Sovyetler Birliği’nde Etnik Politikalar ve Rus-Kürt İlişkileri.
Erkan Karabay.
2020 yılının son aylarında Kafkasya coğrafyası, Azerbaycan-Ermenistan geriliminin bir kez daha savaşa dönüşmesine tanıklık etti. Her iki devlet, “Dağlık Karabağ” olarak adlandırılan bu bölgenin tek hâkimi olabilmek için on binlerce askeri sahaya sürmekten geri durmadı. Aylarca süren savaş ve çatışma hali, Dağlık Karabağ’ın en büyük şehri olan Şuşa’nın Azerbaycan kontrolüne geçmesinin akabinde, Rusya’nın arabuluculuğu sayesinde bir müzakere süreciyle son buldu. Bununla birlikte söz konusu bölgenin gelecekte yeni gerilim hatlarını barındırdığını söylemek de mümkündür. Dağlık Karabağ bölgesindeki gerilim ve savaş hali, bu bölgenin en eski sakinlerinden olan Kafkasya Kürtlerinin bir kez daha gündeme gelmesine de vesile oldu. Bölgenin etnik, dinsel, dilsel çok kimlikli yapısının bileşenlerinden biri olan Kürtler, 19. yüzyılın başından günümüze kadar cereyan eden bütün süreçlerden etkilenmiş; bu etki ise çoğu durumda egemen devletlerin politikalarının ortaya çıkardığı mağduriyetler biçiminde cereyan etmiştir. Azeri ve Ermeni devletlerinin tamamen işgal etmek istediği bu bölgenin tarihsel adlarından birinin “Kızıl Kürdistan” (Kurdistana Sor) olması, bölgedeki tarihsel ve politik çelişkilerin karmaşıklığını ve derinliğini de ortaya koymaktadır.
Kafkasya, Karadeniz ile Hazar Denizi’nin arasında bulunan coğrafyadır. Kafkas sıradağlarına ev sahipliği yapan bu bölgenin kuzey kısmı Rusya’nın toprakları iken, güneyi ise birçok ulus-devleti, özerk bölgeyi ve henüz adı üzerinde dahi uzlaşmaya varılamamış alanları kapsamaktadır. Kafkasya etnik haritasında Kürt, Türk, Slav, Gürcü, Azeri, Laz, Ermeni, Fars, Çeçen, İnguş, Oset, Abhaz, Adıgey ve daha pek çok etnik topluluk yer alır. Bu çok etnili fotoğrafın devamında; dinsel, dilsel ve kültürel olarak aynı düzeyde bir çokluk fotoğrafı bulunur. Kürtlerle ilgili literatürün en zayıf olduğu alanların başında Kafkasya olarak tabir edilen coğrafik bölgede yaşayan topluluklar gelmektedir. Kürtlerden söz edilen kaynakların hemen hepsinde bu etnik grubun yaşadığı coğrafyanın Türkiye, İran, Irak ve Suriye arasında paylaşılan topraklar olduğu biçiminde bir tanımlama yapılır. Ancak Türkiye ve İran’ın kuzey sınırlarından başlayarak Kafkasya içlerine doğru dağınık bir yerleşim gösteren Kürtler, bu bölgelerin otokton etnik topluluklarından birisi olarak yüzyıllardır buralarda yaşamlarını sürdürmektedir.
Bu makale, 1917 Ekim Devrimi’nden 1990’da Sovyetler Birliği’nin çözülüp dağılmasına kadar geçen tarihsel aralıkta “Sovyet Kürtleri”ne mercek tutmaktadır. Dolayısıyla bugün Rusya, Azerbaycan, Ermenistan, Gürcistan, Nahçıvan ve İran topraklarında yerleşik bulunan Kürtlere odaklanılacaktır. Sözü edilen ülkelerin yanı sıra Sovyetler Birliği tarafından Kafkasya’dan sürgün edilen ve bugün önemli miktarda Kürt diasporasının yaşadığı Kazakistan, Türkmenistan, Özbekistan, Kırgızistan, Tacikistan ve Sibirya’da yaşayan Kürtler de bu analizin kapsamında yer alır. Böylesi bir analizin yapılabilmesi için gerekli literatür incelendiğinde karşımıza oldukça yetersiz bir bilgi evreni çıkmaktadır. Sovyet Kürtlerini ele alan çalışmaların büyük bir kısmı anı ve hatıra derlemelerinden oluşur. Bu eserler çoğunlukla yazarlarının kendi yaşam ve gözlemleriyle sınırlı ve sübjektif anlatımlar içermektedir. Bunların dışında kalan literatür ise çoğunlukla ideolojik tutumların öznelliğiyle yazılmış, tarihsel olay ve olguları tarafgir bir biçimde yorumlamaktadır. Yine farklı Kürt politik hareketleri ve bunlara mensup kimselerin Sovyetler’e dair yorumlarındaki öznellik, Sovyet-Kürt ilişkilerini anlama ve analiz etmede politik sübjektivizme içkin yorumlar olarak sunulmaktadır.
$I) Sovyetler Birliği Öncesinde Rus-Kürt İlişkileri$
yüzyılın ilk çeyreği, dünya ölçeğinde yaşanan büyük dönüşümlere sahne oldu. Kapitalist sistemin küresel düzeyde hegemonyasını pekiştirmesiyle sonuçlanan büyük ekonomik dönüşümlere, dağılan imparatorlukların toprakları üzerinde gelişen bölüşüm mücadeleleri ve kuruluşunu tamamlayan ulus-devletler eşlik etti. Avrupa ile Asya kıtalarını birleştiren coğrafyada yüzlerce yıldır hüküm sürmüş iki kadim gelenek olan Çarlık Rusyası ve Osmanlı, birbirleriyle ve diğer komşularıyla yaptıkları sayısız savaşların ardından birbirine benzer bir gerileme, içten ve dıştan zayıflama durumunu yaşamaktadır. Birinci Emperyalist Bölüşüm Savaşı’nda karşı karşıya gelen bu iki güç, -her ne kadar savaşın sonunda Rusya galip gelmiş olsa da- kısa bir süre sonra birbirinden ayrı iki politik devrim sürecine girecektir. Rusya’da gerçekleşen sosyalist devrim, bu ülke sınırları içerisinde kalan Kürtler için de yeni bir dönemin başlangıcını teşkil edecektir.
Rusya’da Kürt etnisitesine yönelik tarihsel geçmişi oldukça eskilere dayalı bir ilginin olduğu ve farklı alanlarda Kürdoloji çalışmaları yürütüldüğü bilinmektedir: “Çarlık Rusya’da, Kürtlerin dil, edebiyat, tarih, kültür gibi ögelerinin bu şekilde sergilenmesi, akademisyen ve askeri ünvanlı kişilerin gösterdikleri çaba bir yana, Rusya’nın bölgesel politikalarının açık bir yansımasıdır” (Özdemir ve Arslan, 2018). Özellikle Osmanlı İmparatorluğu sınırları içinde açık veya gizli faaliyette bulunan konsolos, ataşelik gibi kurumların yanında, Hristiyan din adamlarının da Ruslara Kürtlerle ve Kürt bölgeleriyle ilgili ciddi bir enformasyon sunduğu bilinmektedir. Rusya dış politikasının tarihsel ereklerinden biri olan “Akdeniz’e inme”nin önünü açabilecek politikalarda, Kürtlerin kilit bir rol oynayabileceği düşünülmüştür. Bu anlamda, Nikitin’in, “Çarlık Rusyası’nın Kürt politikası olarak adlandırılabilecek bir dış politikasının bulunmadığı” tespiti eksik kalmaktadır (Jwaideh, 2014:243). Rusya’nın sınırları içerisinde ve dışarısındaki Kürtlere dair tutarlılık ve süreklilik arz eden bir Kürt politikası olmadığı ortadadır. Ancak dönemsel çıkarları gerektirdiğinde her dönem “Kürt kartı”nı oynadığı da bilinmektedir. Bunun en bilinen örnekleri olarak 20. yüzyılın başlarında Simko ve Bitlis Direnişi gibi milliyetçi Kürt hareketlerine verilen teşvik ve örtülü destekten söz edilebilir (Jwaideh, 2014:242). Benzer kimi hamlelerin I. Dünya Savaşı yıllarında ve cumhuriyet dönemindeki kimi Kürt direnişlerinde de sergilendiği iddiaları genelde kabul görmektedir (Perinçek, 2014; Ünal, 2008). Ancak savaş süresince Rusların propagandasına rağmen, Kürtlerin önemli bir kısmı Osmanlı tarafında yer almıştır. Kuşkusuz bunun başlıca sebebi de Kürtlerin Osmanlı ile aynı inanca mensup olmaları ve buna paralel yürütülen Pan-İslamist söylemlerin etkisidir (Jwaideh, 2014:236).
