Ben Gül Teorisi diyorum. Gül üzerine düşündüm. Gül, kendini korumak için diken çıkarıyor. Bir gülün, bir bitkinin bile öz savunması vardır. Öz savunma için doğaya, tabiata bakmak bile yeterlidir. Bir Gül kadar bile kendimizi öz savunmaya hakkımız yok mudur? Öz savunma kutsaldır. Hatırlıyorum küçükken bizim köyde ihtiyar bir amca vardı, diyordu ki, “biz kuru tahtalar gibiyiz.” Ben “bu nasıl olur?” diyordum. Bir ağaç bile kayaları delerek kök vermekte, kendini yaşatabilmektedir. Bunun kadar da mı olamıyoruz? Bu savunmalarımda da öz savunmayı derinlikli açtım. Ben tüm Kürtlerin kendi öz savunma sistemlerini kurmalarını, bu yöndeki tedbirlerini almalarını defalarca dile getirdim…
Her grubun herkesin, kadınların, özellikle kadınların kendilerini savunmaları gerektiğinden bahsetmiştim. Kendi öz savunmalarını geliştirmeleri gerektiğini söylemiştim. Herkes bilinç ve iradeleriyle kendilerini korumalarını bilmelidirler. İlginçtir, savunma yapmaları gerekenleri de ben savunmak durumunda kalıyorum.” (Önder APO)
Toplumu fizik veya cansız maddi bir gerçeklik olarak görmek veya göstermek en büyük egemenlik yaklaşımıdır. Çağımızın bütün iddialarına rağmen toplumsal varlık konusunda bir cehaleti ve kendini bilmemeyi yaşadığını anlamak ve çözümlemek gerekiyor. Bu cehaletin esas kaynağı, iktidar eliyle yapay olarak oluşturulan bilgi ve kimlik biçimleri olmaktadır. Doğadaki canlılığın en gelişkin düzeyini yaşamın toplumsal niteliğe sıçraması olarak görmemeyi bilinçli bir çarpıtma değilse, en büyük körlük olarak değerlendirmek gerekir. Doğada sayısız zengin ve akıl almaz yollarla ve yöntemlerle kendi savunmasını yapan “ister buna refleks, ya da şartlı refleks deyin” her canlıda bir zeka biçiminin olduğunu görmemek mümkün değildir. Bir tırtılın haftalarca içerisine saklandığı yeşil yaprağı nasıl kıvırarak bir rulo haline getirdiğini, fakat çevredeki birçok yaprağı da sırf dikkat çekmesin, kamuflesini iyi yapsın diye aynı şekilde kıvırdığını görmek bu gerçekliği anlamaya yeterdir. Bu olmazsa, tırtılın kelebek haline gelişi ve olgunlaşarak yaşam süresini tamamlaması düşünülemez. Canlılık ancak kendini savunma ve koruma ile düşünülebilir.
