasına uymak vacip olduğundan oracıkta durarak din ve devlet hakkında birkaç durumu arz etti: ’Birincisi yüce ataların ve ecdadın geleneği, gaza, cihad ve İslam dairesini genişletme konusunda hep çabalamak olduğu, hiç kesintisiz her yıl bu kural doğrultusunda mücahit askerleri teşvik edip harekete geçirdiği ve ‘Ey peygamber! Müminleri savaş için coştur’ (Kur’an, 8/65) hükmü bunu gerektirdiği halde, şimdi yıllardır bu sünnet, hatta farz-i kifâye ihmale uğramıştır. Eski mücahitler yiğitlik ve kahramanlık işinden geri kalmışlar, yeni yetme gençlerse hiç savaş yüzü görmemişlerdir. Böylelikle, bu hanedana ait olan bu güzel üslup terkedilmiştir.
Ayrıca Acem memleketleri çevresinde bir grup, özellikle mağlup Acem ülkesinde dinsiz Kızılbaş mesleğini ortaya atmıştır: Günden güne mülkü, malı ve varlığı büyük bir genişlik kazanmaktadır. Bilinmektedir ki bu hanedanın (Osmanlı hanedanının MC) din ve millet bakımından düşmanıdırlar… O taifeden büyük bir fitne ve fesat beklenmektedir. Bunun önünün alınmasında ihmal ve gaflet gösterildikçe, din ve devletle yarattığı fesadın ıslah edilemez bir hale gelmesi mümkündür. Ortaya çıkan bazı fitne ve kargaşalar memleketin her tarafında baş gösterebilir.
Şimdi bu hanedanda, bu dini ve mülki işin başına bir kimsenin geçmesi mecburidir. Peder hazretlerinin durumu yaşlılığın galebe çalması ve bazı hastalıkların baş göstermesi yüzünden müsait olamaz. Şu anda yüce babamızın, üç kardeşten ibaret olan, her biri geçmiş olaylarda denenmiş, sınanmış ve her birinin insanlar arasında yiğitliği ve serdarlık kabiliyeti belirginleşmiş bulunan oğullar arasından, veliahtlığı büyük kardeşe verdiği dünyaca duyulmuştur. Bu konuda vezirlerin aynı görüşte oldukları muhakkak olup din ve devlet çıkarlarını değil, kendi çıkarlarını gözetmişlerdir. İleri gelenlerin ve devlet erkânının dışında bütün mücahitler ve yiğitler bunun tersi görüştedirler. (vurgu benim, MC) Şimdi bu ikisinin cevabı beklenmektedir.’’
Pazarlıklardan sonra Padişah’ın Şehzade Ahmed’i tahta geçirmeyi buyuran fermanının iptal edilmesi, Sultan Bayezid hayattayken hiç kimseye tahtın bırakılmaması, padişahın ölümünden sonra yetkili ve etkili devlet erkânının ve ileri gelenlerin görüşleriyle, en uygun şehzadenin tahta çıkarılması kararlaştırıldı: ‘’… [Bayezid] sevgili oğlunun isteği neyi gerektiriyorsa yapılmasını buyurdu.’’
Şehzade Selim’e göre: Kâfirlerle, özellikle Macarlarla savaşmanın maslahatı bakımından bunca yıl boşuna geçirilmiş ve çokları gaza ve cihattan uzak durmuştu. Gaza ve cihat davası taşıyan beylerden ve askerlerden herkesin kendisiyle birlikte gönderilmesi ve cihat ordusunun araç gereçlerinin kendi tarafına yollanması hususunda babasından izin istedi.
Şehzade Selim’in istekleri doğrultusunda; Macaristan üzerine sefer yapılması için gerekli hazırlıklar yapıldı, askeri ve lojistik desteği sağlama emri verildi. Selim anlaşma yerinden Macaristan üzerine sefer hazırlıkları yaparken, babası da maiyetiyle İstanbul’a doğru yola koyuldu. İdris-i Bitlisi, dönüş yolunda vezirlerin tekrar Bayezid’i sıkıştırarak, Şehzade Ahmet’i tahta getirme fermanının geçerli olması gerektiğini, Şehzade Selim’le yapılan anlaşmaların zorunluluktan; maslahat icabı olduğunu, buna uyulması gerekmediğini beyan ettiklerini bildirir. Bu nedenle de, Macaristan seferi gerçekleşemedi, şehzadeler arasındaki taht kavgası bir anlaşmazlık sağlanamadan devam etti.
Şehzade Selim, Avrupa’da babasıyla taht için pazarlıklar yapıp Macaristan üzerine sefere hazırlanırken, Bayezid’in diğer iki oğlu; Manisa’da Şehzade Korkut ve Amasya’da Şehzade Ahmet baş gösteren Şah Kulu ve Nur Ali Halife ayaklanmalarıyla uğraşmaktaydılar.
Şehzade Selim’in Macaristan üzerine gitme tutumu, yıllardır darü’l-harpte cihad ve gaza yapmayan, mal, mülk ve esir ele geçirmeyen, oysa varlık nedenleri olan orduda ve savaş çarkında, esas gelirlerini elde ettikleri cihad ve gazalardaki talanlardan nasiplenmek için bekleyip duran yeniçerilerin neden Selim’i destekledikleri konusunda açık ipuçları veriyor. Yeniçeriler, İslam memleketlerine yapılacak seferlerin gaza ve cihad sayılamayacakları için mal, mülk, mücevherat ve esir getirmeyeceğini bildiklerinden batıya, darü’l harbe; gelir ve zenginlik getirecek alanlara sefer yapmayı politika edinmiş bir şehzadeyi padişah görmek istiyorlardı.
Ayrıca kendileri Bektaşi olduklarından muhtemelen Şehzade Ahmet ile Şehzade Korkut’un o anda Osmanlı topraklarında baş gösteren Kızılbaş isyanlarını savaşla bastırmaları, onları heyecanlandırabilecek ve o yöne gönüllü olarak yönlendirebilecek bir şey değildi.
Selim, şehzade iken taht kavgası nedeniyle Macaristan üzerine sefer yapma planlarını hayata geçiremedi, ama padişahlık tahtına oturunca, kardeşlerini ve diğer taht varislerini tasfiye ettikten sonra ilk iş olarak bu hedefi önüne koydu. Anlaşıldığı kadarıyla, sadece yeniçerileri kazanmak için değil, kendisi de samimi olarak Macaristan üzerine sefer yanlısıydı.
Tahta oturduğunda iktidarına karşı oluşabilecek tüm tehlikeleri bertaraf eden Sultan Selim 1513-1514 kışını geçirmek üzere maiyetiyle beraber İstanbul’dan Edirne’ye gitti.