17 Ekim Bolşevik Devrimi Rusya’da olduğu kadar dünya politik coğrafyasında da köklü değişimlerin başlangıcı olmuştur. Marksizm-Leninizm ideolojisinin devrimsel bir çıkış yaptığı ve Rusya’da proletarya diktatörlüğünün inşa ettiği sosyalist devrim, sonrasındaki bütün bölgesel ve küresel gelişmelerin merkezinde yer alacaktır. Gerek kendi ülke sınırları içinde yaşayan bir etnik topluluk olarak, gerekse sınır komşusu olan bir halk topluluğu olarak Kürtlerin varlığı, Ekim Devrimi’nden sonra da Sovyet önderlerinin ve kapitalist dünyanın ilgi alanı olmayı sürdürecektir. Söz konusu ilgi, modern Kürt tarihi açısından önemli sonuçlar ortaya çıkarmıştır (Bruinessen, 2010: 28). Burada belirtilmesi gereken bir nokta da Rusya içerisinde yaşayan Kürtlerin Ekim Devrimi’ne dair tutumudur. Kürt etnisitesini temsil eden bir politik öncülük olmadığı için genelleme yapmak mümkün olmasa da, ilgili kaynakların çoğunda Kürtlerin sosyalist devrime destek verdikleri ve Kızıl Ordu saflarında da yer aldıkları belirtilmektedir. Çarlık döneminin ceberrut yönetimi altında ezilmiş, çoğunluğu kırsal alanlarda yaşayan yoksul Kürtlerin, -diğer ezilen topluluklar gibi- bütün halklara eşitlik ve özgürlük vaat eden sosyalist devrim saflarında yer almış olması son derece anlaşılırdır.
$II) SSCB’nin Etnisite Meselesine Bakışı ve Tutumu$
Marx ve Engels’te Doğu Sorunu ve “Tarihsiz Halklar” Analizi
Sovyetler Birliği’nin yaklaşık yetmiş yıl süren reel sosyalizm deneyimi boyunca iç ve dış politikalarını belirleyen ideolojik kurguyu Marksizm-Leninizm olarak tespit etmek yanlış olmayacaktır. Sovyetlerin etnisiteye bakışı, etnik sorunlara dair analizi ve son tahlilde içerde/dışarda cereyan eden etnik hareketler karşısında aldığı pozisyonlar da bu teorik düzlemden üretilmiştir. Karl Marx ve Friedrich Engels'in çalışmaları incelendiğinde bu iki düşünürün etnisite, etnik kimlik ve etnik toplumsal hareketler konularında dikkate değer nitelikte bir teori ortaya koymadıkları görülür. Marksist teori, temelde işçi sınıfının burjuvazi karşısında örgütlenerek sınıf savaşı yürütmesine ve mevcut kapitalist düzeni yıkarak komünizme giden yolda sosyalist proletarya diktatörlüğün inşa edilmesini esas alır. Başka bir deyişle Marksizm, etnik/ulusal toplulukların kendi kaderlerini tayin etme veya kendi devletlerine sahip olma hakkından ziyade, kapitalist gelişimini tamamlamış ülkelerdeki proletaryanın sınıf eksenli bir devrimi gerçekleştirmesine yer verir. Burada etnik gruplar, kategorik olarak sınıfa yerini bırakmakta ve merkezi bir devlet kuruluşu gözetilmektedir.
Marksizm, kapitalist gelişimini tamamlamamış ve modern anlamda sınıfsal ayrışmanın henüz görülmediği toplumları -Hegel’in yaptığı kavramsallaştırmayı geliştirerek- “tarihsiz uluslar” biçiminde formüle eder. Tarihsiz uluslar ve/veya tarihsiz halklar, bu anlamda kendi modern ulus-devletini ortaya çıkar(a)mamış etnik toplulukları tarif eder. Bu topluluklar, kapitalist üretime geçerek feodalizmi ortadan kaldırma temelinde hareket ediyorsa desteklenmesi gereken topluluklar olarak görülür. Bunun dışındaki etnik ve etno-kültürel hareketlerin ise son tahlilde burjuvaziye ve burjuva devletine hizmet edeceği ortaya konulur. Bu bağlamda modern sınıfların güçlü olmadığı etnik gruplar ve ulusal hareketler “gerici akımlar” şeklinde tanımlanır ve desteklenmez (Kakışım, 2016: 26). Bu yaklaşım, bir yönüyle Marx’ın “lümpen proletarya” kavramıyla tanımladığı kentsel topluluklara benzemektedir. Eski rejimin kalıntısı, sınıf bilincinden yoksun ve son kertede sosyalist devrime değil burjuvazinin iktidarına hizmet eden bu toplumsal tabaka, tarihsiz halklarla birlikte analiz edilebilmektedir. Marksizm’in tarihsiz halklar tanımlaması, bu yönleriyle 20. yüzyıl içinde sömürgeciliğe ve kapitalist rejimlere karşı mücadele veren bütün kimlikleri, etnisiteleri ve azınlıkları tarif etmekten de uzaklaşmaktadır:
“Marx ve Engels'in anlayışında, devlet sahibi olma ve küçük ulusal toplulukları asimilasyon yoluyla ortadan kaldırma hakları ve hatta görevleri olan büyük uluslar, kabaca Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’nın endüstrileşmiş toplumları ile Orta ve Doğu Avrupa’nın diriliği olan kompakt uluslarıdır. Bunlara örnek olarak İngilizler, Amerikanlar, Fransızlar, İspanyollar, Almanlar, İtalyanlar, Polonyalılar ve Macarlar verilebilir. Çekler, Hırvatlar, Basklar, Bulgarlar, Rumenler ve onlar gibi diğer birçok etnik azınlık grubu ya da ulusal topluluk ise tarihsiz halklar bağlamında değerlendirilmektedir” (Kakışım, 2016: 27).
Sonuç olarak, Marx ve Engels’in kuramsal yaklaşımı modern sınıf oluşumuna dayalı mücadele ile kurulacak sosyalist bir devleti hedef olarak görmektedir. Dolayısıyla böylesi bir analizin dışında kalan azınlık grupların, etno kültürel toplulukların kendi devletlerini kurma mücadelesini bir sapma olarak tespit etmekte ve karşı çıkmaktadır. İçinde bulundukları tarihsel koşullar ve analizlerinin odak noktasını oluşturan modern Avrupa devletlerindeki sosyo-politik düzey, Marksizmin ortaya koyduğu tutumu belirlemektedir. “Somut koşulların somut tahlili”ne dayalı bu bakış, dünya ölçeğinde gerçekleşecek sosyalist-komünist devrim ile sınıfsız, sınırsız ve sömürüsüz bir geleceğe odaklanmaktadır. Ancak 20. yüzyıl bu öngörünün yeniden değerlendirmeye tabi tutulmasını gerektiren büyük değişimlere galebe çalacaktır. Yüzyılın şafağında gerçekleşen Ekim Devrimi sonrasında Marksist öğretinin üzerinde en fazla tartışılacağı konulardan birisi etnik ve ulusal hareketler konusu olacaktır. Sovyet devriminin hem teorisyenliğini hem de politik öncülüğünü yapan Lenin, kendisinden önceki Marksist yazının yeterince üzerinde durmadığı “sosyalizm ve ulusal sorun” meselesine dair önemli bir katkı sağlayacaktır.
$Lenin ve Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı (UKKTH) İlkesi$
Ekim Devrimi sonrası dönemde gerek dünya konjonktürünün değişmesiyle ortaya çıkan yeni politik mücadele hattı, gerekse Sovyet Rusya’nın kendi içinde yaşadığı etnisite sorunlarından dolayı Lenin’in üzerinde en fazla durduğu alanlardan biri ulusların kendi kaderini tayin hakkı olmuştur. Marx ve Engels’in teorik önermeleri ışığında güncel sorunlara çözümler üretmek, sosyalizm mücadelesini daha ileri bir düzeye taşımak amacıyla mevcut literatüre önemli bir katkı sunmuştur. Burada ideolojik politik bir mevziiyi güçlendirme çabası kadar pragmatik bir tutum alışın bulunduğunu da belirtmek gerekir. Söz konusu pragmatizm, bir yandan ulusal azınlıkların ve etnik grupların kendi kaderlerini tayin hakkını ortaya koyarken öte yandan bu hakkı “sınırlandırıcı” bir yaklaşım sergilemektedir.
Lenin’in kimlik ve ulusal sorun karşısında ortaya koyduğu en önemli yaklaşım ulusların kendi kaderini tayin hakkı (UKKTH) ilkesidir. Bu ilke reel sosyalist deneyimin ve sonrasındaki diğer bütün sosyalist komünist hareketlerin esas aldığı bir yaklaşımdır. UKKTH, temelde ezilen ulusların ezen ulusa karşı mücadele vererek ayrılma ve kendi devletlerini kurmalarına dayanır. Ancak Lenin ve diğer Marksistler, tek bir devlet çatısı altında birleşebildikleri sürece bu hakkın kullanımını onaylamazlar. Onlara göre farklı ulusal grupların aynı devlet içerisindeki birliktelikleri, gelecekteki büyük sosyalist devletlerin kuruluşuna ve tek bir sosyalist dünyanın kuruluşuna taşıyacaktır. Hal böyle olunca Marksizm-Leninizmin etnik sorunlara bakışında ikili bir durum ortaya çıkmaktadır. Genel bir siyaset olarak UKKTH’yi tanıyan ancak bunu konjonktüre ve söz konusu hakkı talep eden toplulukların özgünlüklerine göre değerlendiren politik sübjektivizme içkin bir yaklaşım geliştirilmiştir. Lenin’den sonra Sovyetler Birliği’nin başına geçen Stalin’in politika ve uygulamaları incelendiğinde bu yaklaşımın oldukça tutarsız sonuçlara götürdüğü görülebilir.
