Irkçılığın tarihsel, toplumsal ve kurumsal bir sistem olduğunu söyleyen araştırmacı Barış Ünlü’ye göre Türkiye’de bir Kürt’ün veya Ermeni’nin ırkçı olması mümkün değil, çünkü ırkçılık bir sistemdir. Türkiye’deki toplumsal, siyasal, iktisadi sistemin Abdülhamit döneminde tesis edilen Müslümanlık Sözleşmesi ve Mustafa Kemal tarafından oluşturulan Türklük Sözleşmesi üzerinden varlığını sürdürdüğünü söyleyen Ünlü’yle büyük tartışma yaratacağı anlaşılan “Türklük Sözleşmesi” kitabını konuştuk.
Belli kriz anlarına karşı devletin geliştirdiği politikaları çoğunlukla “devlet aklı” denen, fakat çerçevesi net olmayan bir mefhuma bağlarız. Kürt sorununa yönelik geliştirilen “çözüm sürecinin” de, savaş sürecinin de hep bu akla dayandığına dair değerlendirmeler yapılır.
Barış İçin Akademisyenler’in, devletin şiddete dayalı Kürt politikasını sert bir biçimde eleştirdikleri “Bu Suça Ortak Olmayacağız” bildirisinin üzerinden tam iki yıl geçti. O bildiriye imza attığı için Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ndeki görevinden ihraç edilen Türkiye’nin en parlak akademisyenlerinden Barış Ünlü, bu hafta Dipnot Yayınları tarafından basılan Türklük Sözleşmesi kitabıyla hem devlet hem de toplum “aklının” derinliklerine inerek müthiş bir analiz yapıyor.
Bu ülkenin yazısız anayasası olduğunu söylediği Türklük Sözleşmesi’nin kodlarını, kaide ve kurallarını, işleyiş biçimini, tarihsel bağlamını kapsamlı bir irdelemeyle ortaya seren Ünlü’nün çalışması tek kelimeyle müthiş! Lafı uzatmayalım ve sözü Barış Ünlü’ye bırakalım…
Hasip Kaplan’ın “#HDP# kurultayında Demirtaş’ın yerine sakın bir Türk göz dikmesin” sözüyle başlayalım. Başta HDP olmak üzere çok sayıda kesim bu açıklamayı “ırkçı” buldu. “Demirtaş’ın yerine bir Türk göz dikmesin” demek bir Kürt’ü ırkçı yapıyor mu sizce?
Kaplan’ın sözleri hoşumuza gitmeyebilir ama böyle bir söz söylemek bir Kürt’ü ırkçı yapmaz. Sadece kötü bir sözle, birini inciterek ırkçı olamazsınız. Irkçılık tarihsel, toplumsal ve kurumsal bir sistemdir. Bu sistemin hem yapısal hem de bireysel tezahürleri olur. Buna göre, sadece ırksal veya etnik hiyerarşide üstte olan gruba mensup kişiler bireysel ırkçılık yapabilir, bundan kazançlı çıkabilir ve bundan dolayı bir kayıp yaşamazlar. Ayrıca söylediğim gibi bireysel ırkçılığın yanında bir de yapısal ırkçılık vardır ve yapısal ırkçılık, üstteki gruba mensup olup bireysel olarak ırkçı olmayanları da kayırır ve korur.
Yapısal ırkçılık nedir?
Yapısal ırkçılık, etnik veya ırksal bir grubu sistematik olarak avantajlı, diğer etnik ve ırksal grupları da sistematik olarak dezavantajlı kılan bir yapıya işaret eder. Dolayısıyla Amerika’da Siyahların, Türkiye’de Kürtlerin veya Ermenilerin ırkçı olma imkânı ve iktidarı yoktur. Çünkü ırkçılık ancak iktidarla gelebilir. Dolayısıyla Hasip Kaplan’ın söylediğini Erdoğan veya Bahçeli kendi partisi için söylerse, bu ırkçılık olarak tanımlanabilir.
Yani Kürtler, Ermeniler veya Siyahlar ırkçı olamazlar mı?
Önyargılı, bayağı, kaba olabilirler, bir insanı belli bir ortamda dışlayabilirler. Ama ırkçılık çok daha yapısal bir iktidar ilişkisine işaret eder. Amerika’da veya Güney Afrika’daki Siyah hareketleri Beyazlar tarafından hep ırkçılıkla suçlandı. Çünkü Siyahlar, Beyazların üstünlükleri veya duyarsızlıkları hakkında öfkeli şeyler söylediler. Bazen de Beyazlarla ortak örgütlenmeye gitmemeleri gerektiğini ifade ettiler.
Neden?
Beyazlarla Siyahlar arasındaki tarihsel, maddi ve psikolojik güç farkına işaret ettiler. Siyahlarla Beyazlar ortaklaşmaya gittikleri zaman o ortak örgütlenme veya siyasal hareketin ister istemez Beyazların görüş ve tavırlarını yansıtacağını ifade ettiler. Bu değerlendirmeyi yapan Amerika ve Güney Afrika’daki bazı Siyah hareketleri ırkçılıkla suçlandılar. Oysa bu, ırkçılık kavramını istismar etmektir ve ırkçılığın yapısal niteliğini, bilincinde olarak ya da olmayarak, bulandırma, yani sürdürme amaçlıdır.