Sultan Selim Edirne’ye varınca komşu ülkelerin sultan ve kralları onu kutlamak ve Osmanlı Devleti ile var olan eski anlaşmalarını yenilemek için elçiler gönderdiler. İdris-i Bitlisi’nin belirttiğine göre: ‘’Mısır Sultanı Kansu Gavri tarafından bir elçi, kutlu cülusu tebrik etmek için fil ve benzeri şahane hediyelerle Edirne’ye geldi. Daha önce … Bayezid ile kendisi arasında yapılmış olan sadakat ve uzlaşma anlaşmaları yenilendi. … Sultan (Selim MC) da kâfir krallarına haraç talebi için elçiler gönderdi. … Sultan’la (Selim’le MC) Macar (Engürüs) Kralı arasında her ne kadar birkaç yıllık antlaşma bulunuyor idiyse de İslam Sultanı, Macaristan’ı o mühletten ve rahatlıktan ümitsiz kıldı ve cihat hazırlıklarına başlayıp kâfirlerle savaşma geleneğini yeniledi. Boğdan, Eflak, Frenk ve Venedik gibi bazı kefere kralları itaat ettiklerini bildirdiler. Macar Kralı da eski anlaşmaları yenileme talebinde bulunarak bu amacı gerçekleştirmek için keferenin ileri gelenlerinden bir büyükelçi gönderdi. Ancak İslam Sultanı eski ikiyüzlülüğe izin vermeyerek elçiyi alıkoydu ve büyük bir savaş düşüncesini ortaya attı.’’ Papa’nın çağrısı nedeniyle aslında batıdan gelebilecek bir endişe de mevcuttu. Zira 1513’ten beri sınır boyları hayli hareketlenmişti, sınır çatışmaları giderek artış eğilimi göstermişti.
Fakat Papalık bir Haçlı Seferi Çağrısı yaptığı halde, Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ve Macaristan, cülus dolayısıyla ilişkileri düzeltme yolunu aradılar. İmparator Maximilian, Macar Kralı Vladislav’a Osmanlı Sultanı ile aradaki dostluğa kendisini de dâhil etmesi ricasında bulundu. 2-3 Şubat 1513 tarihinde bizzat Sultan Selim’e bir mektup göndererek tahta çıkması dolayısıyla kendisini tebrik etti, babası (Bayezid) dönemindeki gibi dostluğun süreceği ümidini bildirdi, akrabası ve kardeşi olarak nitelendirdiği Macar Kralı vasıtasıyla aradaki barışın kendilerini de içine almasını rica etti.
Sultan Selim İran seferine ikna edildi
Yalnız bu sırada Padişah’ın etrafında başka olaylar da oluyor, bazı çevre ve odaklar, esas tehlikenin batıdan değil, doğudan geldiği ve Sultan’ın yüzünü doğuya çevirmesi gerektiği yolunda telkinler ve tekliflerle onu görüş değiştirmeye çabalıyorlardı.
İdris-i Bitlisi, Sultan Selim’in Macar Kralı’na saldırmak için nerdeyse bahane aradığını ve bu yönde hazırlıklar yaptığını anlatırken ‘’fakat’’ diyerek, Osmanlı Devleti için esas tehlikenin başka bir yerden geldiğine ilişkin kendi görüşünü belirtir: ‘’bütün yeryüzünde en büyük dini fesat, Kızılbaş güruhunun yayılması olduğundan, bu taifenin İslam hilafeti makamındaki hanedana karşı dini ve dünyevi düşmanlığı muhakkak olduğundan, mezhep imamlarının ve âlimlerinin tamamı ve yüksek akıl sahiplerinin ve ariflerin hepsi ittifak halinde gereği üzre mülk ve milletin korunması ve İslam memleketleri halkının zulümden kurtarılması için mülhit Kızılbaş taifesinin (Safevilerin MC) ortadan kaldırılmasının düşünülmesi daha önemli ve önceliklidir, diye fetvalar verdi’’.
İdris-i Bitlisi’ye göre ‘’Acem memleketlerinde fetret döneminin baş göstermesi ve âlemin genelinde fitne ve fesadın yayılması yüzünden, efendi ve köleler arasında düşkünlüğün baş gösterdiği tehlike içindeki memleketlerin mazlumlarının çoğu, Osmanlı hanedanının merhamet ve şefkat gölgesine sığınarak âlemin sığınağı olan Sultan Selim’in dergâhından yardım ve imdat istiyorlardı. Özellikle İran ülkesinin avareleri ve Acem diyarının mazlumları, Kızılbaş kavminin ve adları Sûfi olan kâfir kalpli isyankârların zulümleri yüzünden evlerini barklarını terk etme yolunu seçmişler ve güvenli Osmanlı diyarına yönelmişlerdi. O günahkâr ve zalim topluluğun verdiği zararların haberleri ve ısrarının etkileri, uzun süredir itibar ve yetki sahiplerinin hatırlatmalarıyla padişahın kulaklarına geliyordu.’’
Safevi işgali altında zulüm gören ve mezheplerini terk ederek Şii olmaya zorlanan farklı Sünni topluluklar, heyetler, mektuplar ve âlimler aracılığıyla Osmanlı Sultanı Selim’in Safevilerin üzerine sefer düzenleyerek bu hanedanı yıkmaya ve İran’ı kendi topraklarına katmaya razı etmek için uğraşıyorlardı. İdris-i Bitlisi, Selim Şah-name’de karar alma dönemini anlatırken belirtmese de, aslında ‘’Acem diyarının mazlumları’’ arasında Sultan’ı doğuya; Safeviler üzerine sefere razı etmek için dergâh-ı aliye gelmiş bir Kürt heyeti de vardı. Mehemed Axayê Kelhoki’nin de içinde olduğu heyete İdris-i Bitlisi başkanlık ediyordu.
Kürtlerin Sultan Selim’i Şah İsmail’le savaşa teşvik etme çabaları
Kürdistan’ın hükümdar ve beyleri de gönderdikleri bu heyet aracılığıyla Sultan Selim’i Safeviler üzerine sefer yapmaya çağırarak, eğer sefere gelirse kendilerinin de Osmanlı ordusunun saflarında savaşacakları ve zaferden sonra Osmanlı devletinin tabiiyetini kabul edeceklerini belirtmekteydiler. Tarihçilerin neredeyse görmezden geldikleri bu konuda çok ciddi bilgi, belge ve gelişme var.
Sultan Selim Edirne’ye gittiğinde, Kürt heyeti de oraya varmıştı. İdris-i Bitlisi Selim Şah-name’de, İran seferi hakkında karar alma sürecinde Edirne’de olduğunu açıkça belirtir, fakat ilginçtir, böyle bir Kürt heyetinden bahsetmez. Muhtemelen, bizzat Sultan Selim’in biyografisine ayırdığı Selim Şah-name gibi bir eserde, kendi adını vererek Sultan’ı ikna etmeye geldiğini belirtmeyi, Sultan’ın şanına yakışmayacak bir nezaketsizlik olarak gördüğü için, açıkça kendisinin Kürtlerin elçisi olarak geldiğini yazmamış, sadece genel olarak Acem diyarından mazlum ve fakirlerin bu tür taleplerle dergâha geldiklerini belirtmekle yetinmiştir.