Lenin, UKKTH ilkesini şöyle savunur: “Ulusal boyunduruğa karşı mücadele mi? Evet, elbette. Her türlü ulusal gelişme için, genel olarak ‘ulusal kültür’ için mücadele mi? Elbette ki hayır. Kapitalist toplumun iktisadi gelişmesi, bize, bütün dünyada gelişmesi tamamlanmamış ulusal hareket örnekleri, bazı küçük ulusların birbiriyle kaynaştırılmasıyla ve bunların zararına olarak büyük ulusların kuruluşu örnekleri, ulusların özümlenmesi örnekleri sunmaktadır” (Lenin, 2010: 10). Lenin’in bu tespiti, Sovyetler deneyiminde birçok etnik topluluk açısından baskı ve asimilasyon politikalarına cevaz veren bir içeriğe bürünmüştür. Bütün reel sosyalizm deneyimi incelendiğinde, Sovyetlerin etnik ve kültürel kimlik konusunu kendi devlet gücünü büyütmek ve korumak için kullanmış olduğu görülür. Kapitalist Batı bloğu içerisinde ve dünyanın farklı coğrafyalarında etnik ve kültürel milliyetçilik temelli hak taleplerini savunan Sovyetler, kendi ülkesindeki benzer taleplere olumsuz yaklaşmış ve bunu da sosyalist devrimin geleceği üzerinden tanımlamıştır. Bu ikili politikanın en açık ifadesi yine Lenin’in şu söyleminde apaçık görülmektedir: “(…) kendi kaderini tayin etme özgürlüğüne olan açık desteğimiz, bizi, hiçbir şekilde, her ulusal kendi kaderini tayin etme talebini destekleyeceğimiz taahhüdü altına sokmaz. Proletaryanın partisi olarak, Sosyal Demokrat Parti'nin pozitif ve başlıca görevi olarak gördüğü, halkların ya da ulusların değil, her ulustaki proletaryanın kendi kaderini tayin etme hakkını geliştirmektir” (Kakışım, 2016: 41). Sovyetler Birliği, sınırları içinde yaşayan yüzden fazla etnisite ve kültürel azınlığın bazılarını anayasal statü ile tanımlayarak bunları federatif bir devlet çatısı altında toplarken, birçoğunu ise görmezden gelmiş, daha sonrasında ise kültürel asimilasyona tabi kılmıştır. Bu anlamda Sovyet milliyetçiliği denilebilecek türden bir anlayışla, dilsel ve kültürel asimilasyona cevaz veren ve bunu devrimin korunması için “kalkan” olarak kullanan Sovyetler Birliği, etnik kimlik sorunlarını çözmemiş, kendiyle beraber geleceğe taşımıştır. Lenin ve sonrasında gelen Stalin’in dil konusundaki tutumlarını özetleyen şu cümle Sovyetlerin, etnik ve kültürel kimlik konusunda kapitalist ulus-devletten çok uzakta olmayan bir hattı takip ettiğini göstermektedir: Kimse, Ruslaştırmanın düşmanı olsa bile, Rusya kadar geniş bir devlette tek bir ortak dilin bulunmasının zorunlu olduğunu ve bu dilin de ancak Rusça olabileceğini inkâr edemez (Lenin, 2010: 10).
$Stalin: Anavatan Savunmasından Halklar Hapishanesine Giden Yol$
Josef Stalin, Lenin’den sonra Sovyetlerin başına geçmiş ve 1953 yılına kadar bu görevi sürdürmüştür. Kendisi de Gürcü olan Stalin, kimilerinin şeytanlaştırdığı kimilerininse tam tersi ilahlaştırdığı bir lider olmuştur. Her halükarda reel sosyalizm deneyiminin en önemli politik karakterlerinden biri olarak, dönem boyunca dünyada, bölgede ve Sovyetler içinde gerçekleşen bütün süreçlerde önemli bir rol oynamıştır. Stalin, Lenin henüz hayatta iken onun isteği üzerine Sovyetlerin kimlik, etnisite ve ulusal sorun konularında çalışmalar yapmıştır. Lenin’den sonra da bu konulardaki Sovyet politikalarının birincil kaynağı olarak, Stalin’in analiz ve yaklaşımları esas alınmıştır. “Marksizm ve Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu” adlı makalesinde Stalin ulusu dört temel ilke üzerinden tanımlar. Bu ilkeleri ise “ortak bir kültürde kendini belli eden ortak bir dil, toprak, ekonomik hayat ve psikolojik yapı temelinde tarihsel olarak oluşmuş değişmez bir insan topluluğu” biçiminde formüle eder (Fragner, 2004: 29; Stalin, 1994: 12). Bu ilkeler, ulusal bir karakterin oluşumu için zorunlu kılındığından, dolaylı olarak ancak bu koşullarda etnik mücadelelere UKKTH tanınabileceği veya bu şartlara haiz ulusal kurtuluş mücadeleleri ile sosyalist dayanışma içerisine girilebileceği tespit edilmiş olur (Bruinessen, 2017: 29). Kendisinden önceki Marksist-Leninist yaklaşımı koruyan ve sürdüren Stalin’e göre, ulus kapitalizmin gelişimine dayalı bir olgudur ve yukarıda ortaya konulan dört temel özelliğe sahip topluma tekabül eder. Bu özelliklerden biri dahi eksik olursa ulus, ulus olma hüviyeti kazanamaz. Stalin’in ulusu ve ulusal hareketi böylesine sınırlayan ve şarta bağlayan yaklaşımı, kendinden önceki Marksist teorinin büyük oranda dışladığı etnik meseleleri benzer biçimde teğet geçtiği söylenebilir. Stalin de Lenin’in açtığı yoldan giderek ulusal sorunun ancak ve ancak proletarya sınıfı ile birlikte ve proleter bir devrimle çözülebileceğine inanır. Bu bakış, ulusal sorunu “proletarya devriminin genel sorununun, proletarya diktatörlüğü sorununun” bir parçası olarak tanımlar (Stalin, 1974: 71). Bunun dışındaki her etnik kimlik mücadelesini, ulusal mücadeleyi bir “burjuva mücadelesi” olarak gören ve son tahlilde burjuvazinin çıkarlarına hizmet edeceğini iddia eden Stalinist tutum, Sovyetlerde yetmiş yıl boyunca sürdürülen politikaların da ana eksenini meydana getirecektir.
Sovyetler Birliği içerisinde yaşayan farklı etnik azınlıkların tarihi incelendiğinde, yukarıda ortaya konulan politik hattın, uygulamada Sovyet milliyetçiliğine evrilen asimilasyonist ve inkârcı bir tutumla paralel yürüdüğü görülmektedir. Politik örgütlenmesi zayıf ve/veya demografik olarak küçük kimlik gruplarını uzun vadede “yüksek” Sovyet kimliği içerisinde eriyeceğini öngören bu yaklaşım, reel sosyalizmin çözülmesinden sonraki sayısız etnik çatışma ve gerilimin başlangıç noktasını oluşturur. Stalin’in bir konuşmasında dile getirdiği sözler, Sovyet deneyiminin halklara özgürlük vaadinin oldukça uzağında bir noktaya işaret etmektedir: “Kafkaslar’daki ulusal sorun sadece geç kalmış ulus ve milliyetlerin daha yüksek bir kültürün genel akımına çekilmesiyle çözülebilir. Bu çözüm, ilerici ve sosyal-demokrasi için kabul edilebilir olan tek çözümdür. Kafkaslar’da bölgesel özerklik kabul edilebilirdir çünkü bu, geç kalmış ulusları genel kültürel gelişmeye çekecek, yardımcı olacak, küçük ulus dar görüşlülüğü kabuğunu kırmalarında onlara yardımcı olacak, onları ileri itecek ve daha yüksek bir kültürden faydalanmalarını sağlayacaktır. Fakat kültürel-ulusal özerklik tamamen ters yönde hareket etmektedir, çünkü ulusları eskimiş kabuklarına hapsetmekte, onları kültürel gelişimin daha alt düzeylerine bağlamakta ve onların daha üst kültür düzeylerine yükselmesini engellemektedir” (Aktaran: Kakışım, 2014: 30).
$Reel Sosyalizmin Çözülüşü ve Sonrası Dönemde Rusya’da Kimlik Olgusu$
Sovyetlerin çözüldüğü ve SSCB’nin ortadan kalktığı 1991 yılı, aynı zamanda yetmiş yıllık sosyalist deneyimin nihayetinde çöz(e)mediği kimlik ve etnisite sorunlarının yeniden gündeme geldiği ve birçok coğrafya açısından yepyeni gerilimlerin, çatışmaların baş gösterdiği bir dönüm noktası oldu. Sovyetler sonrası Balkanlar ve Kafkasya bölgesinde günümüze kadar devam eden sayısız iç savaş, çatışma, katliam ve göçlerin kaynağında yatan nedenlerin en önemlilerinden biri yukarıda kısaca ortaya konulan kimlik politikalarıdır.
