Kürt-Ermeni ilişkileri ve kimi gerçekler
Yazma ve Hazırlık: #MEHMET BAYRAK#
Kürtlerin ve Ermenilerin; Araplar, Persler, Asuri/Süryaniler ve Rumlarla birlikte Önasya ve Mezopotamya’nın kadim halklarından olduğu bir gerçektir. Öte yandan, bu halkların Selçuklu ve Osmanlı yönetimleriyle değil ama birbirleriyle genellikle dostane bir yaşam sürdürdükleri bilinmektedir.
Yine bilinmektedir ki İslamiyet’in bu coğrafyaya yayılmasıyla birlikte, “kitap sahibi olmayan” Babaî, Ahlê Haq, Kızılbaş, Yaresan gibi Bâtınî inanç mensupları; “kitap sahibi” olan Hristiyan ve Musevi unsurlardan daha tehlikeli olarak görülmüş ve hemen tüm İslâmî fetva ve buyruklarda; bunların canları ve malları gibi iffetleri de İslâm gazilerine “helâl” kılınmıştır. Osmanlı döneminde, mükerrer atamalarla birlikte 130 dolayında Şeyhülislam ataması vardır ve bunların konuyla ilgili tüm fetvalarında, doğudaki rakip İran’la özdeşleştirilen “Kızılbaş” düşmanlığı egemendir. Oysa Osmanlı karşısında tutunabilmek için 16. yüzyılın ortalarından itibaren “Ali yandaşlığı” adına İslâmi/Şiî bir hırkaya bürünen Safevi yönetimleri de o tarihten itibaren kendi içlerinde bulunan “Hurûfi, Kalenderî, Noktavî, Haydarî vb.” unsurlara savaş açıyorlardı. Çünkü, Osmanlı’nın tüm bâtınî kitleleri “Hanefilik” ekseninde “resmi mezhep” etrafında örgütlemeye çalışması gibi; Safeviler ve sonraki Hanedanlıklar da aynı şeyi “Şiîlik” temelinde yapmaya çalışıyorlardı.
Kürtlerin desteğiyle Anadolu’ya açılan ilk Türk hükümdarı Sultan Alpaslan’ın Veziri Nizamü’l-Mülk’ün Siyasetnâme’sinde, bu Bâtınî – moda deyimle Kızılbaş/Alevi– düşmanlığını açıkça görmek mümkündür. Zaten, adı geçen vezirin, Hassan Sabbah gruplarınca cezalandırılması da bu yüzdendir. Selçuklu’nun güç yetiremediği Babaî isyancılarını, Lübnan bölgesinden getirttiği paralı Frenk askerlerinin yardımıyla bastırması da tarihe ilginç bir olay olarak geçecekti…
$Düşünce dünyamda bir dönemeç$
50 yıllık yazarlık hayatımda, Ermenilerle ilgili birçok yazı yazdım ve iki kitap yayımladım: Alevi-Bektaşi Edebiyatında Ermeni Âşıkları (İnceleme- Antoloji; Özge Yayınları, 2005 ) ve Manzum Halk Tarihçisi Ermeni Aşuğlar (İnceleme- Antoloji; Özge Yayınları, 2016).
Bu çalışmalarda da değindiğim, duygu ve düşünce dünyamda bir kırılma yaratan ve dönemeç oluşturan bir anekdotu burada yeniden aktarmak istiyorum:
Türkiye Radyo ve Televizyon Kurumu’nda (TRT) muhabir olarak çalıştığım 1970’li yılların sonlarında, Ermeni militanların Türk misyonlarına ve diplomatlarına yönelik saldırıları olmuştu. O tarihlerde, TRT devletin başlıca sözlü yayın organıydı. Bu nedenle TRT’nin konuya yaklaşımı devletin yaklaşımını yansıtıyordu.
Bu saldırılar dolayısıyla, TRT’nin yayın politikasını şekillendirmek adına, muhabir-prodüktör ve spiker gibi yayın kadrolarında görev yapanlara dönük bir hizmetiçi eğitim verilmişti. Çeşitli kurumlardan birçok kişi bu eğitimde bilgilendirme ve kuşkusuz yönlendirme sunumları yapmışlardı. Diğerleri neyse, özellikle Dışişleri Bakanlığı Ermeni Masası Şefi’nin söyledikleri bugünkü gibi aklımda kaldı ve duygu/düşünce dünyamda bir kırılma yarattı.
