#Madımak: Otuz yıldır sönmeyen ateş#
Aradan otuz yıl geçti, artık kimse, bir şehrin laiklere mezar olacağını iddia etmiyor, “Türkiye laiklere mezar olacak” şeklinde genişledi bu anlayışın içeriği. Sadece laiklere değil, tüm ‘öteki'lere…
2 Temmuz 1993: Yeni Türkiye Ortaçağı'na giriş...
Karanlık aniden çökmez. Hiçbir dönemde ve hiçbir coğrafyada. Günün geceye dönmeye başladığı bir an vardır ve karanlık aşama aşama artar, sonunda zifiri bir gece başlar. Biz, işte bugün, 2 Temmuz 2023’de yaşadığımız bu toplumsal zifiri karanlığa tam 30 yıl önce, Sivas’ta adım atmıştık. Öncesi de vardı elbette. Karanlığa kavuşmayı tek hedef olarak görenler tarih boyunca yılmadan, yorulmadan yakmayı, yıkmayı, katletmeyi sürdürmüşler, kötülük tohumlarını serpmeye bir an bile ara vermemişlerdi. Ancak, 2 Temmuz 1993’ün ayrı bir yeri var bu kara kaplı defterde. Rahatlıkla, günümüz Türkiye’sinin siyasal iklimini hazırlayan, yani ülkemizi yeni bir Ortaçağ’a taşıyacak olan yolun miladı olarak kabul edebiliriz 2 Temmuz 1993’ü.
Otuz yıl önce, yaklaşık on beş bin kişi, “Sivas laiklere mezar olacak” sloganıyla 33 aydını, yazarı, şairi, müzisyeni ateşe verdi. Bu slogan, bir kesimin yıllardır özlediği çağdışı yaşamın fitilini ateşledi ve planlanan yeni Ortaçağ’a doğru adım adım ilerledik. Aradan otuz yıl geçti, artık hiç kimse, tek bir şehrin laiklere mezar olacağını iddia etmiyor, “Türkiye laiklere mezar olacak” şeklinde genişledi bu anlayışın içeriği. Sadece laiklere değil, tüm ‘öteki’lere… Sadece Alevilere, Kürtlere, Ermenilere, Rumlara, Yahudilere, Süryanilere ve diğerlerine; yani bu topraklarda yüz yıllar boyunca yaşayan, bu toprakların çok kültürlü, çok renkli olmasını sağlayan tüm halklara, tüm inançlara değil; çağdaş düşünceye sahip olanlara, bilimsel doğruları önceleyenlere, insan haklarına değer verenlere, doğayı sevenlere, hayvanı sevenlere, kadın erkek eşitliğine inananlara, hatta, kiminle kimin arasında yaşandığına bakmaksızın, her türlü aşka, evrensel aşka inananlara. Hatta kendini sanatla, şiirle, şarkıyla, türküyle ifade edenlere karşı açılan bu savaşın asıl amacı Yeni Türkiye Ortaçağ’ını kurabilmekti.
DERİ ÇANTADAN ÇIKAN ŞİİR
Metin Altıok, Pir Sultan Abdal Şenliği'ne katılmak üzere, Sivas’a doğru yola çıkmıştı.
“İnsan dediğin saçaktaki
Güvercinin farkında olacak
Ve bir çiçek açacak kendince.
Bu aşk var ya bu aşk;
Dikkat!
Yangında ilk kurtarılacak
(…)
Bir akşam tek başınıza
Bir otele giderseniz
İçinizde yaralı bir aşkla,
Ucuz bir otele ama temiz;
Kıymetli eşyalarınızı
Müdüriyete teslim ediniz” diyen Metin Altıok…
Behçet Aysan, Pir Sultan Abdal Şenliği'ne katılmak üzere, Sivas’a doğru yola çıkmıştı.
“sen bu şiiri okurken
ben belki başka bir şehirde olurum
kötü geçen bir güzü
ve umutsuz bir aşkı
anlatan
rüzgarla savrulan
kağıt parçalarına
yazılmış
dağıtılmamış
bildiriler gibi
uzun bir yolculuğa hazırlanan
yalnız bir yolculuğa.
çünkü beyaz bir gemidir ölüm
siyah denizlerin
hep
çağırdığı
batık bir gemi
sönmüş yıldızlar gibidir
yitik adreslere benzer
ölüm
yanık otlar gibi.
Sen bu şiiri okurken
ben belki başka bir şehirde
ölürüm” diyen Behçet Aysan…
Uğur Kaynar, Pir Sultan Abdal Şenliği'ne katılmak üzere, Sivas’a doğru yola çıkmıştı. Orhan Tüleylioğlu’nun, yıllar önce Pulbiber Dergisi’nde yazdıkları geliyor aklıma: “Uğur Kaynar, Sivas’ın Zara ilçesinde doğmuştu. Ankara’da kurduğu ‘Elyazıları Yayıncılık’ta, şairlerin kendi elyazılarıyla yazdıkları şiirleri basıyordu. Pir Sultan Abdal Şenliği için doğduğu yere, Sivas’a giderken, yanından hiç ayırmadığı, adeta kişiliğiyle özdeşleştirdiği askılı deri çantası da omzundaydı. Katliamdan birkaç gün sonra bulundu deri çanta. İçinden, yazdığı son şiir çıktı.”
“Öldüğümde doğduğum yere gidiyorum
yıllarca süren bir hasret ve bilinmezliği
işte böyle yeniyorum…”
3 TEMMUZ 1993: BURUK BİR SEVİNÇ
Ertesi gün, sevincin, insanın boğazında bir düğüme dönüşmesinin nasıl bir duygu olduğunu öğrendik. Bir oğlumuz oldu 3 Temmuz’da. Yaş günlerini neşeyle değil, ilelebet içimizde taşıyacağımız bir buruklukla kutlayacağımızı biliyorduk. Susuyorduk. Bebeği kucağına verdiklerinde, önce ona değil, bana baktı Deniz kaygıyla. “Metin abi nasıl?” diye sordu. “Peki Behçet… Asım abi…” Cevap veremiyordum. Tam olarak ben de bilmiyordum katliamının boyutunu. Tanıdığım, bilgi sahibi olabileceğini düşündüğüm herkesi, Ali Balkız’a, Lütfiye Aydın’a, Şükran Kozalı’ya ve daha birçok kişiye ulaşmaya ya da onlardan haber almaya çalışmış, başaramamıştım. Zaten çoğu da oradaydı; ateşin ortasında.
O ateş hiç sönmedi. Söneceği de yok bu gidişle. Ne Sivas’la ne Maraş’la ne Çorum’la ne de daha onlarca katliamla yüzleşmeyi reddeden, katledilenlerle değil, katledenlerle empati kuran, katileri kucaklayanların ülkesi burası. Tezer Özlü’nün dediği gibi, “Burası bizim değil, bizi öldürmek isteyenlerin ülkesi”.[1]