2020 yılının son çeyreğinde Kafkasya’da cereyan eden ve savaşa dönüşen Ermenistan-Azerbaycan gerilimi, bu zincirin en son halkası oldu. Her iki ülkenin egemenlik mücadelesi verdiği topraklar, burada yüzyıllardır yaşamış olan Kürtler için de oldukça önemlidir. 1988’de Azerbaycan idaresinde yaşayan Kürtler, kendilerine verilen kimlik kartlarının Azeri’den Kürt’e çevrilmesi talebiyle 10 bin kadar kimlik kartını Moskova’ya yollamıştır. Hem Azerbaycan hem de Ermenistan tarafından çeşitli baskılara maruz bırakılan ve birbirlerine karşı kullandıkları Kürtler, yaşanan süreçlerden sonra defalarca yurtlarını terk etmek zorunda bırakılmaktadır. Örneğin 1990’da Dağlık Karabağ’da ilk Azeri-Ermeni gerilimi savaşa dönüştüğünde en az 18 bin Kürt, Ermenistan ve Nahçıvan Özerk Cumhuriyeti’nden kaçmak zorunda kalmıştır. Yine 1992’de Laçin bölgesini işgal eden Ermeniler buradan 25 bin kişiyi sürdüler. Bunun devamında ise Kelbajar bölgesinden de ağırlıklı olarak Kürtlerden oluşan 60 bin kişilik nüfusun yerinden edildiği düşünülmektedir (McDowall, 2004: 645).
1990’daki işgal ve çatışmalardan sonra iki devlet arasındaki anlaşmazlıklar ve yaşanan kısmi sınır ihlalleri 2020’ye kadar sürmüş ve bu tarihte kanlı bir savaşa dönüşmüştür. Kafkasya’da yaşayan Kürtlerin en fazla nüfus ve yoğunluğa sahip oldukları bu coğrafya, eski Sovyetler Birliği topraklarında yaşayan diğer Kürt azınlıkların serencamını anlamak için adeta turnusol işlevi görmektedir. Çalışmanın bundan sonraki kısmı Sovyet Kürtlerini ele almakta, bu halkın reel sosyalizm dönemi boyunca maruz kaldığı uygulamaları ve kültürel kimlik mücadelelerini incelemektedir.
$III) Sovyetlerin Kürt Siyaseti ve Muhayyel Kürt Kimliği$
$a) SSCB’de Kürt Demografisinin Haritası$
SSCB’de yaşayan Kürtlerin kökenleri, sayıları, coğrafyadaki dağılımları ve kültürel yaşamları üzerine yapılmış bazı çalışmalar bulunmakla birlikte, daha fazla araştırmaya ihtiyaç olduğu muhakkaktır. Sovyetlerdeki Kürt varlığı kimi kaynaklara göre 9-10. yüzyıla, kimilerine göre ise 17. yüzyılın başlarında İran Safevi hükümdarı Şah Abbas’ın Osmanlı devleti sınırlarında tampon bir bölge oluşturmak ve Türkmen saldırılarına karşı kalkan olarak kullanmak için Horasan ve Musul’dan Kürt aşiretlerini buraya yerleştirmesine dayanır (Hür, 2013; Babaoğlu, 2020). Bazı farklı kaynaklar, Kafkasya’nın güneyinde yaşayan Kürtlerin burada yerleşik bir halk olduğunu; son üç yüz yıllık süreçte Rusya ve Orta Asya’ya da buradan dağıldıklarını belirtmektedir (Şamil, 2005: 15). Kürtlerle ilgili yaptığı araştırmalarıyla tanınan Martin Van Bruinessen, Kafkasya’da yaşayan Êzidî Kürtlerin 1830-1840’larda maruz kaldıkları zulüm nedeniyle Seyhan bölgesini terk ederek Kafkasya’ya göç ettikleri tespitini yapmaktadır (2010: 45). Kafkasya’da ve Orta Asya cumhuriyetlerinde yaşayan Kürtlerin çoğunlukla Sünni inancına mensup, Kurmanci lehçesini konuşan Kürtler oldukları söylenebilir. McDowall, Azerbaycan’da yaşayan “neredeyse bütün” Kürtlerin Sünni Müslüman olduklarını; bunların da büyük çoğunluğunun zorla veya isteyerek Azeri nüfusla “kaynaştığını” belirtir (2004, s. 641).
Ermenistan, etnik ve dinsel kimi farklı politikalar üzerinden, bölgede yaşayan Êzidî Kürtlerin merkezi haline gelmiştir. Dini inanç ve ibadetlerini burada görece daha özgür yaşayan ve dilsel-kültürel farklılıklarını koruyup geliştirme olanağı bulabilen Êzidîler, bölgedeki Kürt varlığının da önemli bir parçasını teşkil eder.
Ekim Devrimi gerçekleştikten sonra SSCB içinde kalan Kürt nüfusunun sayısal olarak ne kadar olduğu; Sovyetler dağıldıktan sonra cumhuriyetlerdeki Kürt nüfusu konusu kesin sonuçlara ulaşmanın mümkün olmadığı bir alan olarak kalmıştır. Bu konuyla ilgili verilen rakamlar oldukça farklılaşmaktadır. SSCB sonrası cumhuriyetlerin Kürtleri ve diğer etnik grupları yok sayan, asimilasyoncu politikalarının yanı sıra, kentlere göç eden Kürtlerin sonraki kuşaklarının etnik ve kültürel kimliklerini kaybetmeleri ve çoğunluk içinde erimeleri de bu konuda net rakamlara ulaşmayı zorlaştırmaktadır.
McDowall SSCB’ye katılan Kürt nüfusun belirsiz kalmakla birlikte; 200-300 bin arasında olduğunu ve Kürtlerin Sovyetler tarafından tanınmış 100 milliyetten biri olduğunu ifade etmektedir. Ancak sınırların Bolşevikler tarafından oldukça sıkı denetlenmesi nedeniyle, Sovyetlerde yaşayan Kürt toplulukların birbirlerinden koptukları ve izole oldukları görülür (McDowall, 2004: 643). Başka kimi kaynaklarda SSCB’deki Kürt demografisinin 1975 yılında 100 bin civarında olduğu belirtilmektedir (Bruinessen, 2010: 31; Silopi, 1969: 13). Sovyet Kürtleri üzerine araştırmalarıyla bilinen ve kendisi de bir Sovyet Kürdü olan Nadir Nadirov: “1917’de Rusya’da 500 bine yakın Kürt yaşadığı kabul ediliyordu. 1939'da Sovyetler Birliği'nde sayım başladı. Savaş nedeniyle tamamlanamadı. 1969’daki sayımda Kürtlerin sayısı 58 bin olarak açıklandı. 1979 sayım sonucuna göre 116 bindi (…). 1989 sayımında tüm Sovyetlerdeki Kürt sayısı 153 bin olarak açıklandı” demektedir (Aktaran: Ballı, 1991: 578-585). Eski SSCB topraklarında günümüzde yaşayan Kürt nüfusun sayıları hakkında da farklı rakamlar telaffuz edilmektedir. Paris Kürt Enstitüsü’ne göre 400-500 bin arasında Kürt nüfusu mevcuttur. McDowall (2004) çalışmasında eski Sovyet cumhuriyetlerindeki Kürt nüfusu toplamda 500 bin civarında göstermekte ve ülkelere göre nüfus oranlarını “çok yakın bir tahmin” olarak aşağıdaki tabloda vermektedir:
$Yaşadıkları Ülke/Bölge$
Sayıları
Azerbaycan
200.000
Ermenistan
75.000
Gürcistan
40.000
Türkmenistan
50.000
Kazakistan
30.000
Kırgızistan
20.000
Özbekistan
10.000
Tacikistan
3.000
Sibirya
35.000
Krasnodar
30.000
Diğer
12.000
$b) Kürdistan Uyezdi (Kızıl Kürdistan)$
Azerbaycan ve Ermenistan’ın egemenlik iddiasında bulunduğu “Dağlık Karabağ”, aynı zamanda Sovyet Kürtlerinin geçmişte en yoğun yaşadığı ve kısa süreliğine özerk yönetim kurduğu bir coğrafyadır. Ne yazık ki, tarihsel süreç içerisinde her iki devletin baskı politikaları ve sürgün kararlarının sonucunda, bu bölgede yaşayan Kürt nüfusun büyük bir kısmı göç etmiş bulunmaktadır. Sarp bir coğrafyada dağınık bir yerleşime sahip Karabağ Kürtleri çoğunlukla kırsal alanlarda yaşamış; söz konusu baskıların sonucunda yine dağınık bir biçimde farklı yerlere doğru göç etmişlerdir. Bugün Dağlık Karabağ üzerinde hak iddia eden Ermeni ve Azeri devletleri, bu bölgenin etnik dokusunu değiştirmek için ellerine geçen tüm fırsatları kullanmış ve ne yazık ki bunda büyük ölçüde başarılı olmuşlardır.