Tam da işin merkezinde olan yetkili, devletin bu konudaki politikasını ve tutumunu vurguluyordu. Buna göre; politikanın birinci ayağı, böyle bir katliamı red ve inkâr etmekti; bu tutmazsa politikanın ikinci ayağı devreye girecek; “bu tek yanlı bir katliam değil, bir mukatele yani karşılıklı öldürme, başka söyleyişle öldürüşme” idi… Ve nihayet aynı yetkili diyordu ki, “bu politika da tutmazsa, diyeceğiz ki, katliamı Türkler değil, Kürtler yaptı!..”
Soykırımın baş aktörlerinden Talat Paşa’nın Berlin’de infazından birkaç yıl sonra 1926’da aynı yerde yayımlanan “Vier Jahre unter den Halbmund” (Hilal Altında Dört Sene) kitabı; İttihadçı geleneği reddederek ortaya çıkan oysa aynı hareketin devamı olan Kemalist yönetimi öylesine rahatsız etmiş ki; kitap Türkçeye çevirtilerek, kimi bölümleri askerî kaymakam Hakkı adında biri tarafından bir cevapla birlikte, Latin alfabesine yeni geçilen bir dönemde 1931 yılında Askerî Matbaa Yayınları arasında yayımlanmıştı.
Burada; Van’daki çatışmalar başta olmak üzere çok sayıda ilginç olaya tanık oluyoruz. İttihad-Terakki’nin ikinci adamı Enver Paşa’nın eniştesi Van Valisi Cevdet Bey’in gerek Osmanlı ordu birliklerinin gerekse Hamidiye Alayları bünyesinde yer alan Kürt, Çerkez ve Laz milislerin devreye sokulmasından tutun, yerli aşiret reislerini harekete geçirme çabalarına kadar birçok oyuna tanık oluyorsunuz.
$Şecaat arz ederken gerçeği itiraf$
İttihad’ın ve Kemalizm’in sesi Kaymakam Hakkı, 1915 Ermeni Soykırımı’na ilişkin hükmü de kendisi veriyor. “Ermeni tehcirine ve binnetice birçok Ermeni’nin mahvına sebep olan yine Ermeniler’dir:
Ermeniler 3. Kafkas Ordusu’nun inhizamını (yenilgisini MB) mucip olacak ve ana vatanı tehlikeye koyacak ihtilâllere teşebbüs eylemişlerdir.
Vatani vazifelerden kaçmışlardır.
Düşmanlara casusluk yapmışlardır.
Perakende olarak tesadüf eyledikleri İslamlar’ı imha eylemişlerdir.
Askere ve jandarmaya karşı silah kullanmışlardır.
Hükûmetin davetine icabet etmemişlerdir.
Muhtariyet idaresi peşinde koşmuşlardır.
Etrafa dağılan çetelerle ordunun gerisinde asayişi ihlal, birçok İslam köylerine tecavüz ve İslam muhacir kafilelerine taarruzlarda bulunmuşlardır.” ( Age., s. 76)
Kaymakam Hakkı, son hükmü de kendisi veriyor: “Hükûmet, dahil ve hariçte cereyan eden bu muamelelere karşı Eyubane bir sabır ile aylarca tahammül etmiş, ancak bir sene sonra tehcir işine girişmiştir…”
İttihad-Terakki Hareketi’nin 1913 Babıâli baskınıyla yönetimi ele geçirmesinden sonra; Mehmed Akif dahil İslam ulemasından kadroları eğitim için Almanya’ya gönderdiğini, “Etno-dinsel temizlik/Tek- tipleştirme/Türk-İslamlaştırma” ekseninde hazırlıklara giriştiğini ve Alman militarizminin yanında girdiği bu emperyalist savaşı “Harb-ı Mukaddes” (Kutsal Din Savaşı) olarak ilan ettiğini bilmesek, tüm bunlara inanacağız!..
“Türk ve Müslüman” olmayan halklara karşı başlatılan bu kıyımda ortaya çıkarılan Hz. Muhammed’in “Sancak-ı Şerif“i, daha sonra Kemalistlerce 1920’de Ankara’daki Meclis’in kapısına asılacak ve 1922’de Ege’de kullanılacaktır…
$Taner Akçam’ın kapı açtığı polemik$
Her şeyden önce, Taner Akçam’ın kapı açtığı “ilk gece” polemiğinde bilimsel bir kaygı ve iyi niyet görmediğimi belirtmeliyim. Bu polemik, onlarca yazı ve makalenin ortaya çıkmasına vesile oldu. Burada, kitaplarımda dağınık biçimde yer verdiğim kimi tanıklıklarımı kısa da olsa paylaşmanın yeterli olacağını düşünüyorum.
