Hamid Aytaç
Asıl ismi “Şeyh Musa Azmî” olup Zülfikâr Ağa’nın oğlu olarak, H. 1309/M. 1891-1892’de Diyarbakır’da doğdu. Silsile-i nesebi, Hattat Âdem-i Âmidî’ye kadar uzanır. Hoca Mustafa Âkif Tütenk’in mektebini tamamladıktan sonra Askerî Rüşdî Mektebi hocalarından Vâhid Efendi’den rık‘a ve Kolağası Ahmed Hilmî Efendi’den sülüs dersleri aldı. Ayrıca kavâss-ı sâgir imâmı Sa’id ve Diyarbekir İdâdî Mektebi hüsn-i hat hocası Abdüsselâm efendilerden de istifâde etti. Askerî Rüşdî Mektebi’nin resim muallimi Hilmî Efendi’den de resim dersleri aldı.
İdâdîden mezun olduktan sonra 1906 yılında İstanbul’a giderek Mekteb-i Hukuk’a kaydoldu. Fakat ertesi sene babasının vefâtı ile geçim derdine düşünce okulu bırakarak, matbaa işleri ile meşgûl olmaya başladı. Bir yandan da Sanâyi-i Nefîse Mektebi’nin resim ve hâk kısmına devam etti. Bu esnada Nazîf Bey’den celî, Kâmil Akdik’ten sülüs ve nesih, İsma’il Hakkî Altunbezer’den tuğra ve Hulûsî Yazgan’dan da ta’lik dersleri almaya başladı. Ancak hususî surette istifade ettiği bu hocalardan icazet alamadı.[1]
Kudretli eli sayesinde kısa zamanda yazıda gelişim gösterince 1908 yılında Haseki’deki Gülşen-i Ma’ârif Mektebi’nin resim ve yazı mu’allimliğine tayin edildi. 1909’daki müsâbaka ile Rüsûmât Matbaası Müdürlüğü’ne geçtiyse de, Sanâyi-i Nefîse’ye devamına engel olduğundan, bir müddet sonra ayrılarak Mekteb-i Harbiyye Matbaası’nın hattatlığını yaptı. Nazîf Bey’in vefâtı üzerine de Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye’nin ser-hattatlığına tayin edildi. Bir müddet sonra Cağaloğlu’nda bir matbaa açarak, mesai haricinde yazı işleri ile uğraşmaya başladı.
Bu zamana kadar eserlerinde kullanmış olduğu “Azmi” mahlâsını, “Hâmid”e tebdîli de bu yıllara rastlar. Nitekim yedi seneyi aşkın Erkân-ı Harbiyye-i Umûmiyye’de çalıştıktan sonra, mütârekenin ardından istifâ ederek, “Hattat Hâmid Yazıevi” nâmını taşıyan bu dükkânda tam zamanlı olarak çalışmaya başladı. Arif Hikmet Bey’in vefâtı ile eşi Âdile Hanım’a intikal eden matbaayı devralarak, ortak olarak işletmeye başlayan Hâmid Aytaç, daha sonra onunla evlenerek iş ortaklığını hayat ortaklığına çevirdi. Uzun müddet burada kardeşleri ile beraber hat ve tezhibin yanında, çelik üzerine gravürcülük ve çinkograflık, kabartma ve lüks etiket basımı ile meşgul oldu.
Ancak evliliğinin yürümemesi ve 1960 yılında boşanması üzerine dükkanını kapamak zorunda kaldı. Bu vakadan sonra neredeyse hayata küserek, Reşîd Efendi Hanı’nda mütevâzı bir odaya yerleşip kendini yegâne aşkı olan yazıya hasretti ve 1980 yılına kadar aralıksız yazı yazdı. Son yıllarını hastalıklar içinde geçiren büyük üstad, 18 Mayıs 1982 tarihinde vefât etti. Karacaahmet Mezarlığı’na defnedilen naaşı daha sonra Şeyh Hamdullah’ın ayakucuna nakledilmiştir.[1]
Hâmid Bey celî sülüsde, sülüs, nesih ve ta’likde zemanın en değerli hattatlarından sayılmak hakkını hâ’izdir. Her yazısında mehâret ve letâfet görülmekdedir. O, medh ve senâya itibar etmemekdedir. Fekat yazının dekāyıkına muttali’ olanlar ve kıymetini takdir edebilenler, benim gibi
Mest olur görse eğer hattını erbâb-ı vukuf
Bakamaz dilberinin nokta-i hâl ü hatına
demeğe mecbur olurlar.
Medh ve senâ bir âdemi halkın nazarında kıymetli göstermek, yâhud kıymetini artdırmak içün kullanılır. Hâmid’in kıymetini yazıları isbat etmekde olduğundan medh ve senâ ile ona kıymet vermek, yâhud kıymetini artdırmak içün oğraşmak beyhûdedir. Güzelin medhiyeye ihtiyâcı yokdur. Güzelin meddâhı güzelliğidir.
... O, öyle mütevazı bir odada şâheserler yaratan bir dâhi san’atkârdı. Herşeyden alâkāsını kesmiş, yalnızca san’atına eğilmişdi. Kazâ rüzgarı kendisini Diyarbakır’dan, İstanbul’da yaşayan ünlüler arasına atmışdı. Önce üniversitede okumak istediyse de, geçim derdi geçit vemedi. Fakat onda öyle bir cevher vardı ki, Tanrı onun zihninde öyle bir kapı açdı ki, Diyarbakır’da öğrendiği yazı bilgisi geride kaldı. Zamanının en büyük ustalarıyla tanışdı ve sıcak, muntazam yazı dersi almadan onların arasına katıldı. Tanrı, onu bu iş için hazırlamışdı. Hâmid Bey kısa zamanda dev hattatlarla aynı va’dide yürümeye başladı. Bağdat’dan sonra İslâm yazısının merkezi olan İstanbul’da, seçkin bir makāma erdi ...
O dünyayı yazılarıyla doldurdu desem, hata etmiş olmam. 1982’ye kadar yetişdirdikleri, bugün Türkiye’nin usta san’atkârları arasında olmakla birlikde, milletlerarası müsâbakālarda da birinciliklerini muhâfaza etmekdedirler. Öyle zannediyorum ki Allah, Hâmid Aytaç’a bu uzun ömrü, yazının Türkler’in elinde kalmasını temenni için vermişdir. Nitekim, “Kur’an Mekke’de doğdu, Mısır’da okundu, İstanbul’da yazıldı!” denmişdir. Ne garib tecellidir ki, aklâm-ı sitte yazılarının şahrâhını, hamd sözüyle Hamdullah açdı. Hâmid de, hamd ederek o büyüklerin yolunu sona erdirdi. Yirmi sene onu unutmayanlarda ve takib edenlerde. O ışıklı yolda yürüyenlere alkışlar. Nûr içinde yat, mekânın cennet olsun... Ey! Türk’ün yüzünü ağartan san’atkâr.
Prof. Dr. Ali Alparslan, Hattat Hâmid Aytaç Kitabı