Ancak, daha önce de belirtildiği gibi, Bitlisi, Sultan’ın Macarlara karşı sefer hazırlığını doğru bulmadığını, asıl tehlikenin batıdan değil, doğudan geldiğini de açıkça vurgulamıştır.
Aslında Türk tarihçileri hemen hemen hiç değinmez, ama İranlı tarihçi ve araştırmacılar da İdris-i Bitlisi’yi Sultan Selim’i İran üzerine sefer yapma konusunda ikna eden, hatta kışkırtan kişi olarak gösterirler. Örneğin İranlı tarihçi Muhammed Arif Mutercim, 1307 (1889/90)’de yazdığı Tarix-ê İnqilabê İslâm beyn el-Xasa we’l-‘Am [10]adlı eserinde, İdris-i Bitlisi’yi ‘’Sultan Selim’i İran’a saldırmaya zorlayan (kışkırtan) biri’ olarak tanıtır.
Safevi boyunduruğu altındaki Kürt beylerinin, padişah olur olmaz, toplanarak, Sultan Selim’i Şah İsmail’in üzerine sefer yapmaya ikna etmek için İdris-i Bitlisi başkanlığında bir heyeti İstanbul’a gönderdiklerine ilişkin bilgiler, somut olarak o dönemin değişik kaynaklarında var.
Kaynaklardan biri Şerefhan’ın Şerefname’sidir. Şerefhan eserinde iki kez konuya değinir.
Birincisinde; Botan Beyliği ile ilgili bölümde şöyle der:
Botan Beyi ‘’Şah Ali Bey’le Bedlis Hükümdarı Emir Şeref arasında dostluk ve kardeşlik bağları güçlenince Osmanlı Sultanı Selim Han’a bağlılıklarını ilan ettiler ve kendisini, Diyarbekir, Ermenistan ve Azerbaycan vilayetlerini Kızılbaşların elinden almak için kışkırtmaya başladılar.’’
İkincisinde; Bitlis Beyliği bölümünde olayı daha ayrıntılı verir:
‘’Emir Şeref’in, babalarının ve atalarının mülkü olan Bedlis Vilayeti’ni gasp etmiş olan Kızılbaşlardan geri almak konusundaki umudu gerçekleşmeyince ve bu iş bir süre gecikince, öte yandan Sultan Selim Han’ın bütün İran ülkesini istila etmek niyetinde olduğunu öğrenince; bu şartlardan yararlanmak için fırsatın elverişli olduğunu anladı ve araştırma alanının atlısı, başarı yolundaki kervanın reisi, temel kanunların ve detay kanunlarının mütehassısı, düşünülen ve işitilmiş olan defterlerin düzenleyicisi, kutsallık medresesinin müderrisi, Bedlis bilgininin oğlu düşünür İdris (Mevlana Hüssamedin-i Bidlisi’nin oğlu ünlü Mevlana İdris-i Bidlisi MC) ile köklü Diyaeddin ailesine yücelik, iyilik, ikbal ve devlet dileyenlerin seçkini Muhammed Ağa Kelhoki ile Al-ı Osman Sarayı’na itaat ve sadakatlerini ve tahtlarına bağlılıklarını sunmak konusunda anlaştı. Bunlar, Kürdistan beylerinden ve hükümdarlarından 20 kişiyi bu tedbirde kendilerine katıncaya kadar çalıştılar ve bir bağlılık ve itaat mektubu yazarak düşünür Mevlana İdris’e ve Muhammed Ağa’ya verdiler; onlar da bunu yüce eşiklere sunmak üzere hemen İstanbul’a hareket ettiler.’’
Hemen hemen aynı bilgi, Şerefname’nin yazılmasından yaklaşık 80 yıl önce birkaç kez Osmanlıya ve İran’a gidip gelmiş olan, Osmanlı sarayında uzun yıllar hizmet veren, İran’da Şah İsmail’le tanışan, ardından Mısır Memluklarına karşı başlatılan Mercidabık seferinde Sultan Selim’in yanında bulunan Venedikli bir asker ve soylunun raporunda da belirtilmektedir. Venedikli Giovanni Maria Angiolello, o zaman kaleme aldığı Life and Acts of King Ussun Casano (Uzun Hasan’ın Yaşamı ve Eylemleri) adlı raporunda Sultan Selim’in başta Bitlis Beyi olmak üzere sınır boylarındaki Kürt beylerinin teşvikiyle (hatta kışkırtmasıyla) cesaret alarak Şah İsmail’le savaşmak için İran üzerine sefer düzenlediğini belirtir:
’’Sûfi (Şah İsmail MC), Tebriz’de bulunduğu sıralarda, Türk (Osmanlı MC) sınır bölgesinde hükümet etmekte olan yan kolu beylerin bazıları, ordunun (Safevi ordusu MC) Horasan’a gönderildiğini görünce Osmanlı Sultanı ile anlaşıp onu İran’a saldırmaya davet ettiler. Büyük Türk’ün (Sultan Selim’in MC) bu daveti kabul etmeye asla cesareti yoktu. Ama beylerden bazıları büyük olunca ve özellikle Sûfî’nin (Şah’ın MC) Bitlis dağlarında oturan düşmanı Kürtlerden bir grubun kendisini onunla savaşmaya davet ettiklerini görünce Tatarların (Şah İsmail Horasan’a kendileriyle savaşmaya gitti diye bilinen Özbekler MC) gücünün ölçüsünden haberdar olduğundan, Sûfi’nin zorluklarla karşıkarşıya kalacağını anlayıp 1514 yılında ordu toplamaya ve İran üzerine yürümeye karar verdi. Eğer Sufi Tatarlarla yaptığı savaşta zafer kazanırsa; onu mahvetmek için Sultan (Mısır Memluk Sultanı MC) ile elbirliği yapacağını çok iyi anlamıştı. Bu yüzden İstanbul’dan hareket edip sayısız miktarda askerle Amasya’ya (aslında Sivas’a, dönüşte Amasya’da konakladı, MC) yöneldi. Burada bırakılması zorunlu olanları bıraktıktan sonra Mayıs ayında Tokat’a doğru yürüyüşe geçti.’’
İdris-i Bitlisi, Selim Şah-name’de, işin başında, Kürtler adına Sultan’ı İran seferine ikna etmek için Edirne’ye geldiğini belirtmese de, daha o zaman, eserinin başka bir yerinde başka bir vesileyle konuya ilişkin bilgiyi vermekte ve Şerefhan ile Giovanni Maria Angiolello’yu doğrulamaktadır.