Ekim Devrimi sonrasında gerçekleştirilen idari düzenleme ile o dönem Azerbaycan sınırları içerisinde kalan Dağlık Karabağ’daki Kürt nüfus yoğunluğu dikkate alınarak Kürt Özerk Bölgesi olarak da tanımlanabilecek “Kürdistan Uyezdi’nin” kurulmasına karar verildi (Can, 2017: 166). 16 Temmuz 1923’te SSCB Komünist Partisi kararıyla kurulan Kürdistan Uyezdi Laçin, Kelbecer, Zengilan, Kubatlı ve Cebrail’in bir kısmını içine alıyordu. Uyezdin ilk başkenti olarak Abdalyar (Pircahan) ilan edilse de, sonraki yıllarda Laçin, başkent yapılmıştır. Uyezdin ilanından sonraki ilk başkanı olarak Azeri kökenli bir Bolşevik olan Hüsü Hacıyev (Gussi Gajiev) atandı (Hür, 2013). Kuruluşundan itibaren Kürtler arasında “Kızıl Kürdistan” adıyla anılan özerklik tecrübesi, ortadan kalktığından günümüze kadar geçen süreç boyunca Sovyet Kürtlerinin yeniden gerçekleştirmek istedikleri bir politik tahayyül olarak varlığını koruyacaktır.
1926 yılında gerçekleşen nüfus sayımına göre Kürdistan Uyezdi 51 bin 426 kişilik bir nüfusa sahipti. Bu sayının %72,3’ü Kürt etnik grubu mensubuydu. Ancak ilginç bir biçimde söz konusu nüfusun %92,5’i ana dilinin Türkçe (Azerbaycan Türkçesi) olduğunu belirtmiştir (Babaoğlu, 2020). Dönemin Sovyet politikalarına uygun olarak Kürdistan Uyezdi’ndeki halkın eğitim ve kültürü teşvik edildi, Kürtçe eğitim veren okullar açıldı (McDowall, 2004: 643). Sovyetler Birliği’nin bir Kürdistan Özerk Bölgesi oluşturmadaki başlıca amacı, Ermeni ve Azeri Sosyalist Cumhuriyetleri arasında süren tarihsel gerilimi önlemek adına, iki cumhuriyet arasında bir “tampon bölge” olarak Kürtlerin kullanılması düşüncesidir. Ancak aradan geçen yüz yıllık süreç gösteriyor ki, Sovyetlerin bu amacının gerçekleşmesi bir yana, en çok da Kürtlerin aleyhine iki ülke arasındaki gerilim politikaları ve düşmanlık devam etmiştir.
8 Nisan 1929 tarihinde Azerbaycan idari bölgeler sistemi değiştirildiğinde, Kürdistan Uyezdi lağvedildi. Bunun yerine 25 Mayıs 1930’da Laçin merkezli “Kızıl Kürdistan Okrug’u” kuruldu ve Zengilan ile Cebrail bölgeleri bu okruga bağlandı. Ancak Kızıl Kürdistan Okrugu’nun ömrü çok kısa sürecek ve 23 Temmuz 1930’da SSCB Komünist Partisi Merkez Komitesi tarafından “ülke çapında tüm özerk bölge statülerinin ilga edilmesi” kararıyla birlikte tamamen ortadan kalkacaktır (Hür, 2013; Babaoğlu, 2020). Görüldüğü üzere, Kürtlerin kendi demokratik hak talepleri ve mücadelesi ile değil, Sovyetlerin idari kararlarıyla ortaya çıkan 6 yıllık özerk deneyim, yine Sovyetler tarafından üstten alınan idari bir kararla ortadan kaldırılmıştır. Sovyetlerin idari ve demografik politikalarının bir sonucu olarak Kürtler nezdinde ortaya çıkan 6 yıllık uyezd ve okrug deneyimleri, yine Sovyetlerin politika değişikliğine kurban edilerek ortadan kaldırılmıştır. Kürtlerin Sovyetler içerisinde sahip olacakları herhangi bir özerkliğin, komşuları Türkiye ve İran ile olan ilişkilerine zarar vereceği, bu iki ülkede gelişen Kürt direnişlerinin belki de gelecekte kendi sınırları içerisinde yaşanacakların habercisi olabileceği düşüncesi, bu kararlarda etkili olmuştur.
$c) Kafkasya’dan Orta Asya’ya Kürt Sürgünleri$
Sovyet Kürtleri tarihindeki en önemli kırılmalardan birini, farklı dönemlerde maruz bırakıldıkları sürgün kararları ve zorunlu iskân politikaları oluşturur. Sovyetlerin sürgün ve zorunlu iskân politikalarından yalnızca Kürtler değil, “devrim için tehlike potansiyeline sahip” Tatarlar, Çeçenler, Çerkesler ve Kafkasya’da yaşayan başka etnik gruplar da nasibini almıştır. Sovyetlere karşı “yıkıcı” faaliyetler yürütüldüğü düşünülen veya komşu devletlerle sınır oluşturan yerlerdeki toplulukların “olası kışkırtma” girişimlerine karşı geliştirilen güvenlik eksenli politikalar, on binlerce insanın kitlesel zorunlu yer değiştirmeleri ile sonuçlanmıştır. Kürtlerin zorunlu göçü ile ilgili sunulan resmi gerekçelerin arkasında, özellikle kırsal bölgelerde yaşayan Kürtler arasında devam etmekte olan ailesel, aşiretsel, dinsel ve tarihsel geleneklerin “Sovyet karşıtı” olduğu belirtilmektedir. Özellikle devrim öncesinden kalan ve o dönem hâlâ sürdürülen sosyal ve ekonomik ilişkilerin ortadan kaldırılmasının amaçlandığı görülür.
Sovyet Kürtlerinin maruz bırakıldığı ilk büyük kitlesel göç hareketi Kasım 1937’de gerçekleşti. Ermenistan ve Azerbaycan’da yaşayan Kürtlerin bir kısmı bu dönemde Kazakistan’a, Sibirya’ya ve diğer Orta Asya cumhuriyetlerine sürgün edilip buralarda tespit edilen kimi bölgelerde iskân edildiler. SSCB Halk Komiserleri Konseyi’nin ilgili gerçekçesinde Hükümetin kararına dayanarak, önümüzdeki günlerde Ermenistan sınır bölgelerinden 425 Kürt çiftliği tahliye edilecek ve sayı yaklaşık 2100 kişiyi kapsayacaktır. Yeni yerleşim yeri Kırgızistan SSC olacaktır. ifadesi yer almaktadır. Söz konusu sürgün esnasında ve ilk yerleşim sürecindeki kötü koşullar ile salgın hastalıklardan dolayı birçok insanın yaşamını yitirdiği bilinmektedir. Kimi kaynaklarda bu dönem sadece Nahçıvan Kürtlerinin sürgün edildikleri, Êzidî Kürtlerin sürgün kapsamı dışında tutuldukları belirtilmekte; sürgün edilen Kürtlerin sayısıyla ilgili de farklı rakamlar telaffuz edilmektedir (Şamil, 2005).
Sovyet Kürtlerinin ikinci kitlesel göç ettirilme süreci 2. Dünya Savaşı yıllarında gerçekleşmiştir. Sovyet yönetimi, Nazi Almanyası ile ilişkileri olan Türkiye’nin Gürcistan’da yaşayan Kürtler, Ahıska Türkleri ve Azeriler içerisinde yürüttüğü Sovyet karşıtı faaliyetleri bu sürgünlere gerekçe olarak göstermiştir. Temmuz 1944’te çıkarılan kararda Gürcistan SSC'nin sınır bölgelerinden Türklerin, Kürtlerin ve Hemşinlilerin göç ettirilmesi talimatı verilmiştir. Sonuç olarak 1944-45 yılları boyunca 100 bine yakın Kürt, Türk ve Azeri’nin gruplar halinde sürgün edildikleri bilinmektedir.
Yukarıda belirtilen kitlesel sürgünlerin yanı sıra farklı tarihlerde ve farklı gerekçelerle Sovyetler tarafından Kürtlerin farklı bölgelerde zorunlu göçe ve zorunlu iskâna tabi tutuldukları bilinmektedir. Tarihsel geçmişlerinin olmadığı Sibirya’nın birçok bölgesinde veya Krasnodar gibi Slav kentlerinde bugün yaşayan Kürt topluluklarının varlığı, bu olguyu göstermektedir. Sürgün edilen Kürtler, uzunca süreler boyunca iskân edildikleri yeni yerleşim bölgelerinde sokağa çıkma yasaklarına maruz bırakıldılar, kentlerinden veya köylerinden izinsiz ayrılamadılar. Bu yasaklara riayet etmeyenlerin uzun hapis cezalarıyla karşı karşıya kaldıkları belirtilmektedir (McDowall, 2004: 644). Ancak tüm bunlara rağmen, sürgün edilen Kürtlerin etnik kimliklerini koruyarak günümüze kadar ulaştırdıkları görülmektedir. Kendisi de Kafkasya Kürdü olan Hejare Şamil, özellikle 1937 ve 1944’te Orta Asya’daki 14 vilayete ve 110 mıntıkaya dağıtılan Kürtlerin dil, inanç ve kültürel özelliklerini korumayı başardıklarını ifade etmektedir (Şamil, 2005).