Kitabınızda, Fanon ve Carmichael gibi düşünürlerden etkilenen Steve Biko’nun bu konudaki fikirlerini şöyle aktarıyorsunuz: “Steve Biko’ya göre, apartheid karşıtı mücadelede Siyahlar, Beyazlarla aynı örgüt içinde olmamalıydılar. Çünkü bu tarz birliktelikler, Siyahların aşağılık kompleksi ve çekingenlikleri ile Beyazların üstünlük kompleksleri ve özgüvenlerini aynı çatı altında birleştirdiğinden, kaçınılmaz olarak Beyaz üstünlüğünü ve Siyah güçsüzlüğünü yeniden üretiyorlar, dolayısıyla ortadan kaldırmayı amaçladıkları apartheid’ı paradoksal bir biçimde güçlendiriyorlardı. Bu başarısızlıklarının yanında, Beyaz liberallerin vicdanını rahatlatma gibi bir işleve sahiptiler. Siyahlarla aynı ortamlara girerek vicdanlarını rahatlatan Beyazlar, Siyahların yanından ayrılıp Beyaz hayatlarına döndükleri zaman artık suçluluk duygusu da duymuyorlardı…” Biko’nun bu görüşlerini, HDP’de birlikte siyaset yapan Kürtler ve Türklere uyarlamak mümkün mü?
Böyle bir uyarlama yapmak zor. Kürt hareketiyle Amerika veya Güney Afrika’daki Siyah hareketleri çok farklı tarihsel geleneklerden geliyor. Bir kere PKK’den başlamak üzere Kürt hareketi içinde her zaman çok sayıda Türk de bulundu. Bunda Kürt hareketinin Marksist, sosyalist bir gelenekten gelmesinin payı büyük ve bu etkileşim 1970’lerden Rojava’ya kadar devam edegeldi. Keza öncesinde de Kürt solunun Türk solu içinden çıktığını unutmamalıyız. HDP, Kürt hareketinin yapısında olan bu özü Türkiyelilik iddiasıyla daha da ileri bir safhaya taşıdı. Fakat hareketin içinde bulunmuş veya bu harekete oy vermiş olan Türkler, Amerika veya Güney Afrika’daki Beyazlara benzer biçimde, Hasip Kaplan’ın yaptığı türden bir yanlışı veya en ufak bir hatayı affetmeyerek parmak sallayabiliyorlar.
Bunun kökeninde ne yatıyor?
Bir kere Türklük, Türklerin büyük bir çoğunluğuna görünmezdir. Kişi ne kadar evrenselci, liberal veya sosyalistse, o Türklük de o kadar görünmezdir. Türk kişi, kendi Türklüğünü çoğu zaman görmez. Bunun duygu ve düşüncelerini etkilediğini hesaba katmaz. Fakat aynı kişi bir Kürt’ün Kürtlüğünü veya bir Ermeni’nin Ermeniliğini hemen görür. Bir Kürt’ün tavrını Kürtlüğüne bağlarken, kendi tavrını Türklüğüne bağlamaz.
Kendisini Türk değil sosyalist olarak tanımlayan bir insan, buna rağmen Türklükten azade olmuyor mu?
Bana göre olmuyor. Türklükten kastım şu: Çoğu zaman farkında olmadan içselleştirdiğimiz belli düşünme, görme, duygulanma, ilgilenme ama aynı şekilde düşünmeme, görmeme, duygulanmama, ilgilenmeme halleri… Türklüğü su gibi düşünürsek, Türkler de suyun içinde yaşayan balıklar gibidir. Türklüğün içine doğmuş, onun içinde yetişmiş, büyümüş ve Türklük hallerini içselleştirmişlerdir. Türklük, evde anne-babanın verdiği eğitimle başlar, mahalledeki sosyalleşmeyle, okulda, orduda, camideki eğitimle devam eder. Keza kişinin çalıştığı veya çalışacağı kurumların belli rol ve performans beklentileriyle de öğrenilir ve içselleştirilir.
Yani herkesin aktif bir Türklük performansı içinde olması mı bekleniyor?
Hayır. Türklük Sözleşmesi, herkesin aktif olarak Türklük yapmasını, onu yüceltmesini gerektirmiyor. Hatta daha makbulü, Türklüğe pasif katılımdır. Türklük Sözleşmesi’nin yasakladığı belli konulara hiç girmeyerek, o konularla ilgilenmeyerek, bilgilenmeyerek, duygulanmayarak da sözleşmenin içinde kalabilirsiniz. Mesela Türkiye’nin önde gelen sosyal bilimcilerinin çoğuna baktığınız zaman bunu açıkça görürsünüz. Bu sosyal bilimcilerin önemli bir bölümü Türklüğü öven veya Türkçülük yapan insanlar değildir. Hatta belki eserlerinin hiçbirinde Türklükten hiç bahsetmemişlerdir. Ama Ermeni, Kürt meselesine hiç girmemekle pasif bir katılım göstermişlerdir. Yani sadece yaptıklarıyla değil aynı zamanda yapmadıklarıyla da Türkiye’deki sosyal bilimlerin makbul temsilcileri olabilmişlerdir.
Böylece kitapta sosyologlar üzerinden yaptığınız şu tespite geliyoruz: “Sosyologların da çoğu Türklükle ilgilenmez; kentleşme, gecekondulaşma, göç, köy sosyolojisi, sanayileşme, sınıflar arası ilişkiler ve çelişkiler vb. gibi çok çeşitli konularla ilgilenirler. Sosyologlardan beklenen, ulusun içindekilerle belli şekillerde ilgilenmeleri değil, ulusun dışındakilerle ilgilenmemeleridir. Dolayısıyla sosyoloji, Türklük Sözleşmesi’nin dışında kalan toplumla ilgilenmez ve bu toplum parçası yokmuş gibi yapar. Bu nedenle Türkiye’de sosyoloji toplumbilim olarak değil ulusbilim olarak doğmuş ve öyle de gelişmiştir.”
