#Zagros#; tanrıça kültürünün izlerinin en çok olduğu mekanlardan bir tanesidir. O yüzden Zagros; kadındaki şiirsel güzelliğinin ilhamıdır. Zagroslardan #Cilo# dağlarını ve yamaçlarında gördüklerimi, hissettiklerimi paylaşma gereği duyuyorum. Çünkü o tarihin kaybolmayan izleri bunu emrediyor.
Dağlar tarihi barındırıyor
Uzun, geniş bir ovaya Kürtçe deyişle ‘deşte’ doğru yürüyoruz. O kadar farklı bir arazi ki uzaktan sanki bir kaç dakika sürecekmiş gibi gelse de yürüdükçe öyle olmadığını anlıyorsunuz. Burada en yakın gerilla yerleşim yeri üç-dört saat sürüyor. Yürüdükçe ayaklarım sancıyor. Her adımda biraz daha arındığımızı hissediyorum. Ve her adımda biraz daha hızlanıyorum. Acaba bu yürüyüşün hissettirdiği duygu kendi topraklarından uzaklaşmaktan mı duyulan acı?
Tamda böyle sorular üzerinde düşünürken etrafıma bakıp tarihe yolculuk yapıyorum. Deşte yaklaştığımız her vakit mekan gözümüzde biraz daha büyüyor gibi. Ucu bucağı gözükmeyen bu yer, dağların kucağına aldığı bir bebeği anımsatıyor. Öylesine huzurlu ki hiç uyanmak istememecesine gözlerini yummuş…
Deşte girerken arkamda bulunan kadın kuryeye ilk sorduğum soru deştin ismi oldu. Amargi isimli kurye; “buraya genelde Deşta Xanê diyorlar. Az ilerde Ahmedi Xanê’nin yaşadığı ev bulunuyor. Rivayete göre üç yüz yıl önce burada yaşamış. O yüzden her yıl, ayı belli olmaksızın burada festival gerçekleşiyor.” Dedi. Amargi; tarihin kuytuluklardan çıkmak için direnen keskin bakışlara sahip bir kadın gerilla. Özgürlük savaşçısı bu genç kadın anaya yeniden dönüş anlamına gelen ‘amargi’ ismini çok sevdiğini ve isminin mücadelesiyle bütünleştiğini arada anlatıyor bizlere.
Bir tarihi içinde barındıran bu dağlar kim bilir kimlere, nelere tanıklık etmişti. Deştin içine girdiğimizde sağda bulunan kaya altında küçük bir yer dikkatimi çekti. Yorgun adımlarımızı biraz daha hızlandırıp kaya altında bulunan yerde oturduk. Çantamızda bulunan azıcık peynir sıcak çayımıza katık ettik. Herhalde yorgunluğun üzerine yudumlanan çay gibi yoktur. Bu anları yaşadıkça bazı şeyleri daha iyi anlam verebiliyorum. Yıllar önce gazetede okuduğum bir gerillaya ait yazı aklıma geldi. Çay üzerine bir yazı yazmıştı. O zaman bir çaya neden bu kadar anlam yüklediklerine yeterince anlam verememiştim. Şimdi ise anlıyorum. İkisi birbirinden çok farklı şeyler… Anlamak huzuru zuhur ediyor.
Bu uzun, derin deştteki küçük bir kaya altında insanların yaşayabileceğine hiç inanmazdım. Mekana bağlı kalıp geliştiren insan olduğu gibi insanı da yaşama divan eden mekan değil midir? Tanık olduğumuz her bir giz içinde bir dünyayı barındırıyor. Ve insan sevdiği, anlam verdiği kadarıyla bu güzelliklerle yaşayabilir. Bir şeyin değeri en fazla da emek olgusu ile anlam buluyor.
Kahvaltıdan sonra deştin sonlarına doğru yola koyulduk. Yolda eski köy yıkıntıları arasında capcanlı bahçeler, meyve ağaçları vardı. Yıkık evlerin içinde dimdik duran ağaçlar… Yemyeşil çiçekler… Ve sahiplerine duydukları özlemi her yıl yeniden açmaktan vazgeçmeyerek gösteren meyve veren canım ağaçlar… Ve her şeye rağmen mekanlarına her seferinde geri dönen topraklarına sadık insanlar… en fazla da topraklarına bağlı ve geri dönmek isteyen analara tanık olduk. Kadın ve mekan ilişkisinin daha yoğun yaşandığının deliliydi.