Sovyetler Birliği’nde destalinizasyon sürecinin başlamasıyla beraber, sürgün ve zorunlu göçe maruz bırakılmış Kürtlerin eski yerleşimlerine dönmelerinin önü açılmıştır. 1956’dan itibaren geri dönüş imkânı sunan karar uyarınca Kürtlerin bir kısmının eski topraklarına döndüğü görülmüştür. Ancak geri dönmeyen ve sürgün edildiği coğrafyalarda yaşamayı sürdüren belli bir Kürt nüfusun olduğu da bilinmektedir.
$d) Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin Kuruluşu ve Yıkılışında Sovyet Politikaları$
Mahabad Kürt Cumhuriyeti deneyimi, 2. Dünya Savaşı’nın reelpolitik konjonktüründe gerçekleşmiş ve yaklaşık 1 yıllık süreç sonunda yine reelpolitik değişimlerle son bulmuştur. Almanya karşısında defacto olarak “müttefik” haline gelen Sovyetler Birliği ve İngiltere’nin İran üzerindeki politikalarının ve Sovyetlerin İran’ın kuzey bölgelerini işgalinin sonucunda ortaya çıkan siyasal boşlukta Kürtler, Mahabad’da ilk modern devlet inşasına girişmişler ancak bu inşa çok kısa ömürlü olmuştur. 22 Ocak 1946’da ilan edilen Mahabad Kürt Cumhuriyeti, 17 Aralık 1946’da İran ordusunun işgali ile son bulmuştur.
yüzyılın ilk yarısı boyunca Türkiye ve Irak toprakları içinde birçok başarısız direniş girişimi yaşanmasının ardından uzun süren bir sessizlik dönemi ortaya çıkmıştır. Ancak İran ve Azerbaycan bölgesinde yaşayan Kürtler, 2. Dünya Savaşı sırasında Sovyetlerin İran’a dönük işgalini fırsat bilerek Mahabad’da kendi devletlerini ilan etmiştir. Kürtler, Mahabad’a uzanan sürecin çok öncesinde Sovyetler ile kimi ilişkiler kurmuş ve bir Kürt devleti taleplerini iletmişlerdi. Aralarında Mahabad’ın öncüsü ve ilanı ile birlikte cumhurbaşkanı olan Qazi Muhammed’in de bulunduğu bir grup Kürt ileri geleni ve aşiret temsilcisi, 1941’de Bakü’ye giderek Sovyetler adına görüşmeleri yürüten Azerbaycan Sosyalist Cumhuriyeti Prezidyum Başkanı Bakırov ile görüşürler. Bu görüşmede Bakırov, Kürt temsilcilere; “Sovyetlerin küçük ulusların bağımsızlığından yana olduğunu” ama “Kürdistan’ın bağımsızlığı için zamanın uygun olmadığını… Kürtlerin beklemesi gerektiğini” söylemiştir (Kutschera, 2001: 190). Bu görüşmeden sonraki yıllar içerisinde Komela ve Hêvî örgütlerinin çatısı altında toplanan Kürtler, devlet arayışlarını sürdürmüştür.
Modern İran tarih yazımında Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin Sovyetlerin bir planı olduğu ve amacının da İran’ı bölmek olduğu ifade edilir. Ancak ortaya çıkan Rus, İngiliz ve Amerikan belgelerinde Sovyetlerin Kürtlere dair böyle bir istek ve planının olmadığı, Kürtlerin bu bölgede Azerbaycan Cumhuriyetine katılmalarını istedikleri ve bunun için çeşitli ikna faaliyetleri yürüttükleri ortaya çıkmıştır (Vali, 2013: 124). Her ne kadar Sovyetlerin Mahabad’a verdiği destek; teşvik ve yerine getirilmemiş yardım vaatlerinden öteye gitmemiş olsa da Mahabad’ın itici gücünü ve ilhamını Sovyetlerden aldığı, bir devlet olarak geleceğe ancak Sovyetlerin desteği ile yürüyeceği düşünülmüştür (Jwaideh, 2014: 509).
Mahabad Kürt Cumhuriyeti, kuruluşundan yıkılışına kadar geçen süreç içinde bir yandan Sovyetler, İngiltere, İran devletleriyle çeşitli görüşmeler yaparak kendisini dönem koşulları içerisinde sürdürmek istemiş; öte yandan bölgedeki Kürtleri birleştirmeye ve modern bir devletin gerektirdiği kuruluşu tamamlamaya çalışmıştır. Ancak kuruluşunun üzerinden henüz bir yıl geçmeden, Sovyetlerin İran’ın kuzey bölgelerinden tek taraflı olarak çekilmesi kararından sonra İran’ın işgali ile son bulmuştur. Başta Qazi Muhammed olmak üzere cumhuriyetin bütün ileri gelenleri, Mahabad’ın ilan edildiği Çarçıra Meydanı’nda idam edilmiştir. Etrafını kuşatan bütün ülkelerin siyasi, ekonomik ve toplumsal baskıları karşısında Sovyetlerden bekledikleri desteği bulamayan Kürtlerin, Mahabad ile doğan umutları böylece kısa süre içinde sönümlenmiştir (McDowall, 2004: 336). Mahabad Kürt Cumhuriyeti deneyimi, Kürt tarihinde yüzyılın en önemli devlet kurma girişimi olmakla birlikte, Sovyetlerin Kürtlere arkasını dönmesi sonucunda başarısızlıkla son bulan tarihsel bir süreç olarak ele alınmaktadır. Mahabad Kürt Cumhuriyeti, askeri gücünün önemli bir kısmını oluşturan Molla Mustafa Barzani liderliğindeki Irak Kürtleri açısından da önemli bir yere sahiptir. Mahabad’ın yıkılmasının ardından peşmergeleriyle birlikte Sovyetlere sığınan ve burada kaldığı süreç içinde kimi Sovyet yöneticileriyle görüşmeler yapan Molla Mustafa Barzani, Irak’a döndükten sonra buradaki Kürtlerin direnişine öncülük edecektir.
$e) Kültürel Bir “Niş” Olarak Erivan Radyosu ve Ermenistan Kürtleri$
Sovyetler Birliği’nin genelde etnisite ve etnik kimlik meselesine dair tutumu, özel olarak da Kürtlerle ilişkileri konusunda yukarıda ortaya konulan çerçevenin içinde Ermenistan Kürtlerinin özel bir konumu vardır. Ermenistan’da yaşayan Kürt ve Êzidî etnik kimliğine mensup topluluklar, Sovyetler döneminde özellikle eğitim, kültür ve basın-yayın alanlarında oldukça ciddi bir üretim ve örgütlenme gerçekleştirme imkânı bulmuştur. Sovyet Ermenistan’ında Kürtlere yönelik politikaları belirleyen başlıca neden, Ermenistan’ın Türkiye ile olan tarihsel “husumeti” ve buna bağlı olarak Kürtlerle kurdukları “ortaklık” bağıdır. Burada Sovyetlerin tüm etnik kimliklere tanıdığı kültürel özgürlükleri Ermenistan’daki Kürtler nezdinde uyguladığı –veya uygulanmasına izin verdiği- sonucu da çıkarılabilir. Ancak şurası kesindir ki, Ermenilerin Türklerle ve Türk devletiyle olan travmatik hafızasının ve soykırım tarihinin, söz konusu kültürel özgürlüklere alan açmada kimi ideolojik ve politik çıkar hesaplarına dayanmaktadır.
Sovyet Ermenistan’ında yaşayan Kürtler, Ekim Devrimi’nin ardından başlayan süreçte dillerini, kimliklerini ve kültürel miraslarını korumak, geliştirmek ve geleceğe taşımak konusunda ciddi bir gelişme göstermişlerdir. Öyle ki Ermenistan’da açığa çıkarılan kültürel üretim, bir süre sonra diğer devletlerde yaşayan Kürtlere de ulaşmış ve onları ciddi düzeyde etkilemiştir.