Bunu iktisat, psikoloji veya diğer sosyal bilimler için de söyleyebiliriz. Kürt veya Ermeni meselesini yok sayarak psikoloji bilimi yapılabilir mi? Yahut bu meseleleri görmeyerek Türk toplumunun tarihsel ve toplumsal yapısını anlayabilir misiniz? Yargının, ordunun, akademinin, siyasetin, ekonominin işleyişini anlayabilir misiniz?
Peki nasıl oldu da 21. yüzyılın başlarına kadar bu meseleler görülmeden bu bilim yapılageldi?
Tam da bunu kastediyorum. Bu konulara girmemek, açıkça konuşulmayan ama herkesin bildiği bir kuraldır. Kimse kimseye bu kuralları söylemez, buna çoğu zaman gerek kalmaz. Örneğin üniversiteye asistan girdiğinizde kimse size Ermeni veya Kürt meselesini çalışmayacaksın demez. O asistan zaten bu konuya girmemesi gerektiğini bilir. Eğer bilmemekte, anlamamakta direnirse, işte o zaman açık uyarılar gelmeye başlar. Bu uyarıları da dikkate almazsa, o zaman tasfiye, dışlanma, hapis gibi cezalandırma biçimleri gündeme gelir. Türklük Sözleşmesi’nin son yıllara kadar çok iyi işlemesi bu sayedeydi.
Türklük deyince hâkim etnik grubu mu kastediyorsunuz?
Hayır, kastım Türk bir anne-babaya doğmak veya anadilinin Türkçe olması değil. Türklük belli bir iktidar hiyerarşisi içinde egemen etnik gruba ait olarak veya ona asimile olma rızası göstererek Türk gibi düşünmeyi, konuşmayı, yapmayı, eylemeyi, duygulanmayı veya duygulanmamayı, eylememeyi, yapmamayı öğrenmektir. Türklükten bir etnisiteyi veya vatandaşlığı anlamıyorum.
Devlet de Türklükten kastının “kendini Türk gibi hissedenler” olduğunu söylemiyor mu?
Evet, devlet de bunu söylüyor ama Müslüman olmayanlara değil. Müslüman olmayanlar asla ve asla gerçek Türk olamazlar ve olamamışlardır da. Türklüğün birinci şatı Müslümanlıktır ve o doğuştan gelir. Sonradan Müslüman olsanız bile, devlet buna hep dikkat eder. Türklük ise doğuştan gelmek zorunda değildir. Türklük, her Müslümanın belli eylem, düşünce ve duygu hatlarını izleyerek sonradan olduğu bir psiko-sosyal oluşumdur.
Müslümanlık sonradan edinilen bir inanç, Türklük ise kan bağıyla geçen bir kimlik olduğuna göre tersi olması gerekmez mi?
Kitapta Müslümanlık Sözleşmesi kavramsallaştırmasıyla bunu tarihsel bağlamda anlatmaya çalıştım. Müslümanlık Sözleşmesi, 1876’dan itibaren Abdülhamit’le başlayan ve 1908-1912 arası Jön Türk kesintisini saymazsak, Kurtuluş Savaşı’nın sonuna kadar yürürlükte kalan bir sözleşmedir. Bu sözleşme göçmen ve Anadolu’nun yerlisi olan Müslümanlarla devletin arasında, ortak duygu ve ortak çıkarlar etrafında varılan mutabakatlar bütünüdür. Bunun yukarıdan, devlet tarafından dayatılan değil, devlet, toplum ve farklı sınıfsal katmanların mutabakatlar bütünü olduğunu bilmek çok önemli.
Bu, Jean-Jacques Rousseau’nun “toplum sözleşmesi”yle aynı şey mi?