O yemyeşil bahçeler arasında köylülere rast geldik. Köylüler neden mekanlarını bırakıp gittiklerini anlattılar. Bu köylüler Çukurca(çelê)’liydiler. Buralar onların köyleri. Taki TC’nin soykırım politikalarıyla karşılaşana kadar. Burada her türlü işkenceyle, hakaretle yüz yüze gelen #Kürtler# sürgüne maruz kalmışlar. O yüzden hasret gidermek ve geçim kaynaklarından yararlanmak için topraklarına geliyorlar. Gerilla da buna izin verip onları içlerine alıyorlar. Onlarla hüzünlerini, acılarını ve mutluluklarını paylaşıyorlar. Bu mekanda yaşayan özgürlük savaşçılarının kendi çocukları olduğunu, acılarının sesi olduğunun farkındalar. Kürt halkın umudunun bu mekan ve bu mekanda akan mücadele olduğunu o anda iliklerime kadar hissettim.
İzlerin kaldığı bir köy daha; Zêranê…
Zêranê’liler göç etmek zorunda kaldıklarını köylerini anlattılar bize. Zêranê ismi Kürtçe’de zêr-altın anlamına gelir. Köyü dolaştıkça aslında neden altından dediklerini anlar gibiydim. Cilo’nun yamaçlarında doğru yayılan bu köy oldukça yüksek bir yerde kurulmuş. Katmanlar şeklinde yamaca doğru çıkan bu köy meyve ağaçlarıyla doluydu. Evler büyük kaya parçalarından yapılmış ve bu bizleri oldukça şaşırttı. Çok ağır olan bu kaya parçalarını nasıl taşıdıklarını ve nasıl üst üste yerleştirdiklerini merak ettik. Bu asi dağ yamacında sırtını vermiş köy; su kanallarıyla dolu, bahçe yerleriyle çevrili ve oldukça verimli bir yere benziyor. Bazı evlerin yanında su kuyuları vardı. Özenle seçilmiş taşlarla etrafı sarılmış bu kuyular çok derin değil. Fakat kuyu kanalları açılmış ve bahçelere doğru yönlendirilmiş. Belli ki buralar tarım yerleri olarak kullanılmış. Gözlerimizin önünde burada çalışan köylüleleri, kadınları canlandırabiliyorduk. En fazla da kadın elinde şekillenmiş tarım alanları.
Uzaktan görünen kiliseye doğru yol alırken bir köylü bize köyün yıkık yerlerinin hikayelerini anlatıyordu bir yandan da. Aslında bizi meraklandıran şey, bu köyü ‘Şuşe Xatun’ isminde bir kadının yönettiğini duyduğumuzda hem şaşırdık hem de meraklandık. Anlattığına göre doğal bir otoriteye sahip Şuşe Xatun’un evi de köyü denetimini sağlayan bir yerdedir. İçeriye ilk girdiğimizde tuhaf duygular sardı bizleri. Ekibimizde yer alan Ruken arkadaş ilerlerken Şuşe Xatun’un bu köyü nasıl yönettiğini bir an hissettiğini anlattı. İlginç o an Şuşe Xatun, Ruken’in hissiyatıyla dile geliyordu. Yıkık evin penceresinden dışarıya baktığımızda yüksek tepelerin gözüktüğü yerler dikkatimizi çekti. En güzeli evin etrafının bahçelerle çevrili olmasıydı. Kadınların dokundukları, yaşadıkları her yeri güzelleştirme çabalarının bir numunesiydi evin etrafındaki güzel bahçenin kalıntıları.
Şuşe Xatun’un evi daha özenli yapılmışa benziyordu. Taşları özenle seçilmiş ve farklı bir tarz ile bırakılmıştı. Kadın otoritesi ile yönetilen bir köyün güzelliğine tanıklık ediyorduk.
Birçok tarihi araştırma da esasta ilk köylerin kadınlar tarafından kurulduğunu, onların estetik anlayışlarıyla şekillendiğini ortaya koyuyor. Bu mekanlarda o ilk köylerin mekanları. O tarihin izleirni capcanlı taşıyorlar. Neolotik dönem binlerce yıl öncesinde yaşanıp sona ermiş değildi, gözlerimizin önündeydi.
Asıl Cilo bizleri bekliyordu
Zêranê’ye veda ederken Cilo’ya çıkmak için ‘Deriye Aslan’a’ doğru ilerliyoruz. Deri yani Cilo’nun kapılarından bir tanesinin ismi. ‘Deriye aslan-deriye cafer-deriye bızına’ diye kapıları var. Biz de Cilo’nun gizli dünyasını görmek için Deriye Aslan kapısına doğru yürüyoruz. Dik, sarp bir patikadan çıkarken güneşin batışına da tanıklık ediyoruz.
