Mardin'i geçip Rojava sınırına yaklaştığınızda, yüzlerce kilometre uzunluğunda teller akıyor. Bazı yerlerde ise dik duvarlar inşa edilmiş.
Ev sahibim Dicle Enter, “Hatırladığım kadarıyla sınırın bu tarafında hep Türk karakolları var. Sınırın diğer tarafında hiç Suriye karakolu görmedim” diyor.
Yüz yıldan fazla bir süredir Rojava Kürtleri Kuzey’e “Serxet” Kuzey Kürtleri ise Rojava’ya “Binxet” diyor. Bir zamanlar Almanlar Qamişlo ile Nusaybin arasında bir demiryolu hattı inşa ederek bölgeyi ikiye bölmüş.
Eskiden her iki taraf da dikenli tellerin arkasından birbirlerini görürdü. Bayramlarda sınıra gidip bayramı birlikte kutlarlardı. Birbirlerine şeker atarlardı. Ama şimdi dikenli tellerin yerini yerini Türkiye'nin diktiği yüksek ve uzun duvarlar almış. Bu yüzden kimse kimseyi görmüyor artık.
Türkiye bunu Avruğa Birliği’ne üye olmak istediği bir dönemde yapıyor. Oysa sınırları kaldırma arzusu ile Avrupa'nın karşısına çıkıyor.
Türkiye'nin inşa ettiği duvar, Çin Seddi ve Amerika'nın Meksika sınırına göçmenlere karşı inşa ettiği duvardan sonra üçüncü yüksek ve uzun duvar olarak biliniyor.
Duvarlar gerçekten korkutucu. Geçen yıl Qamişlo ile Nusaybin arasındaki duvarı yakından gördüm. O zaman biz Kürtlerin durumunu daha iyi anladım.
Nusaybin’e daha varmadan kuzey yönüne döndük. Asfalt yol o kadar da kötü değil. Savaşın izlerini yansıtan birkaç köyün kıyısından geçiyoruz. Bu köyler 90'larda Türkiye tarafından yakılmıştı, ancak son zamanlarda yeniden inşa edildiler ve sakinleri geri döndü. Bazı evler yıkılan evlerin birkaç yüz metre ötesine inşa edilmiş.
Musa Anter müzesi ve mezarının bulunduğu Stlîle köyünü ziyaret etmek istiyoruz. Apê Mûsa Anter 1920 yılında Nusaybin’e 20 kilometre uzaklıktaki Ziving köyünde dünyaya gelmiş ancak 1974 yılında yakınlardaki Stlîle adlı başka bir köye taşınmış.
Apê Mûsa Anter, 1985'e kadar da köyünde kaldı. Ancak defalarca tutuklanıp işkence gördükten sonra yoruldu. Bir süre yazmamaya, köye dönüp çiftçilik, çobanlık yapmaya karar vermişti. Bu nedenle koyun/ keçi yetiştirmeye ve bahçesiyle ilgilenmeye başladı.
Köyün sakinleriyle iyi bir ilişki kurdu, şimdi o köyün sakinlerinin sayısı 6 bin kişiye ulaştı. Köylüler Apê Mûsa hakkında konuşurken, kederlendiler. Yaşlıca bir kadın Apê Mûsa’dan sevgiyle söz etti ve esprili biri olduğunu, onları Kürtçe konuşmaya teşvik ettiğini söyledi.
1990'dan sonra HEP kurulup Apê Musa partinin onursal üyesi olarak atandığında, damarlarında yeni bir Kürdlük kanı dolaşmaya başladı. Kürtlüğün yükünü omuzlarına aldı ve onlar için bir kültür merkezi haline gelen İstanbul'a gitti.
Bütün Kürt kurum ve kuruluşlarında bulundu. Kürt Enstitüsü, Mezopotamya Kültür Merkezi, Ülke gazetesi, Yeni Ülke, Welat, Azadiya Welat ve daha birçok kurum... Kürtçe yayınlanan Azadiya Welat gazetesinde okurlar yeniden yazılarıyla buluşmanın mutluluğunu yaşadı.
Şehre dönmesi köyünü ziyaret etmesi için bir engel değildi; zaman zaman köyü ziyaret ediyor, birlikte büyüdüğü çınar ağacının gölgesinde özgür bir nefes alıyordu. Silahlı çatışmanın yaygın yaşandığı yıllarda Apê Mûsa’nın köyü de PKK’lilerin kontrolündeki köylerden biriydi ve develer güçleri o bölgelere kolay kolay giremiyordu.
Dicle Anter, 1980'lerin sonlarında yaşanan bir olayı anlattı. PKK’liler bir ara bölgenin varlıklı kişilerinden “devrimci vergi” talep ediyormuş. Bu kişilerden biri de Apê Mûsa’ymış; ancak buna çok kızmış ve bir kuruş bile vermeyi reddetmiş. Mesele onu öldürmekle tehdit etme noktasına kadar varmış.
PKK liderliğinin bundan haberdar olup olmadığı belli değilmiş. Ama Apê Mûsa’nın kişiliği ve şöhreti ondan af dilemelerine neden olmuş. Mesele öyle bir noktaya gelmiş ki PKK, para isteyenleri cezalandırmaya karar vermiş. Ama Apê Mûsa, “Benim yüzümden hiçbir Kürdün zarar görmesini istemiyorun” diyerek onları affetmiş.