Aynı şey değil ama şöyle benzerlikleri var: 1870’lerden 1922’ye kadar neredeyse “herkesin herkesi öldürebileceği” total bir güvenliksizlik ortamı var. Bu güvenliksizlik ortamında milyonlarca insan ölüyor, öldürülüyor, toprağından sürülüyor. Böyle bir ortamda Müslümanlar kendi aralarında belli bir mutabakata vararak Ermeniler başta olmak üzere gayrimüslimlere etnik temizlik yapıyor. Kurtuluş Savaşı’ndan hemen sonra da mübadeleyle Rumlar ülkeden atılıyor. Müslümanlık Sözleşmesi’nin birinci şartı, bu ülkede güvenli ve imtiyazlı yaşayabilmek için Müslüman olmaksa, ikinci şartı da gayrimüslimlere yapılanlar hakkında doğruyu söylememek, onlarla duygudaşlık kurmamak, onlar lehine siyaset yapmamaktır. Bu iki temel maddeye riayet edenler, reel ve potansiyel imtiyazlardan yararlanabilir. Müslümanlık Sözleşmesi’nin yataylığı hem Ermeni soykırımını anlamak hem de ondan sonraki yüzyıllık sessizliği anlamak için önemli. Çünkü Ermeni soykırımı sadece devletin yukarıdan dayattığı değil, toplumun önemli bir bölümünün aktif veya pasif olarak katıldığı bir etnik temizliktir. Dolayısıyla soykırım sonrası sessizlik, ilgisizlik ve inkârı anlamak için sadece devletin resmî ideolojisine veya kurumlarına bakmak yetmez. Öte yandan Müslümanlık Sözleşmesi’nin yataylığını esas olarak Kurtuluş Savaşı’nda anlıyoruz. Çünkü bu aynı zamanda bir devletsizlik dönemidir. Osmanlı devletinin çöktüğü, artık Müslümanları koruyamadığı ve Anadolu’da Ermeni ve Yunan devletlerinin kurulma ihtimalinin olduğu bu dönemde, Müslümanlar kendilerini korumak için yerel kongreler toplamaya başlıyor. Mustafa Kemal de çeşitli sözler, tavizler vererek, pazarlıklar yaparak bu yerel kongreleri ulusal, daha doğrusu milli bir kongre etrafında birleştiriyor. Bunun üzerinden de Millet Meclisi’ni kuruyor. Kurtuluş Savaşı’nın temel sloganı İslamdır, Müslüman kardeşliğidir. Müslümanlık Sözleşmesi’nin yataylığı ve müzakereciliği sayesinde, ortak irade gösterebilen bir Müslüman milleti ortaya çıkıyor. O Müslüman milletinin temsilcileri de yeni bir devlet kuruyorlar. 1921 Anayasası’nda bu nitelik açıkça görünüyor. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunu ve hâlâ ve hâlâ sahip olduğu büyük meşruiyeti anlamak için hem Kurtuluş Savaşı öncesinde milyonlarca Müslümanın yaşadığı ortak duygulara hem de Müslümanlık Sözleşmesi’nin yataylığına bakmak lazım.
Müslümanların ortak duygusu ne?
Tarihsel olarak oluşmuş korku, güvenlik ihtiyacı ve gayrimüslimlere yönelik giderek yoğunlaşmış bir nefret ve hınç.
Müslümanlık Sözleşmesi’nde Kürtlerin yeri nedir?
Bu, adından da anlaşılacağı gibi din etrafında örülmüş, etnisiteler üstü bir sözleşme. Müslümanlık Sözleşmesi’nden İslamcılığı anlamamalıyız, çünkü amaç bir İslam devleti kurmak değil. Osmanlı’nın hızla küçüldüğü ve Hristiyan güçlerin Osmanlı aleyhine büyüdüğü son yüzyılında Balkanlar ve Kafkaslardan milyonlarca Müslüman Anadolu’ya akıyor. Birçoğu da katliamlarda veya göç yollarında ölüyor. Bunun hafızası bugün bile çok önemlidir. Nitekim göçmen Müslümanlarda Türk milliyetçiliğinin çok güçlü olduğunu görürsünüz. Çünkü bunlar artık son vatanlarına gelmişlerdi. Anadolu da gitseydi ellerinden, başka gidecekleri yer olmayacaktı. Benzer bir korkuyu Anadolu’daki yerli halklar içinde en fazla Kürtler yaşadı. Çünkü 1870’lerden sonra, bulundukları toprakların Ermenistan olması ihtimali vardı. Bu korkuları anlamak, sonraki Müslümanlık Sözleşmesi’nin, Kurtuluş Savaşı’nın, yeni kurulan Türkiye devletinin başarısını anlamak için çok önemli.
Müslümanlık Sözleşmesi üzerinden bir devlet kurulmuşken neden daha sonra bir de Türklük Sözleşmesi’ne ihtiyaç duyuluyor?
1924 Anayasası’na Türklük giriyor. Mustafa Kemal ve çevresinin ayakları Lozan Anlaşması’ndan sonra yere daha sağlam basıyor ama Müslümanlık Sözleşmesi’ni kaldırmıyor, onu daraltıyorlar. Bu ülkede güvenli ve imtiyazlı yaşamak için sadece Müslüman olmak yetmez, aynı zamanda Türk de olmak gerekiyor. Bu, Türklük Sözleşmesi’nin ilk maddesidir. Müslümanlara, “Türklük kapısı hepinize açık ve hepinizin Türk olmasını bekliyoruz” deniyor. İkinci madde, Müslümanlık Sözleşmesi’nden aynen devralınıyor: Yani Gayrimüslimlere yapılanlar hakkında doğruyu söylemek, onlarla duygudaşlık kurmak, lehlerine siyaset yapmak kesinlikle yasaktır. Üçüncü madde ise, özellikle 1925 Şeyh Said İsyanı’yla birlikte Türkleşmeye direnen Müslümanlara, özellikle de Kürtlere yapılanlar hakkında doğruyu söylemek, onlar lehine siyaset yapmak, haklarında devletten bağımsız bilimsel araştırma yapmak tümüyle yasaktır. Bu sözleşme 1924’ten itibaren yürürlüğe giriyor. Müslümanlık Sözleşmesi’nin içinden doğan bu Türklük Sözleşmesi, bence Türkiye’nin yazılı olmayan ama esas anayasasıdır.
Bu sözleşme yazılı bir metin değil ama nasıl tesis edilip uygulamaya konuyor?
