Kürt diplomasi tarihinde bugüne kadar ulaştığımız belgelerin çoğunun, XOYBÛN örgütünce gerçekleştirilen diplomatik ve kültürel etkinliklere ilişkin olduğunu biliyoruz. Ancak, bunlar dışında büyük devletlerin dışişleri arşivlerinde henüz tümüyle günyüzüne çıkmamış çok daha büyük ölçekte bir külliyatın varolduğunu da tahmin etmek zor değil.
Osmanlı döneminde neredeyse tüm yüksek okullar “askeri” karakterliydi. Sözgelimi Dr. Abdullah Cevdet “Askeri Tıbbiye”, Nuri Dersimi “Askeri Baytariyye”, İhsan Nuri ise doğrudan subay yetiştiren Harbiye mezunuydu. Keza, Kürt ulusal örgütlenmelerine öncülük eden kadroların büyük bölümü de bu tür yüksek okullardan yetişen kişilerden oluşuyordu.
Nitekim, askeri doktor olan Abdullah Cevdet Bey ile muvazzaf subay olan İhsan Nuri Bey, İttihad ve Terakki Hareketinin aktif üyeleriyken, 1912 Selanik Kongresi ve 1913’teki Babıâli baskınıyla iktidar olduktan sonra bu hareketten koparak, doğrudan Kürt hareketi içinde yer alan aydınlardan ikisiydi.
Kürt diplomasi tarihinde bugüne kadar ulaştığımız belgelerin çoğunun, XOYBÛN örgütünce gerçekleştirilen diplomatik ve kültürel etkinliklere ilişkin olduğunu biliyoruz. Ancak, bunlar dışında büyük devletlerin dışişleri arşivlerinde henüz tümüyle günyüzüne çıkmamış çok daha büyük ölçekte bir külliyatın varolduğunu da tahmin etmek zor değil. Nitekim, 1992’de “Kürt Milliyetçiliğinin Kaynakları ve Şeyh Said İsyanı/ 1880- 1925” konulu çalışmasını yayımladığımız Prof. Dr. Robert Olson, salt Amerikan ve Büyük Britanya arşivlerinden yararlanarak, Ankara’daki Meclis’te görüşülen “Kürt Muhtariyeti”ne ve Azadî örgütlenmesine ilişkin birçok önemli belgeyi ilk kez gözler önüne seriyordu. Yine, Bilal N. Şimşir gibi Türk diplomatlarının “İngiliz Belgeleriyle Türkiye’de Kürt Sorunu /1924- 1938” türü çalışmalarından biliyoruz ki; 1930 Ağrı Ayaklanması’na ilişkin çok sayıda gizli diplomatik yazışma bulunuyor.
Hüsrev Gerede’nin anıları
Bu konuda, dönemin Tahran Büyükelçisi Hüsrev Gerede gibi Türk diplomatlarının anılarında da, 1930 Ağrı İsyanı ve katliamına ilişkin birçok önemli bulguya tanık oluyoruz. İran ve Türkiye’nin, bu aşamada nasıl bir işbirliği içine girdiklerini bu tanıklıklardan ayrıca öğreniyoruz: “Ağrı İsyanında, Türkiye ile İran arasındaki sınır yeniden çizilirken, Ağrı’nın güneydoğusundaki Aybey dağının (emniyetimiz noktasından hududumuz dahiline alınması) istenmiş ve pazarlıklar sonucunda bu istek gerçekleşmiştir. (...) Başlangıçta Kürtlerin kendi sınırları içindeki çalışmalarına göz yuman İranlılar, daha sonra bunları yasaklamışlar, hatta bastırılmasında Türkler ile işbirliği yaptıkları gibi, güneyden aldıkları bir araziye karşılık, stratejik bir önem taşıyan Türk işgali altındaki dağlık bir bölgeyi resmen bize vermeyi de kabul etmek zorunda kalmışlardır.” (Bkz. H. Gerede: Siyasi Hatıralarım/ İran; İst. 1952’den naklen, Mete Tunçay: Türkiye Cumhuriyeti’nde Tek- Parti Yönetiminin Kurulması/ 1923- 1931; Ank. 1981, s. 243).
Üç sınır anlaşması
Türk yönetimleri, Lozan’dan sonra sınırlarında hiçbir değişiklik olmadığını iddia etseler de; 1921-22’de İngiliz ve Fransızlar’la yaptıkları gizli anlaşmalar sonucu Musul Komisyonu ve Milletler Cemiyeti yoluyla, Güney Kürdistan’ın İngiltere’ye, Rojava’nın Fransızlar’a nasıl bırakıldığı bilinmeyen birşey değildir. Keza, Ağrı İsyanı üzerine Türkiye ile İran arasında yeniden düzenlenen sınır, Kürt tarihinde “Pêymanê Se Sinor” (Üç Sınır Anlaşması) olarak hafızalardadır.
Bu İsyan ve katliam üzerine hem Türk subayı Zühtü Güven’in hem de İhsan Nuri’nin anıları aynı zamanda 1929-1932 yılları arasında katliama bizzat katılan Türk subayının yaklaşımlarını cevaplar niteliktedir.