Sovyet – Kürt ilişkilerini araştıran Hüseyin Can 1925’te Ermenistan ve Azerbaycan’da Kürtçe eğitim veren 55 okulun açıldığını, yalnızca 1929-1937 arası dönemde Ermenistan’da 70 Kürtçe kitabın yayınlandığını belirtir (Can, 2017: 75). Yine bu dönemde Ermenistan’da faaliyet gösteren Kürt Pedagoji Teknik Okulu’nun 6 yılda 70 öğretmen yetiştirdiği ve Kürtlerin eğitimine dönük ciddi bir katkı sunduğu görülür (Şamil, 2005; Özdemir ve Arslan, 2018). Kürt halkı ve ulusal hareketleriyle ilgili çalışmalar yapan Wadie Jwaideh, Sovyet bilim insanlarının Kürtçe için modern bir Latin alfabesi geliştirdiklerini, sonrasında bunun Kiril alfabesine dönüştürüldüğünü belirtmektedir. 1934’te Erivan’da düzenlenen Kürdologlar Kongresi de Sovyetlerdeki Kürtler arasında bir edebiyat ve kültürel hareket yaratmak amacıyla yapılmıştır. Jwaideh’e göre özellikle 2. Dünya Savaşı’nın sonrasında Türk-Rus ilişkilerinin kötüleşmesi ve Sovyetlerin Kürt yanlısı politikalarının bir neticesi olarak söz konusu kültürel gelişim ivme kazanmıştır (Jwaideh, 2014: 248-249). Tanınmış Rus Kürdologlardan olan Basil Nikitin, Sovyetlerin uyguladığı milliyet politikaları sayesinde Kafkasya ve Ermenistan’ın, diğer ülkelerdeki Kürtler için bir cazibe ve çekim merkezine dönüştüğünü ifade eder. Nikitin’e göre en fazla Kürtçe eser Erivan’da yayınlanmış; bir Kürt gazetesi, bir Kürt öğretmen okulu ve bir Kürt tiyatrosu da yine burada açılmıştır. Yazar, kolektifleştirilmiş Kürt köylerinde ilkokullar, kütüphaneler, radyolar, tarım makineleri ve kooperatif birliklerinin buraların görünümünü derinden değiştirdiğini belirtmektedir (Nikitin, 1991: 354).
Ermenistan Kürtleri üzerine yaptığı çalışmalarla bilinen Hejare Şamil, buradaki Kürtlerin kültürel gelişimini üç döneme ayırmaktadır (Şamil, 2005: 93). Aşağıda bu üç dönemde gerçekleşen kültürel faaliyetler yer almaktadır:
dönem 1920-1937 yılları arasıdır. Bu dönem içerisinde 1921’de Ermenistan hükümeti bütün okulların ilk iki yılında ana dilinde eğitim kararı almıştır. Yine aynı yıl içinde Ermeni alfabesiyle yazılmış ilk Kürtçe okul kitabı yayınlanmıştır. 1926 yılında Kürtler hakkında yapılan ilk dökümanter film (Zerê/Zarê) çekilmiştir. 1930’da Erivan’da Kürtçe Riya Teze gazetesi yayın hayatına başlamıştır. Riya Teze gazetesi özellikle Kürtçede siyasal, ekonomik ve toplumsal alandaki terminoloji çalışmalarına ciddi bir katkı sunarak, Kürt yazı dilinin gelişmesinde aktif bir rol oynamıştır (Özdemir ve Arslan, 2018). 1936 yılında Kürt Folklor Derlemeleri adlı çalışma yayınlanmıştır. Bu dönemde sadece Ermenistan’da 70 Kürtçe kitap yayınlanmasında başta Erebê Şamo, Hecîyê Cindî, Emînê Evdal, Casimê Celîl, Çerkez Bakayev başta olmak üzere dönemin Kürt aydınlarının ciddi bir emeği bulunmaktadır.
dönem 1937’den 1955’lere kadar sürmüştür. Döneme damgasını vuran başlıca gelişme 2. Dünya Savaşı ve Sovyetlerin “Büyük Anavatan Savunması” olmuştur. Bu dönem sadece Kürtler için değil, diğer pek çok etnik kimlik için de baskı, sindirme, tutuklama ve sürgün dönemi biçiminde yaşanmıştır. Bunlara paralel olarak sosyal, siyasal ve kültürel gelişme adına yasaklarla dolu ve kısır bir süreç yaşanmıştır.
dönem 1955’lerden başlayarak 1990’ların başında Sovyetlerin dağılmasına ve reel sosyalizmin çözülüşüne kadar geçen süreçtir. 1937’de kapanan Riya Teze gazetesi yeniden açılmıştır. Kürt öğretmen yetiştiren bir enstitü kurulmuştur. Bunu izleyen dönemde Kürt dili, edebiyatı, folkloru, tarihi ve etnografyası konusunda önemli çalışmalar yürütülmüştür. Bu alanlarda birçok önemli Kürt dilbilimcisi, şair, edebiyatçı, tarihçi, etnograf ve müzik araştırmacısının eserler verdiği bilinmektedir (Silopi, 1969: 18). 3. dönemin en önemli ve etkileri günümüze kadar ulaşmış olan gelişmesi, 1955’te Erivan Radyosu’nun (Radyoya Erîvanê) açılması olmuştur. Radyo, Ermenistan Radyosu Kürt Departmanı olarak kurulmuş olmakla birlikte Erivan Radyosu ismiyle tanınmıştır. Radyonun Kürt kültürel hareketinin önemli bir parçası haline gelmesinde Celil ailesinin rolü oldukça büyüktür Birinci kuşak Sovyet Kürt aydınlarından olan Cesimê Celîl, radyonun ilk şefliğini yapmış; ondan sonraki dönemlerde de Celîl ailesinin diğer kuşaktan bireyleri radyonun yayın hayatında önemli görevler üstlenmiştir. Celîl ailesi, bu yönüyle Sovyet Ermenistan’ındaki Kürt kültürel hareketinin en bilinen öncüsü olmuştur (Peyrat, 2019: 51). İlk kuruluşunda haftada 3 gün 15’er dakika test yayını yapan Erivan Radyosu, zaman içinde hem kapsadığı alan, hem seslendiği kitle hem de haber üretimi ve müzik faaliyetleri ile dünyanın her tarafındaki Kürtler nezdinde etkili bir merkez haline gelmiştir. Radyo, çoğu sözlü kültür ürünü olan Kürt kilam ve stranlarını 1500’ü aşkın kaset ve taş plakta kayıt altına almıştır. Aram Tigran, Feyzoyê Rizoyî, Ayşe Şan, Egîdê Cimo, Qarapetê Xaço, Şeroyê Biro, Meryem Xan, Şex Şamîlê Beko, Xelîlê Evdile vb. daha onlarca ozan ve dengbêjler Erivan Radyosu ile dünyadaki bütün Kürtlere seslenmiş ve etkilemiştir. 20. yüzyılın sonlarına doğru bütün parçalarda ve diasporadaki Kürtlerin ulusal birliğinin en önemli yapı taşlarından biri olan radyo, Sovyet Kürtlerinin 1990’lara kadar süren “Kürt rönesansının” da başlıca unsuru haline gelmiştir (Şamil, 2005: 103).
$f) Barzani’den Günümüze Sovyet - Kürt İlişkileri$
yüzyılın başında Batı’nın hayal kırıklığına uğrattığı Kürtler, Ekim Devrimi sonrasında umutlarını Sovyetlere bağlamıştır. Ancak Türkiye, İran ve Irak ile ilişkilerinin dönemsel seyrine göre hareket eden Sovyetler, Mahabad örneğinde görüldüğü üzere Kürtlerin etno-politik ve etno-kültürel hak mücadeleleri karşısında Batı’nın tutumundan farklı bir pozisyon almamıştır. Sovyetlerin Kürtleri politik bir enstrüman olarak kullanmasının en bilinen örneklerinden biri Mahabad sonrasında Molla Mustafa Barzani ve peşmergelerine sığınma hakkı tanımaları ve o dönem Kürtlere seslenen Sovyet propagandasıdır. Bu propagandadan etkilenen 1960’lı ve 1970’li yılların bütün Kürt hareketleri yönlerini Moskova’ya çevirmiştir. Kürtlerin yaşadıkları dört ulus devletteki Marksist-Leninist örgütler ve milliyetçi Kürt hareketlerinin neredeyse tamamı, Sovyetleri ideolojik eksen olarak kabul etmiş, hareketlerinin ittifak gücü olarak görmüştür. Bunun en son örneği 1984’ten günümüze kadar Türkiye’ye karşı silahlı direniş hareketini sürdüren PKK’dir. Kuruluş manifestosundan itibaren Sovyetleri bir esin kaynağı ve doğal müttefik olarak kabul eden PKK, ancak reel sosyalizmin çözülmesinden sonra Sovyetlere yönelik eleştirel bir tutum almıştır.
Sovyetler dönemi boyunca yüzlerini Moskova’ya dönen Marksist-Leninist Kürt hareketleri ve idealist Kürt milliyetçileri özellikle Mahabad Kürt Cumhuriyeti’nin yıkılması, Irak’taki Barzani direnişinin kanla bastırılması, ardından gelişen Halepçe katliamı sonrasında yeni bir politik tutum almaya başlamıştır (Jwaideh, 2014: 513). Reel sosyalizmin çözülmesinin ardından Rusya ve eski Sovyet cumhuriyetlerinde Kürt politik aktivizmini daha örgütlü bir düzeye ve görünürlüğe ulaştıran Kürtler, son Rojava süreciyle birlikte politik bir aktör olan Rusya ile aynı masa etrafında tekrar bir araya gelmiştir.