Müslümanlık Sözleşmesi yazılı değil ama illa yazılı kaynak isteniyorsa, örneğin Sivas ve Erzurum Kongresi’nin beyannamelerine veya 1921 Anayasası’na bakılabilir. Türklük Sözleşmesi, ilk başta devletin ailenin içine kadar girmesiyle birlikte baba ve annenin, sonra da okul, cami ve ordunun verdiği eğitimle öğretilir. Öte yandan insanlar zaten iktidar sisteminin ne istediğini ve iktidar hiyerarşisini hemen sezer ve toplumsallaşma içinde de bunu içselleştirirler. Siyasette, ekonomide, akademide, yargıda bir yere gelmek için belli bir eylem, düşünce ve duygu hattını takip etmesi gerektiğini kişiler bilir ve bu, kişinin karakteri haline gelir. Yani bu yapay değildir, aksi halde toplum büyük bir tiyatroya benzerdi.
Peki Kürtler neden bu sözleşmeye uymadı?
Uymadı diyemeyiz. Kürtlerin önemli bir bölümü tümüyle Türkleşti ve çocuklarını Türk olarak yetiştirdi. Fakat önemli bir bölümü de Türklük Sözleşmesi’ne uymadı, uyamadı. Çünkü bu sözleşmeye dahil olmak için de belli “kabiliyetler” gerekiyor. Sadece Türk gibi düşünmek yetmez, aynı zamanda bunu ifade edebileceğin belli kültürel araçlarının olması lazım. Mesela aksansız Türkçe konuşmak gibi… Kürtlerin önemli bir kısmı ise bilinçli olarak Türklük Sözleşmesi’ne direndi. Bunun altında Kürt milliyetçiliğinin 1920’lerden itibaren güçlü bir biçimde ortaya çıkmasının, Kürtlerin otokton bir halk olmasının, yaşadıkları coğrafyanın ve Kürdistan’ın bölünmüşlüğünün de olumlu etkileri var.
Kürdistan’ın bölünmüşlüğünün Türklük Sözleşmesi’ne dahil olmamaya ne tür olumlu etkileri var?
Kürdistan’ın bölünmüşlüğü Kürtler açısından büyük bir engel ama bir yandan da o bölünmüşlük bir ülkedeki zorluğun başka bir ülkede telafi edilmesini sağlıyor.
İran’da Farslık veya Irak’ta Araplık sözleşmeleri yok mu? Bu milliyetçi sözleşme Türklere mi özgü?
Elbette Türklere özgü değil. Ben zaten Türklük Sözleşmesi kavramsallaştırmasına feminist çalışmalara önemli etkisi olan Carole Pateman’ın Cinsel Sözleşme ve beyazlık çalışmalarına büyük katkı yapmış olan Charles Mills’in Irksal Sözleşme kitapları üzerinden vardım. Dolayısıyla sözleşme metaforu potansiyel olarak her ülkenin tarihine uyarlanabilir. Ama uyarlanmayabilir de. Sözleşmenin kullanışlı bir kavramsal araç olup olmadığını anlamak için o spesifik ülkenin tarihine bakmak gerekir. Türklük Sözleşmesi’ndeki Türklükten kastım da Türklüğün belli bir etnik özelliği değil, belli bir iktidar yapısı ve hiyerarşisinin güçlü olan grupta yarattığı psikolojik özellikler, maddi olanak ve imtiyazlar.
Bu imtiyazları, dolayısıyla Türklük Sözleşmesini reddeden Türklerin, sözleşmenin dışında bırakılmış olan gruplarla birlikte hareket etmesi mümkün değil mi?
Türklük değişen bir şey ve bu değişim de 1960’lardan itibaren en fazla sosyalist, Marksist, seküler Türklerde gerçekleşti. Bu yıllardan itibaren halka halka yayılan bir değişim var. Sayısız Türk, kendilerinin dönüşmesine izin vererek, belli anlamlarda Türklükten çıkarak, belli imtiyazlardan kopmayı göze alarak Kürtlere destek verdi. Bazısı onlarca yıl hapis yattı, bazıları sakat kaldı, öldürüldü, işsiz ve yoksul hayatlar yaşadı. Bütün bu tabloya baktığınız zaman HDP’ye bir Türk’ün başkan olamayacağını söylemek, kişinin Türklüğü doğuştan getirdiğini düşündüğünüz anlamına gelir. Oysa başta da söyledim, Türklük sonradan edinilir, doğuştan değil. Bir HDP’liye “sen Türklüğünden kopamamışsın, bir Türk milliyetçisi gibi tepki verebiliyorsun, gerçek bir sosyalist değilsin, Kürtleri hor görüyorsun, o yüzden başkan adayı olamazsın” denilebilir. Fakat Hasip Kaplan’ın söz konusu ifadeyi bu çerçevede kullanmadığı anlaşılıyor. Ama başta da söylediğim gibi bence Kaplan’ın yaptığı ırkçılık değildir.
Kitaptan devam edelim. Şöyle diyorsunuz: “Ermenilik ve Kürtlük sürekli aşağılanırken ve aşağılama hiçbir cezayla karşılaşmazken, Türklüğü aşağılamak her zaman en büyük suçlardan biri olmuş ve asla cezasız bırakılmamıştır.”
Kamusal ortamda Türklüğü aşağılamanın büyük bedeli vardır. Dayak yiyebilir, hapse atılabilir, işinizi kaybedebilir ve hatta öldürülebilirsiniz. O yüzden her aklına gelen ırkçılık yapamaz. Fakat Kürtlüğü ve Ermeniliği aşağılamanın hiçbir bedeli yoktur. Dolayısıyla ırkçılığın iktidarla birlikte geldiğini gösteren bir örnek de budur. Ayrıca dikkat edin, Kürtlerde, Ermenilerde veya Amerika’da Siyahlarda Hasip Kaplan’a atfedilen türden bir ırkçılığı, onun ırkçılık olduğunu kabul etsek bile, çok nadir görürsünüz. İstisnaidir.