Selim Şah-name’de Çaldıran Savaşı zaferinden sonra ordunun o kış Tebriz dolaylarında kışlamasının sakıncalı olacağı, ordunun dönüp Osmanlı topraklarında kışlaması hakkında paşa ve vezirlerden görüş çıktığını, Sultan Selim’in de buna uyarak bahar gelince tekrar Safevi topraklarına dönüp fethi tamamlama kararı aldığını belirtir. Bunun üzerine Sultan’la yapılan istişare neticesinde ve onun emriyle, İdris-i Bitlisi Urmiye’den Malatya’ya kadar uzanan topraklardaki Kürt beylerine giderek kendilerini şehir ve kalelerini Safevilerden kurtarmak için ayaklanmaya çağırır. Onlara alınan kararlar doğrultusunda, ilkbaharla birlikte Osmanlı ordusunun İran’a dönerek fethi tamamlayacağını bildirir.
Bunun üzerine Kürt beylerinin her biri kendi kale ve şehirlerini Safevilerden kurtarmak için yörelerine gider ve ayaklanırlar, önemli sayıda bey kalelerini kurtarır, kimileri de ayaklanma halindedir. Fakat Amida ve Diyarbekir eyaleti içindeki Mardin, Ergani, Harput, Urfa gibi miras hakkı olarak doğrudan doğruya herhangi bir Kürt beyinin yönetiminde olmayan şehir ve kaleler henüz kurtarılamamıştır. Amida’da ayaklandıklarından dolayı Safevi askerlerince muhasara altında tutulan halk, Osmanlı Ordusu’nun gelmesini dört gözle beklemektedir.
İlkbahar gelince Amasya’da kışlamış olan Osmanlı ordusu Safevi egemenliğindeki topraklara bir türlü dönmez, hatta Kürtler, bir ara, ordunun Dulkadir Beyliği üzerine gönderildiğini duyunca aşırı tedirgin olurlar. En büyük kaygıları da Osmanlı ordusunun gecikmesinden ya da dönmemesinden cesaret alarak Safevilerin yeniden Kürt kalelerine saldırması ve daha büyük bir kin ve nefretle her tarafı tekrar ele geçirmeleridir.
Bu tedirginlik içinde, Kürt beyleri tekrar toplanarak taleplerini içeren bir mektupla İdris-i Bitlisi’yi Amasya’ya doğru yola çıkarırlar. Selim Şah-name’de içeriği anlatılan Kürt beylerinin o mektubunda başka tespit ve taleplerle beraber, Safevilerin Sultan Selim’i Çaldıran Savaşı’na kışkırtanların esas olarak Kürtler olduğuna inandıklarını ve bu nedenle de onlara büyük bir kin ve düşmanlık beslediklerini, eğer Osmanlı ordusu yardıma yetişmezse Safevi ordusunun Kürt beldelerine büyük bir zarar verebileceğini derin bir endişeyle dile getirirler. Selim Şah-name’de 25 ile 40 dolayında olduğu belirtilen Kürt beyleri ve hükümdarları mektuplarında aynen şunları belirtirler:
‘’Bizim beldelerimiz ve meskenlerimiz Kızılbaş beldelerinin yakınında, hatta hemen bitişiğindedir. Zira Diyarbekir’in, Azerbaycan’ın ve Bağdat’ın ortasında kalmıştır. Yıllardır bu ilhat şiarlı taife Kürtlerin kökünü ve damarını zulüm kılıcıyla kesmiştir. On dört yıldır onların bu temiz itikatlı taifeye (Kürtlere MC) karşı dini ve dünyevi olarak büyük bir düşmanlıkları vardır. Kızılbaşlar İslam sultanının bu tarafa yönelişinin en büyük nedeni olarak da Kürtlerin çağrısını göstermektedirler. Mücahidler Sultanı, bu cihadı tamamlama ve bu beldelerin halkını güçlendirip refaha ulaştırma konusunda padişahça bir merhamet gösterse… Yıllarca zulüm ve baskı yüzünden zayıflayıp güçsüzleşen bu taife (Kürtler MC), kendi başına o sapkın topluluğa ve orduya karşı koyma gücüne sahip değildir.’’
Anlaşılıyor ki Kürtlerin Osmanlı Sultanı Selim’i Safeviler üzerine sefer yapmaya çağırması, bu yolda onu ikna etmeye, kimilerine göre kışkırtmaya ya da cesaretlendirmeye çalışması, sonradan uydurulmuş bir hikâye değil, bizzat sıcağı sıcağına o zaman bilinen ve Safevilerce Kürtlere karşı daha aşırı bir kin ve nefret, Kürtlerce de Safevilerden aşırı bir korku ve endişe kaynağı olarak görülen somut bir olgudur.
Neden Kürtler Selim’i çağırdılar
Peki, Kürtler neden ısrarla Sultan Selim’i İran üzerine sefer yapmaya çağırdılar, Çaldıran Savaşı’na neden en az 16 beyin komutasında kendi ordularıyla katıldılar, neden Selim’e ‘savaştan sonra topraklarımızı Osmanlı devletine bağlarız’ sözü verdiler?
Bu soruların cevabı Şah İsmail’in Akkoyunluların tahtı Tebriz’i ele geçirip kısa bir sürede başardığı fetih ve yayılma siyasetinde aranmalıdır. Şah İsmail, 1501’de henüz 14 yaşında iken Tebriz’i ele geçirince kendini İran Şahı, 12 İmam Şii mezhebini de İran’ın resmi dini olarak ilan etti. Önce bütün Karakoyunlu ve Akkoyunlu topraklarını, ardından doğu yönünde genişleyerek Sünni Özbeklerin memleketlerini ele geçirdi. Öyle bir başarı gösterdi ki 1514 Çaldıran Savaşı öncesinde, 13-14 yıl içinde İran toprakları doğuda Ceyhun ırmağından, batıda Fırat nehrine, kuzeyde Kafkas Dağları- Hazar Denizi’nden güneyde Basra Körfezi’ne kadar genişledi. İran’ın Memluklerle sınırı güneyden kuzeye doğru boylu boyunca Fırat nehri oldu. Birecik, Urfa, Harput, Erzincan, Çemişkezek Beyliği (geniş Dersim toprakları) İran Safevi egemenliği altına girdi. Safeviler, Sivas’ın doğusunda, Amasya ve Tokat’ta Osmanlı devletiyle komşu oldular.
Aynı dönemde, Osmanlı Devleti İran’dan daha küçük bir toprağa sahip, daha çok Avrupa’da genişlemiş, Avrupa ya da Balkan devleti olarak adlandırılan, ama giderek genişleyen önemli bir güçtü. Osmanlı’nın doğuda sınırları Antalya, Sivas, Kayseri, Tokat, Amasya’dan geçiyor, daha kuzeyde Trabzon’u içine alıyordu.
