=KTML_Bold=Çünkü yabancıydım=KTML_End=
11 Temmuz 2024 Perşembe
Bahar Bektaş’ın hayatından yola çıktığı “Sürgün Asla Bitmez” belgeseli izleyiciyle buluştu. Sürgün ve yabancılaşmaya odaklanan filmin yönetmeni Bektaş, “kendi hikayemi çektim” dedi.
HAKAN TÜRKMEN/BERLİN
Yönetmen ve senaryo yazarı Bahar Bektaş’ın kendi hayatından yola çıktığı “Sürgün Asla Bitmez” belgesel filmi Berlin’de gösterildi. Film, 1989 yılında Almanya’ya göç etmek zorunda kalan Bektaş ailesinin sürgününe odaklanıyor.
Baba Mustafa Bektaş, 1974 yılında 16 yaşındayken Türkiye’de siyasi faaliyetlerinden dolayı 12 yıl cezaevinde kalır. Cezaevinde kendi anlatımıyla “Kola şişelerinden, filistin askısına” işkence görür. Baskı ve zulüm Almanya’ya geldikten sonra da devam eder. Alman polisinin ajanlık dayatması, sürekli takip etmesi filmde altı çizilen bölümlerden.
Anne Yıldız Bektaş’ta baskılardan nasibini alır. “Alışverişe gittiğimizde acaba yine kızacaklar mı” kaygısı yaşadığını söyleyen anne Bektaş “Kahrolsun yabancılar” söylemleriyle hep karşılaştıklarını anlatıyor.
Sonra Bahar’ın kardeşi Taner cezaevine girince aile Almanya’da kalmak yerine Dersim’e giderler. Ancak artık Dersim’e de yabancılaştıklarını görürler.
Kendi hikayem
Film gösterimi sonrası Bahar Bektaş ile konuştuk. Belgesel filmi kendi hikayesinden esinlenerek perdeye aktardığını anlatan Bektaş, sürgünün hayatında belirleyici bir rolü olduğunu vurguluyor: “Ailem, politik sebeplerden dolayı Dersim’den İzmir’e ardından Almanya’ya sürgün oldu. Çocuk yaşlarda kendimi ifade etmenin yollarını arıyordum. Bunu; resim, dans, müzik gibi sanatsal çalışmalar ile yapmayı seviyordum. Bununla yetinmedim ve bir gün film çekmek ve sinemalarda gösterebilmek hayali kurdum ve bu hayalin peşinden koştum.”
Belgeselde aktardığı yabancılaşmanın çocukluğuna dayandığını dile getiren Bektaş, o günlerden şöyle bahsediyor: “Çocuk yaşlarda sadece Kürtçe konuşuyordum fakat aradan zaman geçtikçe artık anadilimi konuşamaz duruma geldim. Okulda Kürtçe konuşmama izin verilmiyordu. Yaşam koşulları da anadilimi konuşmamı tehlikeli kılıyordu. Alevi inancına sahip olduğumuzu ‘sır’ gibi saklamak zorundaydık. Almanya’ya geldiğimizde ise bu sefer de yabancı bir dil daha öğrenmek zorunda kaldığım için dezavantajlı durumdaydım. Arkadaş edinmem zordu, çünkü yabancıydım. 90’lara geldiğimizde ise Neo-Nazilerin saldırıları bizim açımızdan gerçekten travmatikti. Bütün bu adaletsizliği gördükten sonra ayrımcılığa uğrayan insanların görünür hale gelmeleri ve siyasi mücadelelere entegre olmalarının önemli olduğunu düşünmeye başladım.”[1]