Neden?
Bir kere yasaktır ve bedeli vardır. İkincisi de ırkçı olmak kolay bir şey değil. Çünkü ırkçı olmak, iktidar yapısı içinde sosyalleşmekle, o iktidarı içselleştirmekle; iktidar tarafından kirletilmekle, iktidarın kişinin içindeki potansiyel kötülüğü dışarıya çıkartılmasıyla ve bu kötülüğü cezasız bırakmasıyla mümkün oluyor. İktidarsız insan ise iktidarın getirdiği ırkçılık kirlenmesine maruz kalmıyor. İnsanları aşağılayarak, kötüleyerek, kendini sürekli üstün görerek eğitilmemiş, sosyalleşmemiş kişilerin ırkçı olması çok zor. İktidar nasıl kirletiyorsa, iktidarsızlık da o kadar “temiz” tutuyor. Sosyalizm, insanları iktidarsız bir biçimde güçlendirmeyi hedeflerken, tam da bunu amaçlıyor aslında.
Türklük Sözleşmesi’nin dışında kalan ezilenler, buna karşı nasıl bir dönüşüm yaşıyor?
Türklük Sözleşmesi dışında olan gayrimüslimler veya Kürtler, sözleşmenin her zaman bilincindeler. Ama Türkler çoğunlukla bunun bilincinde değiller. Sözleşmeye direnmediğiniz zaman, varlığını da hissetmezsiniz. Türklüğün getirdiği önemli bir imtiyaz, Türk olmayanlarla ilgili bilgilenmeme, duygulanmama gücüdür. Haklarında hiçbir şey bilmeden, duygulanmadan bütün hayatınızı başarılı ve mutlu bir şekilde sürdürebilir ve benlik değerinizle, yani öz-imajınızla ilgili şüpheye düşmeyebilirsiniz. Çünkü bu bilgisizlik ve duygusuzluğun bir bedeli yoktur, hatta faydası vardır. Fakat Kürtler ve Ermeniler, Türklerin ne hissedeceğini, nerede nasıl davranacağını bilmek ve hassasiyetlerini sürekli gözetmek zorundadır. Çünkü bu hayatta veya ayakta kalma, öldürülmeme, dayak yememe, işten atılmama, evine ekmek götürebilme meselesidir.
O yüzden bazı Kürtler çocuklarına Kürtçeden önce Türkçe öğretiyor?
Elbette. Ermeni, Rum, Yahudi, Alevi, Kürt anneler çocuklarını sokağa gönderirken hep “aman şunu yapma, şunu deme” diye uyarırlar. Kitapta da aktardığım gibi, bir Rum diyor ki, “lokantada önüme soğuk çorba gelirse asla geri göndermem, gereksiz hiçbir sorun çıkarmam”. Ayrıca kişinin kendisini gizlemesine korku duygusu kadar utanç duygusu da yol açabilir. Örneğin bir Kürt, dolmuşta, aksanlı Türkçesinden utandığı için “inecek var” diyemeyip inmek için başkasının inmesini bekliyor… Bu tür tekil örneklerin arkasında yatan yüzlerce yıllık tarihselliği ve kurumsallığı görmek gerekir. Kürtler ve Ermeniler, Türklüğün hakim olduğu kamusal ortamlara girdiklerinde kimliklerini mümkün mertebe gizlemeye çalışıyorlar. Ermeni, hacını kıyafetinin içine sokuyor. Kürt, konuştuğunda Kürt olduğunun anlaşılacağını bildiği için belli yerlerde hiç konuşmuyor veya Türk gibi konuşuyor. Fakat özel alana dönülünce haçlar dışarı çıkıyor, kıyafetler değişiyor, Kürtçe geri dönüyor, düşünceler, duygular ortaya çıkıyor. Her gün Türklüğe, sözleşmeye giriş-çıkış yapıyorlar. Bu, her gün gündelik hayatta karşılaştığımız milyonlarca insanın yaptığı bir şey. Fakat Türklük Sözleşmesi içinde olan Türkler bunu çoğu zaman fark etmez bile.
Bu ülkede Kürtlerin cumhurbaşkanı bile olduğu sıklıkla ifade edilir…
Bu, Türkçülüğün yapısal niteliğini bulandıran, dolayısıyla bunu sürdürme amaçlı bir Türklük söylemidir. Bir Kürt, Kürtlüğünü koruduğu, kendini sevdirmeye veya beğendirmeye çalışmadığı sürece kapıcı dahi olamaz. Ama Kürtlüğünüzden vazgeçtiğiniz zaman her yere gelebilirsiniz. Türklük Sözleşmesi bu konuda samimidir.
Sol hareketler yıllarca Türk ve Kürt işçi sınıflarının birleşememesinden yakındı. Bunu nasıl izah ediyorsunuz?