Ama Erzincan, boydan boya Fırat yöresi, ‘’32 kale ve 16 nahiyesiyle Çemişkezek Beyliği’’ (#Dersim# ), #Urfa# ve #Diyarbekir# İran’ın; Adana, Elbistan, #Maraş# ve Malatya Dulkadir Beyliği’nin, onun güneydeki bütün İslam toprakları; Şam, Halep, Filistin, Mısır, Yemen, Mekke ve Medine gibi kutsal topraklar, Memluklerin egemenliğindeydi. Bölgede üç büyük devlet oluşmuştu; İran, Osmanlı ve Memluk. Osmanlı Devleti, belki de bunların en az topraklara sahip olanıydı. Ortalarında da küçük bir Dulkadir Beyliği kaldı.
Şah İsmail’in tahtı ele geçirdiği dönemde, Sünni Şafii mezhep İran’ın çoğunluğunda egemendi. Örneğin Şah İsmail Tebriz’i ele geçirirken oranın 300 bin olan nüfusunun dörtte üçü Sünni idi. Şah İsmail, Şiiliği kılıç zoruyla yayma politikasını benimsedi. Pek çok vakanüvisin aktardığına göre; Tebriz ele geçirilecekken Kızılbaş emirler, Şiilik resmi din ilan edileceğinden hareketle şehrin Sünni nüfusunun çoğunluğuna dikkat çekerek, halkın aralarında ’’Biz Şii padişah istemiyoruz’’ dediğini, eğer kabul etmezlerse ne olur diye sormaları üzerine, Şah İsmail kılıcını göstererek ’’Kimseden korkmuyorum. Allah ve on iki imam benimledir. Eğer bir söz söylenirse kılıcımı çeker ve kimseyi sağ bırakmam’’ dedi.
Gerçekten’de Şah İsmail, şiddet kullanarak herkesi 12 İmam Şiiliği’ni kabul etmeye zorladı. Örneğin Tebriz ele geçirildikten sonra, ilk Cuma namazında Şah İsmail bizzat kendisi Kızılbaş taraftarlarıyla Cuma Camisi’ne gitti, çıplak kılıcıyla minberin önünde durarak Şii mezhep kuralınca hutbenin okunmasını şart koştu. İmam Mevlana Ahmed-i Erdebili 12 İmam adına hutbe okudu, camidekilerin yarısı bundan memnun oldular, gerisi rahatsız olup kıpırdamaya başlayınca Kızılbaşlar hemen kılıçlarını çekip onları susturdular. Çünkü her iki cuma namazı cemaatçisinin arasına biri denk gelecek şekilde Kızılbaşların da silahlarıyla saf saf dizildikleri ve cumayı kılıç zoruyla Şii usullerine göre okuttukları belirtilir.
Safevi taraftarı vakanüvisler ve o dönemin batılı kaynakları da Şah İsmail’in ele geçirdiği memleketlerde Şiiliği zorl dayattığını belirtiyorlar.
Şah Tahmasp’ın vakanüvislerinden Safevi tarihçisi Hasan Rumlu da, Tebriz’de taht ele geçirildiğinde, övgüyle Şah İsmail’in 12 İmam Mezhebi’ni kılıç zoruyla dayattığını anlatır:
Şah İsmail, ‘’tahta çıkışının ilk döneminde, memleketlerin hatiplerine (hutbe okuyanlarına), on iki imam adına (ki hepsine selam olsun) hutbe okumalarını buyurdu. Beş yüz yirmi sekiz yıl önce, Selçukoğlu Mikailoğlu Sultan Tuğrul Bey’in gelişinden ve Besasiri’nin kaçışından sonra İslam beldelerinde kaldırılan ‘Eşhedü enne Ali’yyün veliyullah’ ve ‘Hayya ala hayrü’l amel’ sözlerinin ezana eklenmesini buyurdu. Ayrıca çarşı pazarda Ebubekir, Ömer ve Osman’ın kötülenmesi ve lanetlenmesi ve buna karşı gelenlerin de başlarının koparılması için buyruk verdi.
Hak olan Caferi Mezhebi’nin özellikleri hakkında ve On İki İmamlı topluluğun kural ve yasalarına ilişkin o dönemde halk bir şey bilmiyordu. Çünkü İmamiye’nin fıkıh kitapları orada yoktu. Uzman bilginlerin sultanı Hille’li Şeyh Cemaleddin Motahhar’in yapıtlarından İslami Kurallar kitabının birinci cildi, şeriatı koruyan Kadı Nasrullah Zeytuni tarafından dini konuların eğitimi ve öğretimi için kullanılıyordu. Gitgide On İki İmamlık Mezhebi gerçeği güneşi yükseldi ve dünyanın çevresi onun parlak ışınlarıyla aydınlandı.’’
Aslında Şah İsmail daha ilk gün 12 bin Kızılbaşla Tebriz’e girerken, ileri gelenler onu karşılayıp bağlılıklarını bildirdikleri halde şehirde bir katliama girişti. O yıllarda İran’da bulunan ve Venedikli Bir Tüccar olarak bilinen kimse de seyahatnamesinde Tebriz alınırken katliam yapıldığını belirtir; ’’Daha sonra Tebriz tarafına yöneldi. Burada hiç bir mukavemet ile karşılaşmadı. Bununla birlikte şehrin ahalisinin büyük bölümüne katliam yaptı. Hatta hamile kadınları, karnındaki çocuklarıyla birlikte öldürdüler. Sultan Yakub’un ve Derbend savaşına katılmış olan beylerin mezarlarını açıp kemiklerini yaktılar. Üç yüz orospuyu sıraladılar ve her birinin vücutlarını ikiye böldüler. Daha sonra Elvend’in yanında eğitim görmüş olan blasierden (çevirilerde de bu sözcüğe bir anlam verilememiştir, bir nevi asker olmalı) sekiz yüz kişinin başları kesildi. Hatta Tebriz’in bütün köpekleri öldürüldü; suçluların pek çoğu başka başka facialara uğradılar. Daha sonra İsmail, bir yönden Sultan Yakub ile akrabalığı bulunan annesini çağırdı. Çünkü Derbend Savaşı’na katılan beylerden biri ile evlenmişti. Kahır ve lanet okunduktan sonra önünde onun başını kesmelerini emretti. Neron’un zamanından bugüne kadar böylesine zalimce kana susamışlığın dünyaya gelmiş olduğunu sanmıyorum.’’ Safeviler üzerine yazılmış taraftar vakanüvisler de pek çok Sünni’nin öldürüldüğünü belirtirler. Örneğin Zeyl-i Habibü’s-Siyer’de ’’O zamanda Azerbaycan memleketindeki pek çok cahil ve mutaasıbın vücudu gazilerin kılıcıyla temizlendi’’ Ravzatü’s-Sefaviyye’de de ’’Şah-ı velayetten önce Hz. Ali’yi sevenlere ve Şiilere eziyet eden mutaassıplar ve cahiller intikam ateşine atılarak yakıldılar’’ diye yazar.