Musa Anter'in kalemi Türk devletini çok rahatsız etmişti. Ona zarar vermenin, tutuklamanın, aşağılamanın, işkence etmenin her yolunu denediler. Ama teslim olmadı. Bu yüzden ondan ne şekide olursa olsun “kurtulmaları” gerekiyordu.
1990'ların başında PKK'nın önde gelen üyelerinden biri olan ‘Hogir’, Apê Mûsa’nın köyünün de ait olduğu Nusaybin bölgesinde “sorumlu” olarak görev yapmaktadır. Muhtemelen Apê Mûsa’yı da tanıyordu. Görünüşe göre Apê Mûsa ona yardımda da bulunmuş. Fakat Hogir ani bir şekilde devlete teslim oldu.
Kuzeyde yaygın olarak, devlete teslim olan ve devletin hizmetine giren kişilere “itirafçı” deniyor. Hogir da itirafçı olarak eski yoldaşlarına büyük zarar vermeye başlıyor.
Arkadaşları ve akrabalarının şüphelendiği üzere devlet, Ergenekon döneminde Musa Anter'in de aralarında bulunduğu çok sayıda insanı öldürmeyi planladı. Her biri için bir senaryo oluşturuldu. Karar ve planlama merkezi Ankara'ydı. İtirafçılar da o planın uygulayıcıları oldular. Kürtlerin Kürtler tarafından katledilmesinin uzun ve denenmiş bir tarihi var.
Hogir'ın bir süre sonra Apê Mûsa ile ilişki kurduğu söyleniyor. Onu “ihaneti bırakıp gerillalara dönmek istediğine” inandırıyor. Apê Mûsa’dan da aracı olmasını istiyor.
Apê Mûsa, Hogir'in sözlerine aldanıyor ve kaçamayacağı bir tuzağın içine çekiliyor. Bir konferansa katılmak üzere Diyarbakır’da bulunduğu sırada Hogir ve ekibi onunla iletişim kuruyor. Bir arabaya bindirip götürüyorlar ve bir sokakta öldürüyorlar.
Musa Anter'in şehadet haberi kısa sürede dünya gazetelerinde yayınlandı. Ben İsveç'teyken gazetelerde Musa Anter'le ilgili haber ve resimler yayınlandığını hatırlıyorum.
Musa Anter'ın öldürülmesiyle ilgili çok sayıda kişi tutuklanmasına rağmen, davayı kapattılar. Şimdi bu suçun üzerinden 30 yıl geçti ve dava hala sürüyor. Hükümet, “faili meçhul” bahanesiyle davayı tamamen kapatmak istiyor. Böylece Apê Mûsa'nın ve onlarca başka insanın kanı boşa akmış olacak.
Musa Anter'in katilleri, cenazesini ailesine vermezler, gizlice eski köyünde (Ziving) toprağa verirler. Fakat Musa Anter, evinin bahçesine gömülmeyi vasiyet etmişti. Bir yıl sonra devlet, sadece arkadaşları ve akrabalarının törene katılması şartıyla, cenazesinin sessizce Stlîle köyüne defnedilmesine izin verir.
Dicle Anter, babasının şehadetinden iki gün sonra İsveç'ten Diyarbakır'a gelebildiklerini söylüyor. “Cinayet sırasında giydiği kıyafetleri almak için çok uğraştık ama devlet bunu da bizim için çok gördü. Sadece kanlı çorabını alabildik. Onun da fotoğrafını çektik müzeye koyduk” dedi.
Musa Anter hakkında ne kadar yazılsa daha az kalır. Kürt halkının tarihinin neredeyse bir asrı demektir Musa Anter. Yargılandığı davalarda iğnelemeleri ve esprilerinden nasibini almamış çok az hakim vardır.
Yazıyı Musa Anter’in mahkemede hakimle yaşadığı bir diyaloğu aktararak sonlandırmak istiyorum. Bir keresinde bir duruşmada hakim Musa Anter’in yanlış yolda olduğunu ve görüşlerini değiştirmesi gerektiğini belirterek onu ikna etmeye çalışır. Ona “Musa Bey sen deli bir öküze binmişsin” der. Bunun üzerine Musa Anter de yargıca dönerek, “Senin bahsettiğin Türkiye hasta bir çocuğa benziyor. Bir gün bir kadın hasta çocuğunu alıp doktora götürüyor. “Bu çocuk felç oldu, gözleri görmüyor, dili dönmüyor, kulakları duymuyor, ne kadar hastalık varsa çocuğumda var. Lütfen çocuğumun dertlerine bir çare bul” diye yakarıyor. Doktor bu sözleri duyduktan ve çocuğu da gözleriyle gördükten sonra kadına “Sen çocuğu bırak da şu odaya geçelim” der. Şaşıran kadın doktora “Hasta olan çocuk ben değilim” der. Bunun üzerine doktor “Biliyorum hasta olan çocuk. Ama onun için yapacak bir şey yok. Ancak ben ve sen yeni bir çocuk yapabiliriz” der. Hakim Bey sizin bahsettiğiniz Türkiye de bu çocuğun durumuna benziyor. Bu çocuğun (Türkiye’nin) artık iyileştirilecek tarafı kalmamış. Gelin hep birlikte Türkiye'yi yeniden kuralım.”[1]