Türk işçi sınıfı, Kürt işçi sınıfına kıyasla, reel anlamda maddi olarak daha avantajlıdır ve potansiyel olarak da çocuklarının geleceği için daha umutlu olabilir. Ama aynı zamanda psikolojik olarak da daha imtiyazlı. Çünkü kendisini üstün hissediyor, gururlanıyor. Bu, özellikle yoksullar için azımsanacak bir şey değil. O yüzden Türk bayrağını “Audi” veya “Mercedes”lerde değil, hep “Şahin”lerde, “Doğan”larda görüyoruz. Türklük, maddi yoksulluğu telafi edici bir duygusal haz veriyor. Elbette Türk ve Kürt veya Siyah ile Beyaz işçi sınıfları illa ayrışmak zorunda değildi. Bu ayrışma için egemenler, hakim gruplar büyük çaba sarfettiler. Irkçılığın, Türkçülüğün bir fonksiyonu da budur. Kapitalizm, dünyanın her yerinde, doğuşundan bugüne kadar etnik ve ırksal bölünmeleri hep teşvik etti ve bunlardan hep faydalandı. Örneğin 1960’lı, 70’li yıllarda Türk ve Kürt işçi sınıfları bu noktada değildi. Trabzon’da, Erzurum’da, Konya’da bile sol hareketler çok sayıda insan devşiriyorlardı. Fakat devlet, burjuvazi ve Türk sağı bunu değiştirmek, sendikal solu, sosyalist hareketleri, gençlik hareketlerini ezmek için ellerinden geleni yaptılar. Anti-komünizmi hep daha da fazla yaymaya çalıştılar. Bunlar yetmeyince darbeler yaptılar. Asıl öldürücü darbeyi de 1980’den sonra vurdular. 1980’lerden sonra solun şiddetle bastırılmasına toplumu, ekonomiyi ve siyaseti daha da sağcılaştıran neo-liberalizm eşlik etti.
Kitabınızın önemli bir bölümüne neden “evrenselci” entelektüellere dair eleştirileriniz yansıyor?
Bir kere bu çalışma bir tarafıyla “Türklerin en iyilerine” yöneltilmiş bir eleştiri ve bir analizdir. Evrenselcilerden kastım etnisiteler-üstü bir yoldaşlık, dayanışma, eşitlik, insanlık arayışı içinde olanlar. Örneğin sosyalizmden sınıfsal, etnik, cinsel, ırksal, hatta türsel bütün hiyerarşileri yıkmayı amaçlayan total bir eşitlik ideolojisini anlıyoruz. Benim eleştirdiğim bu evrenselciliğin kendisi değil, bu evrenselciliği bir kaçış mekanizması olarak kullananlardır. Evrenselciliğin jargonunu, fikir dünyasının bazı kavramlarını alıp örneğin Kürtleri feodal, gerici, sınıf siyaseti değil kimlik siyaseti yapmakla yaftalayanları; karşısındakinin Kürtlüğünü veya Ermeniliğini görmeye yönelik müthiş bir radar geliştirirken kendi Türklüğünü görünmez kılıp somut evrenselciliğin gerektirdiği mücadeleden, onun bedellerinden kaçanları eleştiriyorum. Buna, kendince bir evrenselciliği olan İslamcılık da dâhil. Kürt meselesinde risk almış bir Türk İslamcı bulmak neredeyse imkânsızdır. Kürtler ve Ermeniler için risk almış Türklerin ezici çoğunluğunun sosyalistlerin arasından çıktığı bir gerçek ama bir sürü sol hareketin, solcunun, hep sosyalist jargonu kullanarak Kürt ve Ermeni meselesinin çevresinden dolaştığı, ayrıca bu meseleleri analiz edemediği için Türkiye’yi analiz edemediği de bir gerçek. Ermeni ve Kürt meselesini doğru analiz edemeyen sosyalist hareketlerin başarılı olma şansı da bence çok zayıf.
AKP-MHP ittifakına baktığımızda, Müslümanlık ve Türklük sözleşmelerinin yeni ittifakından söz edebilir miyiz?
AKP’yi eleştiren bazı insanlar hâlâ “derin devlet AKP’yi ele geçirdi”, “AKP ulusalcı oldu”, “AKP Kemalist oldu” diyebiliyor. Oysa Müslümanlık Sözleşmesi’nin ideolojiler üstü olduğunu görmek lazım. Müslümanlık Sözleşmesi ve sonradan gelen Türklük Sözleşmesi sadece Kemalizmi değil, İslamcılığı, Türk milliyetçiliğini ve hatta sosyalizmi de şekillendirdi. Dolayısıyla Kemalizm eleştirisiyle anlayamayacağımız büyük bir tablo var karşımızda. İslamcılar Kemalistleştiği için otoriterleşmiş değiller, zaten otoriterdiler. Artık Kemalizm eleştirisinin ötesine geçen bir düşünsel paradigmaya ihtiyaç var. Kemalizmin ötesine geçen bir eleştiri yapıldığı zaman hem düşünce hayatı zenginleşebilir, hem de şu an içinde yaşadığımız cehenneme bir daha düşmemenin yolları bulunabilir. Bu toplum, bu ulus, bu devlet Müslümanlık ve Türklük Sözleşmeleri üzerinden oluştu ve Kemalizm bunun sadece bir parçası.
Kitabınızın son bölümünde “Türklük krizini” analiz ediyorsunuz. Nedir Türklük krizi?