=KTML_Red=Şah İsmail’in iktidarı ele geçirmesinden Çaldıran Savaşı öncesine kadarki 13-14 yıl içinde #Kermanşah# ’tan #Sivas# ’a ve #Erzincan# ’a kadar bütün Kürt toprakları, Safevilerce ele geçirildi. Ele geçen bütün topraklarda; Bradost’ta, Mükriyan’da, #Van# ’da,#Bitlis# ’te, #Musul# ’da, #Cizre# ’de, Hasankeyf’te, Diyarbekir’de, Harput’ta, Çemişkezek Beyliği (Dersim) ve Erzincan’da Kürt beylerini tahtlarından indirdi, tutuklattı, sürgün etti ya da öldürttü, yerlerine kendi Kızılbaş komutanlarını atadı.
Safeviler ülke fethetmekle kalmıyor, eski statüyü yıkarak kendi sistemlerini inşa ediyorlar, savaşçı ve yönetici olmayan halk da dâhil bütün Sünnileri Şii olmaya zorluyorlardı. Kürt beyleri ve ileri gelenleri, Kızılbaşların başlık ve giysilerini giymeye, görünüşte de olsa onlar gibi davranmaya zorlanıyordu.=KTML_End=
İşte bu zorba yönetim altında, son derece sıkıntılı bir durumda oldukları ve karşı koymak için başka güçlü bir devletin desteğine ihtiyaç duydukları için Kürtler Sultan Selim’i İran üzerine sefer yapmaya çağırdı.
Safevi devletinin boyunduruğu altına giren Sünni halkların, özellikle de Bitlis Beyi Mir Şeref’in, Hasankeyf hükümdarı Melik Halil Eyyubi’nin ve İdris-i Bidlisi’nin öncülüğünde Kürt hükümdar, bey ve aşiret reislerinin çağrıları üzerine Sultan Selim batıya sefer yapmaktan vaz geçti, İran Safevi devleti üzerine yürümeye karar verdi.
İkna çabalarının ve ısrarlı çağrıların sonucunda Sultan Selim Edirne’de 1513 sonbahar ya da kışında, Macarlarla savaş fikrinden vaz geçerek, İran Safevi devleti üzerine yürümeye karar verdi. Karar verir vermez de biri paşa, bey ve vezirlerle, diğeri de din-mezhep âlimleri, şeyhülislam ve müftülerle olmak üzere iki toplantı yaptı:
Bitlisi şöyle der: ‘’Sultan, bu apaçık sapıklık sahiplerinin varlıklarından kaynaklanan mülk yarasını tedavi edip ortadan kaldırma ve bütün İran topraklarında mülk ve dinin gördüğü zararların önüne geçme düşüncesiyle harekete geçti ve bu İslami maslahatı kendisi üzerine lazım ve zaruri saydı. Bu faciayı önlemek ve böylesine yaygın fitneyi durdurmak için ilk olarak, iki hikmetli toplantı düzenledi. Çünkü mülk üzerindeki bozuklukları düzeltmek silah sahiplerinden beklenir. Dini maksatları gerçekleştirmekse ilim ve iyilik sahiplerinden beklenir.
Önce tedbir ve kılıç sahipleri ve cihangir mücahitlerle bir toplantı yaptı… Kılıç sahiplerinden oluşan meşveret kurulu, dünya fatihi Sultan’ın tedbirini onaylayınca, din büyüklerinin ve ‘ilmü’l-yakin’ sahiplerinin katıldıkları bir başka toplantı yapıldı. Bu toplantıda ilim, ehliyle diyanet ve takva sahipleri, bu hareket hakkında ve onun kâfirlere karşı cihat ve gazada bulunmaktan daha öncelikli olduğu konusunda fetvalar verdiler.’’
Aslında Kürtlerin çağrısına neredeyse sadece Sultan Selim kulak astı, sadece o, Kürtlere güvenerek bu davete icabet etti. Daha ilk iki toplantıda karar verilecekken, paşa ve vezirler, kendileriyle yapılan toplantıda Sultan’ın kararına karşı çıktılar, onun da padişah atalarının geleneksel politikalarına uyarak batıya doğru gaza ve cihada çıkması, Şah İsmail’le iyi geçinmesi önerisinde bulundular. Sultan hiddetlenerek sefer kararının kendisi tarafından verildiğini, onlara düşenin buyruğu yerine getirmek olduğunu bildirdi. Sultan’ın tek başına verdiği bu emir ve ardından din âlimleriyle yaptığı toplantıda çıkarılan fetvalarla İran üzerine sefer başladı.
Ordu seferde yol alırken de yeniçerilerin, onları yönlendiren, vezir ve paşaların muhalefeti dinmedi, Erzincan dolaylarındayken, sınırda Şah İsmail’le karşılaşılmadı diye geri dönülmek istendi. Çaldıran’a varıncaya dek homurtular devam etti. Çaldıran’da Savaş zaferle sonuçlanıp Şah kaçtığı, bölgenin halkları ayaklanarak Safevi artıklarını kovduğu ve İran’ın başkenti Tebriz Osmanlıların eline düştüğü halde yeniçeriler, vezirler ve paşalar kesinlikle ordunun o kış orada kalmasına karşı çıktılar, nerdeyse Sultan’dan ve Kürtlerden başka herkes ‘dönelim’ dedi. Önce Karabağ’a, oradan da itirazlar nedeniyle, ta Amasya’ya; Osmanlı topraklarına dek geri çekilme oldu. Amasya’da da birkaç kez bir daha sefere gitmeme ve İstanbul’a geri dönme için karışıklıklar çıkarıldı. Sultan Selim bu karşı çıkışlarda gidiş ve dönüş yolunda kimi vezirlerini öldürtmek, kimilerini azletmek durumunda kaldı.