Tanrıçaların mekan yaptığı ve Zagrosların da tanrıçaları divana getirdiği bu atmosfer doğalında kadına müthiş hissettiriyor. Bunu anlamak için gerçekten de görmek, hissetmek lazım.
Yolun yaklaşık üç saat olduğunu söylediler fakat sabah saat yediden gece ona kadar ancak yetişebildik. Kapının tam boğaza çıkan kısmına ulaşınca ay ışığı Cilo üzerinden yüzlerimize yansımıştı. Ve izlemeden de gidilmemesi gerektiğini daha iyi anladık. Yanımızda bulunan arkadaşlar noktaya bizden önce giderken ben ve bir arkadaş boğazda oturup ay ışığının güzelliğini seyre daldık. Sonra da romantikliğe kendimizi çok kaptırmış olacağız ki bağıra bağıra cilo’ya şiirler okuduk. Bizleri duyan gerillalar güvenlik açısından iyi olmadığı için müdahale etmek zorunda kaldılar. Onlar bu konuda oldukça duyarlı ve disiplinlilerdi. Askerlik konusunda hiç taviz verilmiyordu. Biz ise bu tarihi mekanların tüm boyutuyla hissetmenin heyecanına kaptırmıştık kendimizi.
Zağros dağlarına bağlı Cilo alanında bulunan ‘Spi Xanê’, cehennem deresi ve ‘Keviya Pir’ denilen yerler turistlerinde olgusunu ilgisini çeken yerlerdir. İlk gittiğimiz yerlerden biri de; Sipî Xanê zozanlık bir yerdir. Değişik yerlerden Koçerler gelmiş sonbahara kadar burada konumlanıyorlar. Batman’dan, Gever’den… Koçerler buraya kadar gelmişler. Cilo’nun eteklerinde geçim imkanlarını yaratmışlar. Yani aslında savaş gerçekliği olmasa bu insanlar bu topraklarda geçimlerini sağlayabilecek. Üstelik bu topraklar oldukça verimli. Aynı zamanda tarihi yönden de çok zengin bir yer. Keviya Pir’e giderken onların yanından geçemeden edemedik. Oldukça misafirperver, sıcak olan bu insanlar bizi çok iyi karşıladılar. Güneşin sıcaklığında yürümek bizleri çok yordu. Bu sıcak insanların ellerinden soğuk ayranlarını içtikten sonra serinledik.
Koçerler doğal ve sıcak insanlardı. İçinden geldiği gibi derler ya, evet öyleydiler. Neşeli cıvıl cıvıl oluşları dikkatimizi çekmedi değil. Aslında doğa ile olan bağlılıklarıydı onları mutlu ve huzurlu kılan. Yaşamlarında abartılı hiçbir şey yoktu. Gece kurulmuş çadırlarında fanus ışığının eşliği ile anaların anlattığı masalları dinliyorlardı. Çocuklar uykuya dalarken büyükler daha çok geçmiş anılardan bahsediyorlardı. Onların bu sıcak sohbeti ortama huzur serpiyordu. Doğadan kopmamış ve sisteme çok bulaşmamış bu insanların yanında olmak insana farklı duygular kazandırıyor. Sanki yılların özlemini orada bulacakmışım gibi…
Keviya Pîr e doğru…
Yolda gördüğümüz, tanık olduğumuz her şeyi çekmeye kayda almaya gayret gösteriyoruz. Bir ayrıntısını kaçırsak sanki bir daha bulamayacakmışız gibi bir his uyandırıyordu bu yerler. Gizemli yerler böyle miydi?
Günlerin getirdiği yorgunluk daha da artmıştı ama bunun yanında burada olmanın mutluluğu ve huzurunu anlatmada sözcükler eksik kalır diye yazamıyorum. O yüzden de bu topraklara karşı yaşadığım duygular tarifsiz kalıyor.