İkinci doğa olarak toplum, diğer canlı türlerinden yarattığı ortak akıl ve farklı oldukça esnek ve gelişkin zeka düzeyiyle ayrılır. Bu anlamda toplumsallık özünde kendisinde yarattığı anlam gücüdür. Anlam gücü; öz bilinç olarak kendinin farkında olmayı gerektirir. Öz bilinç toplumsallığın, kolektif yaşam üretim ve varoluş dışında gelişmez. Aynı zamanda bir tarihsel hafıza birikimini ve bunun aktarımını gerektirir. İnsan her defasında sıfırdan kendisini yaratmamaktadır; toplumsal birikimler üzerinden kendisini var etmektedir. Bu birikimin yüzbinlerce yıllık bir tarih ve geçmiş, yaşanmışlık, bilgi ve tecrübe ile oluştuğu açık. Öz bilinci, biz bunlardan ayrı düşünemeyiz. Dolayısıyla insanı bilmek, onun toplumsal tarihini bilmeyi gerektirir. Bilgi, tecrübe hızla toplanan, aktarılan ve hep üzerine eklenen bir değer haline gelir. Ateşin nasıl oluşacağından tutalım, taşın nasıl kullanılacağı, nasıl biçimlendirileceği, ya da barınak yerlerinin nasıl yapılacağından, neyin ne zaman, nasıl yenilip yenilmeyeceğine ilişkin bilgi, öfkenin nerede, sevgi bağlılığın nerede, hangi davranışa olması gerektiğinin öğrenilmesi kendisiyle birlikte çok canlı ve biçimlendirici bir ilişki biçimini ve örgüsünü getirmektedir. Nasıl yaşanacağına ilişkin bilgi için insan, yüzbinlerce yıl öncesine gidip, yeniden tecrübe etmemektedir. Bir çırpıda hazır bilgi birikimini edinerek yetişmektedir. Bunlar olmazsa, öz bilinç gelişmez. Öz bilinç özünde toplumsallığın ve tarihsel birikimin insandaki yansımasıdır. İnsanın birey olarak kendi yaşam sürecinde buna ekleyeceği verilen bilgi birikimi ile karşılaştırıldığında çok sınırlıdır. Dolayısıyla insan kendi yaşam süresini yaşar; ama devasa toplumsal tarihsel sürenin biriken maddi ve manevi değerlerine dayanarak
Toplumsallığın gücü ve kendisini savunması onun kendini özümsetme gücündedir. Toplumsallık emek verilmiş, anlamlandırılmış ve kimliklendirilmiş bir yaşam çerçevesi ve ilişkiler ağıdır. Bu ağın kendisini var etmesinin yöntemleri ve araçları her çağda değişse de, özünde çok derinlikli sosyalleştirme, davranış, düşünce, dil, duygular kazandırma temelindedir. Bunun birey şekillenmesindeki derinlik ve etkinlik o kadar etkileyicidir ki, bütün kimliklerin köküdür. Buradaki bağları, etkileri ve sonuçları ortadan kaldırmak mümkün değildir. İnsan bunlarla var olur; kimlik kazanır ve yaşam gücü haline gelir. Bireyin bu anlamda topluma katılımı, toplumun birikimini kendisinde toplayabilmesi, bunu ifadeye kavuşturabilmesi ve onun dinamiği haline gelmesi başlı başına yaşam boyu süren bir eğitimdir. Bireyin toplumsallıkla donanımı gerçekten çok çarpıcıdır. Buradaki bağı anlamak, toplumun öz savunmasını anlayabilmenin temel koşuludur. Bütün korkuları, güvensizlik ve şüpheleri, zayıflıkları ve göreceliliği ile insan, toplumsallığa hazırlanır. Bunun mekanizmaları, gelenekleri ve sistemleri çok kapsamlıdır. Bireyin toplumun özeti, yansıması ve onun yaratıcı bir öğesi, yani toplumsal varlık haline gelmesi, politik ve ahlaki düzenekleri gerektirir. Kürt Halk Önderi bu konuda; “Ahlak insan toplumunun ilk örgütlenme ilkesidir. Esas işlevi, analitik zeka ile duygusal zekanın toplumun iyiliği için nasıl düzenleneceği, nasıl ilke ve tutumlar haline getirileceği ile ilgilidir. Toplumunu savunamayanın onurlu yaşam hakkı olamaz. Ama ahlak olmadan da toplumun savunması yapılamaz” der. Kendisini politik ve ahlaki olarak yapılandıramayan bir toplulukta katılım ve oluşum gerçekleşmez. Katılım demokrasidir. Bireyin bütün düşünsel, duygusal ve fiziksel gücüyle toplumsal yaşama katılımı ancak çok büyük bir özümsemeyi ve özgürlük zeminini gerektirir. Özümsemenin de, özgürlüğün de bütün ifade alanlarının, biçimlerinin ve mekanizmalarının toplamı toplumsal öz savunmanın konularıdır.[1]