Kürtlere ilkbaharda geri dönüleceği, daha doğudaki Sünni halkların imdadına gidileceği sözleri verilmiş olmasına rağmen, Kürtler, ‘Safeviler Kürdistan’a geri döndü, bizim tek başımıza onları durdurmaya ve kovmaya gücümüz yetmez, acele yardıma gelin’ dediği halde Sultan yardıma gelemedi, Bıyıklı Mehmet Paşa ile Şadi Paşa komutanlığında bir orduyu Amida’ya Kürtlerin yardımına gönderdi. Kürtler bu yardımlarla başarı gösterdiler, Amida kurtarıldı. Ardından Mardin Kalesi’nin anahtarları İdris-i Bitlisi’nin ve Hasankeyf Kürt hükümdarı Melik Halil Eyyubi’nin çabalarıyla barışçıl bir şekilde teslim edilmişken, Osmanlı Komutanı Şadi Paşa, Sultan’ın fermanının Mardin’i değil, sadece Amida’yı kurtarmak olduğu gerekçesiyle orada kalmadı ve Amida’ya geri döndü. Bunun üzerine ganimet ve talanlarını almış olan yeniçerilerle sipahiler de onun peşine takılarak geri çekildiler. Çekilme haberi Safevi ordusunun Kara Han Ustaclu’nun komutasında geri dönüp Mardin’i tekrar ele geçirmesi ve Amida surlarına dayanması sonucunu doğurdu. Kürtlere yardıma gönderilen Osmanlı Ordusu, genellikle savaşma isteğinde soğuk davrandı. Ayrıca, Amida’da, Kürt beylerini dinlemeyen Bıyıklı Mehmet Paşa Karaköprü’ye Safeviler üzerine gönderdiği Osmanlı ordusunun hazin bir yenilgisine ve binlerce askerin öldürülmesine sebep oldu. Tam Amida yeniden düşecekken İstanbul’da haberi alan Sultan Selim ikinci İran seferine karar vererek, önden acil olarak kimi ordu birliklerini yardıma gönderdi.
Henüz Sultan’ın başında olduğu Osmanlı ordusu Kürdistan’a yetişmeden, Sultan Selim’in İran’a geri dönme kararı aldığı, Kürtlere yardım için ordu gönderdiği haberlerinin ulaşması bile Kürtlerin yeniden atağa geçmeleri ve Safevi taraftarlarının umutsuzluğa kapılıp geri çekilmeleri için yetti. Önden gönderilen bazı Osmanlı birliklerinin yetişmesiyle Mardin önlerinde birleşik Kürt-Osmanlı Ordusu Kara Han komutasındaki Safevi ordusunu yenerek son umutlarını da yok etti, Kürdistan’ın çok büyük bir bölümü kurtarılarak Kürt beyliklerinin özerk statüleriyle Osmanlı topraklarına katıldı.
İkinci İran seferi için karar alınırken de Sultan Selim ordunun ve ileri gelenlerin muhalefetiyle karşılaştı, gene kimilerini görevden aldı, kimilerinin kelesini uçurttu. İkinci İran Seferi de Elbistan’a kadar geldikten sonra hem Sultan daha varmadan 40 bin kişilik Kürdistan ordusunun önden yetişen Osmanlı ordusuyla omuz omuza kazandığı son zafer ve Safevilerin kesin yenilgiye uğratılması, hem Memluk Sultanı’nın Osmanlıları tehdid eder nitelikte yeni politikalar geliştirmesi, hem de gene yeniçeri ve paşaların muhalefetleri nedeniyle yön değiştirerek Memlukler üzerine bir sefere dönüştü.
$SONUÇ$
Görüleceği gibi, Sultan Selim başa gelir gelmez Safeviler üzerine sefer yapma ve İslam dünyasını kendi topraklarına katma ateşiyle yanıp tutuşmamış, hele hele böylesi bir politika Osmanlı beyleri, vezirleri ve paşalarıyla yeniçerilerin hesabına hiç gelmemiştir. Venedikli diplomatın dediği gibi Kürtlerin çağrısı olmasa, Sultan Selim Kürtlerin verdiği söze güvenmese, asla İran üzerine sefer yapmaya cesaret edemez ve Çaldıran Savaşı gerçekleşmezdi. Ardından Çaldıran zaferinin yarattığı coşku ortamından cesaret alan Kürtler her tarafta ayaklanmasa, bugün hemen hemen Türkiye, Irak ve Suriye Kürdistanı parçalarına denk gelen Kürt toprakları (Van Gölü’nün kuzey ve doğu tarafları hariç) Safevi boyunduruğundan kurtulup gönüllü olarak Osmanlı devletine katılmazdı.
Kürdistan, belki de Osmanlı tarihinde sadece Kürdistan fetih yoluyla değil, bizzat o memleketin beyleri ile ileri gelenlerinin çağrısıyla verilen bir savaştaki zaferin ardından kendini kurtarmış, kendi iradesiyle, imzaladığı anlaşmalarla, karşılıklı verilen taahhütler üzerinde inşa edilen ferman ve kanunnamelerle özgür iradesiyle Osmanlı topraklarına katılmıştır.
Sultan Selim, fethetmek için Kürdistan’a ya da İran’a sefer yapmadı. Kürtler Safevi esaretinden kurtulmak için batı komşuları olan Osmanlı devletini yardıma çağırdılar, onun desteğiyle kurtuldular, güvenlik, istikrar ve barış içinde olmak için büyük bir devletin; statülerini inkâr edip yıkmayan, din ve mezheplerini değiştirmeye zorlamayan, kendi meşreplerinde bir devletin birliği içinde yer almaya karar verdiler ve bu kararı hayata geçirdiler.
Sultan Selim’i Macaristan seferinden vazgeçirip Şah İsmail’e yönelten güçlerin başında Kürtler vardı. Çaldıran Savaşı’na katılan 16 Kürt hükümdarı ve beyi zaferin elde edilmesinde önemli bir rol oynadılar. Hele hele savaştan sonra kendi topraklarını kurtarıp Sultan adına hutbe okutmaları, Sultan’ın kendilerine verdiği yardım sözünü yerine getiremediği koşullarda bile umutlarını yitirmeyerek savaşmaya devam etmeleri, önce tek başlarına, ardından Osmanlı ordusuyla birlikte kazandıkları başarılar Kürdistan topraklarının büyük bir bölümünü Osmanlılara kattı. Kürdistan’da gösterilen başarılar, İkinci İran Seferini başlatan Sultan Selim’in Elbistan’da karar değiştirip İran yerine Memlukler üzerine sefer yapmasına olanak verdi. Çaldıran Savaşı zaferle sonuçlanmasa, Kürdistan toprakları kısa bir sürede kurtarılmasa ve Safeviler, Fars topraklarına doğru geri püskürtülmese, Memlukler üzerine seferin yolu açılmazdı.
Bu, bize, Kürtlerin 16. yüzyılın başında Osmanlı Sultanı’nın doğuya yönelmesinde, önce Şah İsmail’i yenerek Kürdistan’ın önemli topraklarının kazanılmasında, ardından Memlukler üzerine yapılan seferlerle Bilad-ı Şam, Mısır, Arabistan, İrak-ı Acem’in önemli bir bölümü ile Irak-ı Arab’ın fethedilmelerinde, kısacası Osmanlı devletinin Darü’l İslam’da genişleyerek bütün kutsal toprak ve şehirlere sahip olmasında, halifelik makamının Araplardan alınarak Osmanlı padişahlarında babadan oğula miras yoluyla geçen bir kurum haline getirilmesinde tayin edici bir rol oynadıklarını gösterir.