Türklerin görmeme, duymama, ilgilenmeme, duygulanmama güçleri, ilk önce Kürtler ve sonra da Ermeniler tarafından ellerinden alındı. Yani daha önce güçleri sayesinde görmediklerini, duymadıklarını, bilmediklerini, güçlerini kaybettikleri ölçüde görmeye, duymaya ve bilmeye başladılar. Bu ilk etapta, 1960’larda Türkiye İşçi Partisi’nde başladı, 1970’lerde radikal sol hareketlerde devam etti. 1980 ve 90’larda ilk etapta şiddetle ama esas olarak sivil siyasetle, küreselleşmeyle, özel televizyonların yayına başlamasıyla, Ermeniler açısından Hrant Dink’in ortaya çıkmasıyla, Kürt siyasal hareketinin güçlenmesiyle bütün topluma yayıldı. Ayrıca 2000’li yıllarda da AKP’nin Kemalist devleti yıkma amacıyla başlattığı belli açılımlar AKP’nin beklemediği ve istemediği bazı sonuçlara yol açtı. Kürt, Ermeni açılımları, bu meselelerin TV’lerde sabahlara kadar konuşulması, akademik çalışmalarındaki patlama, Kürt hareketinin güçlenmesi, Agos gazetesinin yayınları, Türklerin görmediklerini görmeye, duymadıklarını duymaya başlamasını sağladı. Bu bazı Türklerde reaksiyona sebep oldu, ulusalcılık büyüdü. Bazı gruplar içlerine kapandı, güçsüzleştiklerini hissedip örneğin sosyal medya hesaplarına T.C. ibareleri koymaya başladılar. Fakat çoğunluğu solcu ve sekülerlerden oluşan belli bir grup Türk de dönüşmeye başladı. 2000’lerin başındaki ulusalcılığa karşı 2013’te Gezi gibi sol, sivil, dayanışmacı, yatay, esnek bir siyaset bu koşullarda ortaya çıktı. HDP de kısmen bu dalga üzerinden yükseldi ve daha da yükselecekti. HDP bence yüzde 13’le kalmayıp birkaç yıl içinde yüzde 20’lere yükselecekti. Bu yükseliş sadece AKP ve MHP’yi değil, CHP’yi de yerinden edecekti. Büyük bir meydan okuma söz konusuydu ve AKP ile MHP savaş siyasetiyle bunun önüne geçti ve Türklük Sözleşmesi tekrar katılaştırıldı.
Türklük Sözleşmesi’nin katılaştırılma dönemlerindeki uygulamalar neler?
Sözleşmenin katılaştırılması tamamen cezasızlık dönemidir. 1915’te, 25’te, 38’de, 2015’te, yani sözleşmeye direnenlerin cezalandırıldığı anlar Türkler ve Müslümanlar için cezasızlık anlarıdır. Barış İçin Akademisyenler’in ortaya çıkışı tam da böyle bir döneme denk geldi. Gazetecilerin TOMA’ların içinden habercilik yaptığı, CHP’nin, yargının, herkesin sustuğu bir ortamda binlerce akademisyen ortaya çıkıp devleti tüm dünyanın önünde ağır ifadelerle eleştirip Barış Bildisi’ni açıkladı. Akademisyenler, sözleşmenin tekrar katılaştırıldığı tarihsel bir anda, sözleşmeye uymadıkları için bu kadar ağır cezalandırıldı.
TÜRKLÜĞÜN DIŞINA TÜMÜYLE ÇIKMIŞ TEK İNSAN OLARAK İSMAİL BEŞİKÇİ’Yİ GÖRDÜM
Siz metne imza atarken böyle bir cezalandırmayla karşılaşacağınızı tahmin etmiş miydiniz?
Bu kadar ağır olacağını tahmin etmiyordum ama büyük bir tepki geleceğini öngörmüştüm. Çünkü o tepki sadece Erdoğan’ın açıklamasıyla oluşmadı, tarihsel bir sebebi vardı. Daha güncel bir başka sebebi de AKP’nin entelektüel meşruiyetini tamamen yitirmiş olmasıdır. AKP’ye en ufak destek veren bir entelektüel, saygınlığını anında yitiriyor ve bu nedenle AKP açısından da işlevselliğini kaybediyor. Sonuç olarak AKP’yi destekleyen aydınlar sadece AKP’yi destekleyen kesimlere hitap edebiliyor. O yüzden akademisyenlerin, entelektüellerin çıkıp Barış Bildirisi’ni açıklaması AKP tarafından ciddi bir tehdit olarak algılandı.
Neden?
Çünkü onlara karşı entelektüel olarak mücadele edemezdi. O entelektüel araçlardan ve saygınlıktan yoksundu. Bu nedenle tehdit etti, hakaret etti, işten attı, hapse attı.
Kitabın bir bölümünü İsmail Beşikçi’ye ayırmışsınız…
Beşikçi, Türklüğü ve Türklük Sözleşmesi’ni analiz etmek için çok iyi ama tersten bir örnek. Çevremde, tarif ettiğim şekliyle Türklüğün tümüyle dışına çıkmış tek insan olarak İsmail Beşikçi’yi gördüm. Bunun bu kadar istisnai olması, Türklüğün dışına çıkmanın ne kadar zor olduğunu da gösteriyor. Çünkü Türklüğü ortaya çıkaran belli bir yapısallık, tarihsellik, toplumsallık. Bu yapısallık, tarihsellik, toplumsallık değiştikçe Türklük de değişecektir. Nitekim değişiyor. BAK’çılar bu değişimin bir parçasıdır. 1960’lı yıllarda İsmail Beşikçi akademide kelimenin gerçek anlamıyla tek kişiydi. Bugün bildiriyi imzalayan veya çeşitli sebeplerle imzalamayan ama benzer düşünen binlerce akademisyen var. Bir kişiden binlerce kişiye, bu değişim ve dönüşüm sayesinde gelinebildi. Bunun değerinin ve öneminin bilinmesi lazım.[1]