Bu polemiğe katılan Kürt aydınlarından Hüseyin Turhallı, yazısını şöyle noktalıyordu: “1828’lere kadar ortak bir yaşam içinde birbirleriyle uyumlu yaşayan Ermeniler’le Kürtler, ne oldu da birdenbire birbirlerine düşman kesildiler? İnkâr edilemez bir gerçeğimiz var. Osmanlı-Rus egemenlik çekişmesinin bir sonucu olarak Ermeniler ve Kürdler birbirlerine kırdırılmıştır. (Kim çok öldü, kim çok öldürdü) tartışması iki mazlum halka da hizmet etmez. Kürdler ve Ermeniler, uğradıkları zulümden sonuç çıkarmak istiyorlarsa, o dönemde Osmanlı-Rus oyunlarına nasıl geldiklerini açık yüreklilikle tartışmalı ve egemen güçlerin oyununa gelen atalarının aptallıklarından ders çıkarmalıdırlar. Hakikat, raporlarda değil; iki halkın yaşadığı trajedidedir…”
Taner Akçam’ın, köklerini çok eski mitolojilerden ve topluluklardan alan iddiası, yakın dönem Kürt ve Ermeni toplumları için geçerli olsa; Osmanlı tarihlerinden, siyasetnâmelerinden, seyahatnâmelerinden ve Batılı araştırmalardan başlayarak çok sayıda esere konu olacaktı. Kızılbaşlar’ın ve diğer bâtıni toplulukların canları ve malları gibi iffetini İslam gazilerine helal kılan anlayış; 1908 2. Meşrutiyeti’ne kadar sarayın göbeğinde “Harem ve Acemoğlanları” gibi kurumlaşmaları yaşatırken; başka halk ve inançları suçlamaktan geri durmuyordu…
1930’lu yılların başlarında Jandarma Umum Kumandanlığı’nca 100 adet basılarak, “gizli ve zata mahsus” kaydıyla hizmete sunulan “Dersim” konulu raporda şöyle deniyor: “Oynaş ve gündüzlü tutmak, haftanın bir gününü sevdiği bir erkekle geçirmek Kızılbaş kadınının hakkıdır; işte buna oynaş tutmak derler. Kadın ancak gündüz oynaşmağa mezundur, gece oynaş tutamaz. Kadının bu hareketi kocasınca ve Kızılbaşlarca günah sayılmaz…” (Age., s. 40)
Bir Türk subayının Dersim’de bir kadını taciz etmesinden sonra kadının kocası tarafından öldürülmesi ve yakalanmamak için Pax Köprüsü’nü yakması, 1937-38 soykırımının bahanesi olarak gösterilir.
Amaç, “acıları yarıştırmak” değil; gelinen oyunlardan ve yaşanan acılardan ders çıkarmaktır…
$Ermeni Âşuğ destanları ve acılı gerçekler$
Dışarıdan dikte edilen resmî tarih ve dış gözlemlerden çok, “halkın manzum tarihi” niteliğindeki anlatılarına-şiirlerine yani destanlara başvurmak gerekiyor. Sözgelimi yazar Nesimi Aday, üstte anılan çalışmamızdan giderek, bu aşuğları “dönemsel tarihin belleği” olarak nitelendiriyor ve sözlerini şöyle sürdürüyor: “Mehmet Bayrak, Ermeni aşuğların bir kısmının Alevi ve Kürt katliamları yapıldığı yıllarda Padişahlara övgü dizdiğini örnekleriyle açıklıyor. Örneğin 1847 tarihinde Kürdistan Eyaletinde cereyan eden Bedirhan Paşa ayaklanması için Ermeni Aşuğ Lisanî’nin şu dizeleri Osmanlıcı tavrın kanıtı gibidir:
Söyleyim sizlere dinleyin beni/ Kürdler’in cenginden edem beyanı/ Kim ki Padişah’dan çekmez hazeri (korkuyu)/ Bulur belasını yoktur imkânı.