Yolculuğumuzun bir diğer adresi ise Keviya Pir… Bizlere eşlik eden Rociyar ve Viyan adlı gerillaların sıcaklığıyla yürümeye devam ediyoruz. Bu yolculuğumuzda dikkatimi çeken farklı bir konu ise gerillaların isimleriydi. Her birinin anlam dolu, farklı isimleri vardı. Ve tercih ettikleri bu yaşamda yine tercih ettikleri isimleri ile yaşıyorlardı. İsimleri onlara benziyordu. Onlardan bir tanesi de Rociyar’dı. Hewremanca olan bu isim “güneşin ışınları” anlamına geliyordu. Kendisi de asıl Hewremanlı olup fakat göç nedeni ile Konya’da doğup büyümüştü. O da kendi toprağından, gerçekliğinden uzakta özlem içerisinde büyümüştü. Ve bir gün güneşin doğduğu toprakları izleyip yeni bir yaşamı tercih etmişti. Güneşin ışınları ile aydınlanacağını da söylüyordu. O buna inanıyordu. Güneş sadece onun için değil, yoldaşları içinde aynı anlama geliyordu. Onlar için aydınlık, kurtuluştu. Onlar kendi önderlerine Güneş sıfatını layık görüyorlardı.
Rociyar ve Viyan önde ilerlerken bir yandan da bizlere Cehennem Deresi dedikleri yeri anlatıyorlardı. Daha da yaklaşırken İskender’in neden buradan geçemediklerini daha iyi anladık. Oldukça derin bir vadi… Vadinin bitimine doğru uzun kayaya yatmış bir beyazlık gözüktü. Bu yorgun, beyaz şey sanırım Keviya Pir dedikleri (eski buzul-kar) yer. Ona doğru yakınlaşmak için adımlarımızı daha hızlı atmaya başladık. Yaklaşık bir saat sonra oraya ulaşıp Kevinin sesini dinlemeye başladık. Uzaklardan gelen ses bizleri daha çok mutlu etti. Bu eski keviyle tanışmak için sabırsızlanıyordum.
Çatlayan buz kütleleri suya girip sonra eriyip büyük bir dere şeklinde Spi Xanê’ye doğru ilerliyordu. Orada bulunan herkesin su ihtiyacı bu şekilde karşılanmış oluyordu. Yani Keviya Pir insanlar için bir umuttu aynı zamanda. Ekipçe ona yakınlaştık. Bizden yaklaşık 10-15 metre yüksekliğinde olan bu buz kütlesi son buzul döneminde kalan ve yavaş yavaş eriyen bir kevidir. Yani ömrü 20 bine yakın var. Kim bilir neler görmüş nelere tanıklık etmiştir. Ona yaklaşıp dokundum sanki tarihin sayfalarını çevirmiş yeniden canlandırmış gibi bir duygu uyandırdı. Katmanlar şeklinde ve her bir katmanı farklı bir renkte olan bu kevi içinde bir dünyayı barındırıyordu. Düşen kütleler kulaklarımızı çınlatırken kayalarda yankılanıp vadiye yayılıyordu.
Burada yaşayan gerillaların dediğine göre, buradan yaklaşık üç saat uzaklığında Cilo zirvesi diye tanınan bir yer varmış. Orada bir defter konulmuş ve oraya giden herkes deftere bir şeyler yazıyormuş. Oraya gitmeyi isterdim fakat zaman kısıtlığından kaynaklı gidemiyoruz. Keviya Pir’i çektikten sonra arkamıza dönüp veda edenler listesine girdik.
Zozanlara doğru ilerlediğimizde güneş iyice kızışmıştı. Uzaklardan gözüken koçer çocuklar kuzuların peşinden koşarken, analar da bellerine süt bidonlarını almış orada bulunan vadiye doğru yürüyorlardı.
Asurilere ait kiliseler…
Girê Berxa’da yolculuğumuz sona ererken Bazê köyüne doğru çantalarımızı sırtlamış yürüyoruz. Yukarıdan köye bakınca derin vadilere nasıl ineceğimizi düşündüm. Bir yandan da irkildim. Derin vadiler ve yüksek dağlar bizi bekliyordu. Hepsi selama geçer gibi gelen misafirlerini bekliyordu. Uzaklardan köyün içinde eve benzer bir yer görünüyordu. Bu civarlarda bulunan köylerde eskiden beri Asurilerden kalma kiliseler bulunuyor. Biz de meraklı bir şekilde daha hızlı adımlarla köye doğru ilerlemeye başladık. Derin vadilere seyre dalan yüksek tepelerin yamacında uykuya dalmış küçük köy bizleri bekliyordu.
Bazê’ye girince Ertuş köyünde hissettiklerimin aynısını burada da hissettim. Duygularım sanki eskiye doğru gidiyordu. Asurilerden kalma kiliseleri, su kanallarını, yıkık evlerini görünce tarihe olan merakım daha da arttı. İlk başta kiliseye doğru yürüdük. Yüksek yerde yapılan kilisenin taşları sanki özenle seçilmişti. Taşların üstünde farklı tarihler, çizimler yer alıyordu. Farklı bölmelerden oluşan odacıkları vardı. Tavanlardan sökülmüş taşların yerinden güneş ışınları içeriyi aydınlatıyordu.