Kuşkusuz Kürtler de bu işbirliğinden büyük kazançlar elde ettiler. Kürdistan’ın önemli bir bölümü, o günkü Bitlis Beyliği, Van Gölü’nün güney ve güney batısı dahil, Hakkâri’nin güneyi ve batısı Bradostlar, Soran, Bahdinan ve Botan Beyliği, Musul, Mardin, Amida, Urfa, Malatya Çemişkezek Beyliği denen geniş Dersim bölgesi, Harput, Erzincan, Bayburt Erzurum yöreleri ve bu sınır bölgelerinin içinde kalan bütün Kürdistan toprakları kurtarıldı, bunlar Osmanlı devletine gönüllü olarak tabi oldular, her bir şehir ve kale Kürtlerin eskiden beri var olan kanun, gelenek ve anlaşmaları gereği kendi idari statülerine kavuşturuldu. Kürt hükümdarları, beyleri ve değişik derecedeki yöneticileri eskiden beri gelenekselleşmiş olan kendi idarelerini yeniden kurdular, içişlerinde serbest oldular, yönetimleri miras hakkıyla her yerin yöneticilerine bırakıldı.
Böylece o dönemin şartları gereği Kürdistan’da değişik feodal Kürt devletleri kendi içişlerinde serbest, dışa karşı Osmanlı tabiiyetinde, savaş zamanlarında Osmanlı sultanına ordu, yılda da belli bir miktar vergi veren bir sisteme kavuştular. Kürtler, statülerini tanıyan, mezhebi ve dini bakımdan da kendileri gibi Sünni olan güçlü bir Osmanlı devletinin güvenlik şemsiyesi altına girerek 250 yıldan; Moğol saldırılarından o yana, ilk kez, dış saldırılardan, talan ve fetihlerden uzun süre kurtuldular, Kürdistan’a bu anlamda görece bir barış, istikrar ve huzur geldi, Kürt hükümdar ve beyleri kendi memleketlerinin inşa ve kalkındırlmasına, halklarının yaşamlarını iyileştirmeye vakit ve olanak buldular; yollar, köprüler, hanlar, kaleler, hastahaneler, cami ve medereseler inşa etiler, güvenlik ortamı ekonomiyi, iç ve dış ticareti canlandırdı, tarım ve hayvancılık gelişme olanağı buldu, dini, tasavvufi, ilmi gelişmeler kaydedildi; Kürt kültür ve edebiyatı bu dönemde serpilip gelişmeye, değerli ürünler vermeye başladı. Faqıyê Teyranlar, Eli Heririler, Melayê Cıziriler, Melayê Batêler, Ahmedê Xaniler ve diğerleri bu dönemde; Çaldıran ve sonrasında elde edilen başarıların üzerinde inşa edilmeye başlanan daha ileri ve istikrarlı, maddi ve manevi olanaklara sahip yaşamın ürünleridirler.
Osmanlı devleti içinde kalan Kürdistan topraklarında miras yoluyla nesilden nesile geçen yarı serbest statüler, Safevileri İran tarafında kalan Kürdistan topraklarında da buna benzer statüleri tanımaya zorladı ve Kürtleri büsbütün kaybetmemek için artık eskisi gibi statüleri yıkan, yöneticileri her şeye rağmen görevden alan, sürgün eden ve kendi komutan ve beylerini merkezden atayan siyasetleri yürütemez duruma soktu, onlar da yerel statüleri tanımaya, kendi taraftarları olan bir bey aracılığıyla da olsa yerelden; yöreden kimseleri görevde görmeye ve statülerini tanımaya başladılar.
***
Osmanlı devleti sınırları içindeki Kürdistan topraklarında belirlenen statülere Sultan Selim ve oğlu Kanuni Sultan Süleyman zamanında büyük ölçüde uyuldu. Kuşkusuz o dönem dâhil daha sonraki bütün süreçler boyunca sultanların, vezirlerin ya da beylerbeylerinin Kürt hükümet ve beyliklerinin içişlerine müdahaleleri giderek arttı. Ama bu müdahaleler, bir yandan bizzat Kürdistan beyleri, baba oğullar, kardeş ya da amca çocukları arasındaki iktidar kavglarında, bizzat Kürtlerin kendi anlaşmazlıklarına beylerbeyini, sultanı ya da Osmanlı vezir ve paşalarını karıştırmak istemelerinden, onlara dayanarak iktidarı ele geçirme ya da kimi zaman komşu hükümet ve beylikler arasındaki anlaşmazlık ve rekabetlere gene bu üst güçleri karıştırma girişimlerinden doğdu. Bu kavga ve anlaşmazlıklarda söz konusu Osmanlı yöneticileri şu ya da bu tarafta yer alarak Kürdistan beyliklerinde iktidarlar devirerek yeni iktidarlar kuracak müdahale olanakları elde ettiler, ama genellikle bu sürtüşme ve müdahaleler de Kürt beyleri ile Osmanlı Sultanı arasında varılan anlaşmalar çerçevesinde verilen fermanlara ve imzalanan kanunnamelere dayanılarak yapıldı.
Daha sonraki sultanlar döneminde 19. yüzyılın başına kadar derece derece bu statüler, güç yitirse ve sulandırılsa da devam etti. Statülerin aşınmış yetkilerine benzer yarı serbestiyeler 19 yüzyılın ortalarına kadar da geldi, ama itiraf etmek gerekir ki bin bir bela ve acıyla…
Bu uzun dönemleri ve adım adım gelinen gelişmeleri anlatmak bu çalışmanın dışındadır. Ancak bir olguya dikkat çekmeden de geçmemek lazım; ta Sultan Selim zamanından beri Osmanlı Kürt işbirliği daha çok Kürt beyleri ile Osmanlı padişahları arasındaki karşılıklı güvene dayanıyordu. Önceleri padişahların divanlarındaki özellikle devşirme paşa ve vezirler, daha sonraları da Fransızlara, İngilizlere, Ruslara ve Almanlara sırtlarını dayayan, onlarla uyum içinde Osmanlı devletini yöneten, hatta bu arada İslahat, Tanzimat ve Meşrutiyet hareketlerinin başını çeken Osmanlı siyasi, askeri ve dipomatik bürokrasisi, Kürtlere ve Osmanlı devleti içindeki statülerine bazan gizli, çoğu kez de açıktan açığa düşmanca tavır aldılar, her dönemdeki pozisyon ve kazanımlarını geriletmek için her türlü girişime başvurdular. 19. yüzyılda Osmanlı devletinin doğu sınırlarında kendi etkinlik alanlarını oluşturup geliştirmek için Britanyalılar, Fransızlar, Almanlar ve Ruslar Kürtlerin idari ve siyasi statülerini engel olarak gördüklerinden ortadan kaldırılması için İstanbul hükümetlerine baskı yaptılar ya da uyum içinde olduklarına destek verdiler.
(26-28 Haziran’de gerçekleşen I. Uluslararası Bitlis Sempozyumu’na sunulan bildirge)[1]
Mûrad Ciwan / Araştırmacı-Yazar