Osmanlı askeri, Rewandızlı Mir Muhammed İsyanı’nı kanlı bir şekilde bastırırken ve yine binlerce Êzidi ve Alevi’yi katlederken de Padişah’a methiyeler dizilir. Ermeni Aşuğ Levhi, Mir Muhammed Han’a karşı, Sultan Mahmud ve Çerkez Hafız Paşa’yı öven dörtlükler kaleme alır:
Vallahüâlem Gazi Mahmud Han/ Gelmemiş cihana, misli yok hâşâ/ Tahtında ber-karar eylesin Sübhan/ Geçirsin hükmünü dağ ile taşa// Emr-i ferman ile eyledi himmet/ Merd Hafız Paşa’ya verildi ruhsat/ Serasker olup da eyledi gayret/ Şecaatla memur oldu bu işe…
II. Abdülhamid döneminde yazılan “Reâya Destanı” da bazı Ermeni aşuğların, iktidarla olan muhabbetini (İncil övgüsü, iktidardan dinsel baskı görmediğini imliyor) ve Kızılbaş hamasetini gözönüne serer:
Şu meramı bildirmeye yüz sürerek gideriz/ Başımıza hasır yakar, Hünkâr’a arz ederiz/ İncil-i Şerif’in doğru gayretini güderiz/ Eski kanun üzerine , hâşâ ki bir âsiyiz/ Cedd-i ceddimiz reâya, Ermeni’nin hasıyız.
Üstteki mısralardan da anlaşılacağı üzere aşuğ, Ermeniler’in başına gelebilecek olası bir mezâlime karşın, Aleviler gibi âsi olmadığını, Hünkâr’ın has kulları olduklarını söylüyor. Alttaki dizeler ise net olarak Alevileri (Kızılbaşları) hedef alıyor:
Her fesadlık Kızılbaş’tan, neçe doğmuş her yüzden/…/ Ya Kızılbaş yağcıların etdiği düzenleri/ Yudalım mı şu ateşsiz kaynayan kazanları.
Bu örneklerde de görüldüğü gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nun devlet otoritesi altında yaşayan birçok halk gibi kimi Ermeniler’in, mazlumun yanında olmadığı zamanlar olmuş, tıpkı Ermeniler’e karşı Osmanlı saflarında yer alan Hamidiye Alayları gibi. Kimin ne zaman mazlum, ne zaman zâlim olacağı belli olmuyor. Bu coğrafyada da böyle trajik hikâyeler mevcut… “ (Bkz. M. Bayrak: Alevilik-Kürdoloji-Türkoloji Yazıları- II; Özge Yayınları, Ankara 2018, s. 428).
$Poujola’nın tanıklıkları$
Osmanlı’nın Kürt ve Ermenileri karşılıklı kullanmasına ve Ermenilerin düştüğü tuzağa ilişkin bu örnekleri çoğaltmak mümkün. Ancak, bunları bir yana bırakıp 19. yüzyıl ortalarına ilişkin bir Batılı gezgin seyahatnâmesine ve bir Ermeni tarihçinin anlatımıyla, İçtoroslar’da Kızılbaş Kürtlerin karşılaştığı bir trajik olguya yer vermek istiyorum.
Yazar Namık Kemal Dinç’in 2016’da yayımladığı Ermeni Soykırımı ve Kürtler konulu kitabında, söyleşi yapılan on Kürt aydınından biri de bendim. Benimle “Alevi Kürtler” ekseninde yapılan söyleşi, “Bölgede Alevi Kürtlerin tutumu genel olarak Ermenileri korumaya dönüktü” başlığıyla verilmişti. Burada; Anadolu’da ve Kürdistan’da Alevi Kürt yoğunluklu iki havzayı, Dersim merkezli Fırat havzası ile Maraş merkezli İçtoroslar havzasını esas alıyor ve gizli belgelerin de ortaya koyduğu üzere, bu iki etnik topluluğun birbirlerine son derece sıcak baktıklarını; 1895 ve 1915 yıllarında Malatya/Arga (Akçadağ) bölgesinde Ermenilerin yanı sıra çok sayıda Kızılbaş Kürdün de katledildiğini belgelerle anlatmış ve 1915’teki soykırım sürecinde 25.000 dolayında Ermeni’nin Dersimliler tarafından korunarak Rusya’ya geçirildiğini, İngiliz Bnb. Noel’in 1920 tarihli “Kürdistan-1919” konulu günlüklerinden giderek, 1919 tarihli Ermeni gazetesi Jamanak’ın bildirdiğini söylemiştim.
Tanıklığına başvurduğum Fransız gezgin Poujoula’nın seyahatnamesi, kritik ve acılı bir dönemi doğrudan gözlemlere dayanarak anlatan son derece çarpıcı bir eserdi. 1837 yılı Ocak ayında, birçok kötülüğe imza atan Osmanlı Ordusu Başkomutanı Raşid Paşa, Diyarbekir’de koleradan ölmüş ve yerine Çerkez kökenli Kürt düşmanı, softa Hafız Paşa getirilmiştir. Daha önce Sincar bölgesinde Êzidi Kürtlere katliam uygulayan Hafız Paşa, bu defa İçtoroslar bölgesindeki Alevi Kürtlere karşı harekete geçirilmiştir.