Kiliseyi yağmurdan korumak için naylon benzeri ne bulmuşlarsa tavana bağlamışlar. Oldukça mütevazi bir düşünüş ve mütevazi bir pratik. Her mahallede bir kilise gözüküyordu. Bu köyde tam tamına 13 kilise var. En büyüklerinin Matê kilisesinin olduğunu söylüyorlar. Köylülerden aldığımız bilgilere göre Matê kilisesinin çanı çalınca her yerden duyulurmuş. Yine rivayete göre hasta insanların sık uğradığı bir yer olduğu yani iyileştirici bir özelliğe sahip olduğuna inanılan bir yermiş. Asıl şaşırtan yanı ise kilise olmasına rağmen burada yaşayan Müslüman köylülerinde buraya gelip şifa aramalarıydı. Bir kez daha Kürdistan’da halkların ortak yaşam değerlerinin ne kadar güçlü olduğunu görmüş olduk.
Yolda karşılaştığımız bir köylü Matê’nin kuranda da geçtiğini, aslında Hz İsa’nın 13 havarilerinden olan Matta’nın burada kalındığına dair bilgiler verdi. Savaşın yoğun olduğu dönemlerde 2011 ve 2012 Zagros alanlarını bombalayan pilot kendisi itiraf etmişti. Birçok kiliseyi isabet etmesine rağmen içlerinde bir tek vuramadığı kilise Matê kilisesi idi. O yüzden de bu köye gelip görmeyi bile denemiş fakat gerillanın bu alanda bulunması onları korkutmuş olacak ki buna göze alamamış.
Matê kilisesinin tavan kısmında büyük bir ağaç yer alıyordu. Büyük yaşlı ağaç kilisenin ne kadar eski olduğuna da aynı zamanda tanıklık ediyordu. Yaprakları kilisenin tavanına sarkarken sanki binyılların yorgunluğunu taşıyordu. Katliamlara, ayrılıklara, gözyaşlarına ve kim bilir daha nice olaylara tanıklık etmişti ağaç. Kilisenin içi oldukça genişti. Büyük bir salonda iki tane pencere vardı. Fark ettiğim ve ilginç gelen şey ise bu pencereler güneşin doğuşu ve batışı izlenebilecek yerlerdi. Güneş doğduğunda içerisi aydınlanıyordu. Ve yine güneş battığında son ışıkları içeriyi aydınlatıyordu. Tüm bunları hesap ederek kiliseler yapılmıştı. Daha farklı odacıkları da yer alıyordu. Odanın duvarlarına dokununca yüreğimden bir şeyler kopuyormuş gibiydi. Gözlerimi kapatıp tarihe yolculuk yapmış bir huşu içindeyken Ruken arkadaşın çağırması ile gitmek zorunda kaldım. Yolculuğum yarıda kalmıştı.
Eskiden Bazê’de yaşayan Kürtler devlet zoru ile kuruculaştırılmış. Bazê köyünün hemen aşağısında bulunan Aşuti köyünde yaşayanlar ise kuruculuğu kabul etmedikleri için oradan göç etmişler.
Tüm bunları dinlerken Asurilerin, Kürtlerin ve ondan sonra burada yaşayan insanların ne kadar acı çektiklerini bir kez daha iyi anladım. Milletlerin birbirlerine nasıl düşman edildiğini duymak insanda bir öfkeye neden oluyor. E tabi öfkelenmek de yerinde olsa gerek. Bazê köyünün acılarını sessizliğine bırakarak oradan ayrılırken durmadan arkama dönüp yine oralara bakıyordum. Sanki bir şeyler beni çekiyor gibiydi. Kim bilir belki de orada katledilen insanların çağırışlarıydı. Daha eskilerden gelen tanrıçaların direniş çığlıklarıydı belki de. Bu mekanlardan geçerken tarihin nasıl belleğimizi güncelleştirdiğini teker teker yaşadık. Bir zamanlar insanlığın ilk tohumlarının atıldığı bu mekanlar halen de o insanlık namına kalan değerler için mücadele ediyor. Hani derler ya toprağın da hafızası ve ruhu vardır. Buralar o ruhu ve hafızası canlandıran topraklardı yeter ki duyumsamayı bilin…[1]
Jiyan Tekoşîn