$Sonuç$
Kürtler ve Ruslar arasındaki ilişki oldukça geçmişe dayanmaktadır. Çarlık Rusyası döneminde başlayan ilişki, Sovyetler Birliği ile olgunlaşmış ve günümüzde Rusya Federasyonu ile farklı bir evreye girmiştir. Ortadoğu ve Kafkasya’nın başlıca politik aktörlerinden olan Rusya, yalnızca sınırları içinde yaşayan Kürtler ve Kürt aktivizmi ile değil; sınırları dışındaki Kürtlerle de bir münasebet içindedir. Özellikle Ortadoğu’da cereyan eden, uluslararası nitelik taşıyan süreçleri yakından takip eden ve bölgede etkin bir aktör olmayı amaçlayan Rusya; Suriye başta olmak üzere Kürtlerin öznesi olduğu politik alanlarda varlığını göstermeye devam etmektedir.
Rusya, Ortadoğu’nun tamamında kendi hegemonyasını hâkim kılmak için kritik hamleler yapmaktadır. İç savaşın yaşandığı Suriye’ye asker gönderen ve birçok bölgede askeri üsler kuran Rusya, Suriye’nin geleceğinde başlıca belirleyici özne olma çabasını sürdürmektedir. Bu açıdan yer yer Suriye İç Savaşı’nın diğer failleri Türkiye, İran vb. devletlerle çeşitli taktiksel ve stratejik ittifaklar geliştirmektedir. Bugün Suriye’de yaşananlar, tıpkı Soğuk Savaş döneminde olduğu gibi ABD ile Rusya’nın emperyal çıkarları için dünyanın birçok bölgesinde tatbik ettikleri vekâlet savaşlarının bir tekrarı gibidir. IŞİD’e karşı mücadele, Suriye’de iç savaşın ve bölünmenin önüne geçmek gibi politik gerekçelere dayanarak buraya askeri müdahalelerde bulunan her iki gücün tek ortak noktası, bu bölgenin jeostratejik ve ekonomik dengelerini kendi lehlerine döndürme girişimleridir. Bu noktada Rusya’nın Rojava’da Kürtlerle kurduğu ilişki, stratejik olmaktan uzak, dönemsel çıkarlarına dayalı taktik bir yaklaşımdan öteye geçmemiştir. Çetin Gürer’in deyimiyle Rojava’da gördüğümüz “Sovyet pragmatizmi”, geçmişte Mahabad’da, Dağlık Karabağ’da ve başka alanlardaki politikalardan büyük farklılıklar göstermemiştir (Gürer, 2019). Her ne kadar Kürtlerin kültürel taleplerini destekler ve kabul eder gibi görünse de bu taleplerin gerçekleşmesi konusunda tutarlı bir duruş sergilememiştir. Kürtlerin IŞİD’e karşı verilen mücadeledeki rolü ve Suriye’de demokratik bir yapının oluşturulmasına dönük politik duruşları karşısında Rusya, Kürt siyasal temsilcilerini Astana, Soçi ve diğer kritik süreçlerin dışında tutmuştur. Yine Türkiye’nin uluslararası hukuku çiğneyerek Suriye’deki Kürt kentlerini işgal etmesi ve buralardaki demografik yapıyı değiştirmesi karşısında Rusya, Kürtlerin safında görünüp karşısında pozisyon almıştır.
Etno-politik Kürt aktivizmi, Ortadoğu başta olmak üzere Kürtlerin yaşadığı bütün coğrafyalarda ciddi bir örgütlenme düzeyine ve etkileme potansiyeline ulaşmıştır. Söz konusu politik gücün, Kürtlerin geçmişte yaşadıkları kötü tecrübelerden dersler çıkarmış olduğu söylenebilir. Kürtlerin kendi reelpolitik hedefleri doğrultusunda stratejik/taktik ittifaklara giriştiği ve Ortadoğu yeniden dizayn edilirken etkin bir aktör olarak hem sahada hem de masada pozisyon almaya çalıştığı görülmektedir. Dolayısıyla 21. yüzyılda Kürtler ve özel olarak da Kürt-Rus ilişkileri bağlamında eski deneyimlerden farklı yeni bir sürecin yaşanacağı öngörülebilir. Bu temelde Kürt-Rus ilişkilerinde beliren parametreler, tarihin bir kez daha tekerrür edip etmeyeceği noktasında belirleyici olacaktır.
$Kaynakça$
A.Cabbar, Falih ve Davud, Hoşam. (2017). Kürtler: Milliyetçilik ve Politika, (der. F. A. Cebbar ve H. Davud. çev. Emine Ayhan), İstanbul: Ayrıntı Yayınları.
Babaoğlu, Samir. (2020). “Orta Asya Kürtleri”. (https://www.gzt.com/mecra/orta-asya-kurtleri-3434803), (Erişim: 28.01.2021).
Ballı, Rafet. (1991). Kürt Dosyası, İstanbul: Cem Yayınevi.
Beşikçi, İsmail. (1990). Devletlerarası Sömürge Kürdistan, Paris: Institut Kurde de Paris.
Bruinessen, Martin Van. (2010). Ağa Şeyh Devlet, İstanbul: İletişim Yayınları.
Can, Hüseyin. (2017). Kürtler ve Stalin, İstanbul: Ceylan Yayınları.
Ergun, Ayça. (2008). “Güney Kafkasya’da Etnik Kimlik ve Çatışma: Azerbaycan ve Ermenistan Ulusal Kimliklerinde Karabağ Sorunu”, Doğu Batı Dergisi, Sayı: 44, İstanbul, ss. 181-193.
Fragner, Berg G. (2004). “Sovyet Milliyetçiliği: Orta Asya’nın Bağımsız Cumhuriyetlerine Kalan İdeolojik Miras”, Orta Asya ve İslam Dünyasında Kimlik Politikaları, (der. W. van Schendel ve E. J. Zürcher, çev. Selda Somuncuoğlu), İstanbul: İletişim Yayınları, ss. 23-48.
Gürer, Çetin. (2019). “Mahabad’dan Rojava’ya Rus Oyunu”. (https://ahvalnews.com/tr/rusya/mahabaddan-rojavaya-rus-oyunu), (Erişim: 25.01.2021).
Hür, Ayşe (2013). “Kürt Federasyonu’ndan Mahabad Cumhuriyeti’ne”. (http://www.radikal.com.tr/yazarlar/ayse-hur/kurd-federasyonundan-mahabad-cumhuriyetine-1144807/), (Erişim: 24.01.2021).
Jwaideh, Wadie. (2014). Kürt Milliyetçiliğinin Tarihi: İstanbul, İletişim Yayınları.
Kakışım, Can. (2014). Sosyalist Hareketlerin Etnik Kimlik ve Azınlık Meselelerine Yaklaşımlarının Geçmişi ve Bugünü: Bir Paradigma Değişimi, (Yayınlanmış Doktora Tezi), İstanbul Üniversitesi.
Kakışım, Can. (2016). Sınıf Etnisite ve Kimlik: Sosyalist Paradigmanın Evrimi, İstanbul: İletişim Yayınları.
Kutschera, Chris. (2001). Kürt Ulusal Hareketi, İstanbul: Avesta Yayınları.
Lenin, Vladimir İlyiç. (2010). Ulusların Kendi Kaderini Tayin Hakkı, Ankara: Sol Yayınları.
McDowall, David. (2004). Modern Kürt Tarihi, İstanbul: Doruk Yayıncılık.
Minorsky, Vladimir. (1988). Kürtler, İstanbul: Doz Yayınları.
Nikitin, Basil. (1991). Kürtler: Sosyolojik ve Tarihi İnceleme, İstanbul: Deng Yayınları.
Özdemir, Burcu ve Askeroğlu Arslan, Ayna. (2018). “Rusya’nın Kürdoloji Çalışmaları (1787-1947)”, İnsan & İnsan Dergisi, Yıl: 5, Sayı: 17, ss. 194-213.
Peyrat, Etienne. (2019). “1940’lardan 1980’lere Kürtlere Yönelik Sovyet Dış Politikası ve Sovyet Kürt Aktivizmi”, Kürt Tarihi Dergisi, Sayı: 38, İstanbul, ss. 46-54.
Peyrat, Etienne ve Çelik, Adnan. (2020). “Kürt Meselesinin Alanları ve Sovyet Rabıtaları”, Kürt Tarihi Dergisi, Sayı: 41, İstanbul, ss. 6-9.
Silopi, Zinnar (1969). Doza Kurdistan, Stewr Basımevi: Almanya.
Stalin, Josef. (1974). Leninizmin İlkeleri, Ankara: Sol Yayınları.
Stalin, Josef. (1994). Marksizm, Ulusal Sorun ve Sömürge Sorunu, Ankara: Sol Yayınları.
Şamil, Hejare. (2005), Diaspora Kürtleri, İstanbul: Peri Yayınları.
Ünal, Fatih. (2008), “Rusların Kürt Aşiretlerini Osmanlı Devletine Karşı Kullanma Çabaları”, Karadeniz Çalışmaları, Cilt: 5, Sayı:17. 2008. ss. 133-152. [1]