Poujola, İçtoroslar’da yer alan Malatya ve çevresindeki trajik olaylar konusunda son derece ilginç gözlemler ve anekdotlar sunar. İşte, bir örnek:
“Arga’dan (Akçadağ MB) elli adım ötedeki Laca dağının eteğinde 4000 kişilik bir Kürt kabilesi ve çeşitli yaşlarda Kürt kadınları vardı. Çadır yapacak bir karış kumaşları yoktu ve yakıcı güneşin altındaydılar. Güneşin yakıcılığından yüzlerini tozla gizliyorlardı. Çoğunluğu kadın ve çocuk olan bu insanlar, çıplak ve çullar içindeydiler. Yüzlerinde acı bir umutsuzluk vardı, göğüslerinden ağır iniltiler çıkıyordu; kadınların ağlamaları ve ağıtları, çocukların çığlıkları yürek parçalayıcıydı. Bu 4000 Kürt, acı durumlarıyla bana cehennem azablarını hatırlatıyordu. (…) Esir Kürtler, Hafız Paşa’nın kendilerinin Malatya veya İmparatorluğun diğer bölgelerine gönderilmesiyle ilgili emrini bekliyorlardı. Kürtler’in bir bölümü onun Paşalık bölgesine yerleştirilmişti. Pekçok Kürt yolda açlıktan ve yorgunluktan öldü, geriye kalanları da köle yaşamı bekliyordu. Her yerde yıkılmış ve dağılmış köyler görülüyordu. Ovalar, kendilerini koruyamamış Kürt ölüleriyle doluydu…”
Poujoula, Kürtlerin ve onların yöneticilerinin bütün işkencelere kahramanca karşı koyduklarını ve karşı tarafta savaşan hain Kürt önderlerine nefretle yaklaştıklarını örneklerle anlatır. (Bkz. Age., s. 130- 131 ve Kürtler’in ve Kürdistan’ın Görsel Tarihi; Özge Yayınları, Ankara 2019, s. 271-272).
$Osmanlı-Zeytunlular işbirliği$
Şimdi gelelim, Ahmet Güven arkadaşımızın Ermeni tarihçi Garabed Agasshi’den aktardığı, Zeytun Ermenilerinin Alevi Akçadağ Kürtlerine karşı Osmanlı saflarında katıldıkları katliamla ilgili trajik anlatıma:
“1849 yılında Arga/Akçadağ Kürtleri, çevre bölgeleri işgal edip yağmalamaya başladı ve Sivas eyaletini tehdit ettiler. Osmanlı bunlara boyun eğdirmek istiyordu. Bunun için Başvezir İstanbul’dan 50 bin askerden oluşan orduyla bölgeye geldi. Osmanlı ordusu Akçadağ’ı her taraftan kuşatıp vargücüyle saldırmaya başladı. Dağları ve geçitleri tutan Kürtler, onları birkaç kez geri püskürttü…
Kürt isyancıları mağlup etmek için Osmanlı, Zeytunlu Ermenilere başvurmak zorunda kaldı ve onlara ayrıcalıkla vaadlerde bulunarak yardım istedi. Zeytunlular, kendi askeri birliklerinin Osmanlı ordusuna katılmadan, bağımsız kendi prensleri komutasında savaşmak şartıyla Osmanlı’nın önerisini kabul ettiler. Başvezir (Hafız Paşa) bu şartı kabul etti ve savaş, Kürtlerle Ermeniler arasında başlamış oldu… Zeytunlular önce Akçadağ kalesine yönelip, kaleyi ele geçirdiler. Kürtleri katledip, bütün mallarına elkoydular.
Osmanlı birlikleri diğer cephelerde Kürtler karşısında yenilgi alıyordu. Zeytunlular kaleyi ele geçirdikten sonra Kürtlere arkadan saldırdı ve ağır kayıplara yolaçtı. Kürtler arasında panik başladı ve kaçmaya başladılar. Ancak o zaman Osmanlı birlikleri Akçadağ dağlarına girebildi; evleri yakarak, kaçanları öldürerek intikam aldı…” (Aghassi, 1879, s. 103-105’ten aktarılarak; A. Güven: Kürt Aleviler/Kurmanclar; Vivo Yayınları, İstanbul 2020, s. 17, 20).
Fransız gezgin Poujoula’nın ve Ermeni tarihçinin anlatımları karşısında sanırım iki halkın acılı tarihini daha iyi kavrayabiliyoruz!..
[1]