Türk subayının anıları resmi tarihin bir yansıması olsa da kimi zaman ilginç gözlemler de sunar. Sözgelimi, Kürt kadınlarının Ağrı ayaklanmasındaki mücadele ve direnişleri ile serzenişleri, bu subayın dikkatinden kaçmaz. Aynı olguya, yıllar önce gizli raporlarını yayımladığım Şark İlleri Asayiş Müşaviri, atamalı Prof. Hasan Reşit Tankut’un anılarında tanık olmuştum. Tankut, anılarının bir yerinde şöyle diyordu:
“Gençliğimden itibaren çok gezerim. Bütün Anadolu’yu, Hazar Denizi’ne dek Doğu’yu, tepesine dek Ağrı Dağı’nı gezdim. Bu dağda, bir mağaraya sığınmış, münzevi genç kadınlar gördüm. Bunlar talihsiz aşk kurbanları idiler. Orada, mağaranın ışıklı bir yerinde duvarda hançer ucuyla oyulmuş Kürtçe bir yazı okuttular. Bunu bir kadın oymuş: Ben ne açlıktan öldüm ne susuzluktan! Beni öldüren ıssız dağların uğultusudur!...”
40 bin insan hayatını kaybetti
Ağrı isyanı ve katliamı, Kürt Halk Edebiyatı’nda belki de en çok manzum/ şiirsel esere konu olmuştur. Türk ordusunun bu katliama 60 bini aşkın asker ve zehirli gaz atan onlarca uçakla katıldığı; katliam sonunda Zîlan Deresi’nin lebaleb insan cesediyle dolduğu; katliamda resmi açıklamalara göre 10 bini, resmi olmayan anlatımlara göre 40 bini aşkın insanın hayatını kaybettiği söylenir.
Başta Yılmaz Çamlıbel’in “Agırî Sahipsiz Değildir/ Ağrı Kürt Ulusal Ayaklanması” (Deng yay. İst. 2007) konulu kitabı olmak üzere, Ağrı isyanı ve katliamı üstüne halk tarafından yakılmış çok sayıda kılam, şîn kılamı ve destan bulunuyor.
Ayrıca, katliamdan kurtulmuş nice kişi bu katliama ilişkin acılı tanıklıklarını da günümüze ulaştırdılar ki, bunlardan biri de Naci Kutlay’ın ağabeyisi ve benim de doğrudan tanıdığım Süleyman Kutlay’dı. Bir gözlemini şöyle anlatıyordu: “Çocukluk yıllarımda (1930’ların başı) Türk atlı askerleri geçtiklerinde, terkilerinde, kesik insan başları sallanıyor, yalp yalp atların sağrılarına inip kalktıkça, kan sıçrıyordu. Kürt direnişçilerin başıydı bunlar. Subaylar, teslim ettikleri insan başlarına karşılık para ödülü alıyorlardı. Onlar geçerken, kadınlar kısık sesle (wey dayikê, em belengazin) diye ağıda başlıyor, erkekler başları düşük, bakışları yerde sessizce ağlıyorlardı.” (A. Kahraman: Alçaklar ve Apê Musa’nın Evlatları...; Öz- Po, 25.10.2012).
Yaşar Kemal’in Deniz Küstü romanı
Ağrı katliamı, roman anlatımıyla da olsa ünlü romancı Yaşar Kemal’in “Deniz Küstü” romanında da yansımasını bulur. Katliamı yöneten General Salih Omurtak’ın uygulamalarını bir askerin ağzından aktarır: “Salih Paşa, elinize geçen Kürt’ü kurşundan geçirin. Bir tanesini sağ bırakmayın bu yılanların diye bağırıyordu... Ölen her askere karşılık bir Kürt köyü yakıyor, ne kadar erkek varsa köyde kurşundan geçirtiyordu. (...) Bir bahar Ağrı Dağı’nın eteklerini bir bir dolaşarak yaktık yıktık, yangın yerine çevirdik; öldürmedik, sürmedik adam koymadık. Kürtler’in kökünü kestik...” (Bkz. A. Taner Kışlalı: Kürtler, Kürtçüler ve Biz, Cumhuriyet, 3-9 Kasım 1995).
Cemal Süreya ve Ahmed Arif
“Komkujuya Geliyê Zîlan” (Zilan Deresi Katliamı)’nın, çağdaş edebiyatta da yansımasını bulmaması kuşkusuz mümkün değildi. Nitekim, daha üç yaşındayken sürgünle tanışan Dersimli şair Cemal Süreya, “Kısa Türkiye Tarihli” başlıklı şiirinde, Ağrı hareketinin önemli destekçilerinden Celalî aşiretinden giderek, hareketi çağrıştıran kavramlarla şu değinmede bulunur: Şelaleye/ Düşmüştür/ Zeytin dalı/ Celaliyim/ Celalisin/ Celali...
Esasen, Ahmed Arif’in ünlü “33 Kurşun” şiirinin kaynağı da, Özalp’daki General Muğlalı katliamının yanı sıra, 1930’da yaşanan Ağrı/ Zilan soykırımıdır:
Vurulmuşum
Dağların kuytuluk bir boğazında
Vakitlerden bir sabah namazında
Yatarım, kanlı upuzun...
Vurulmuşum
Düşüm, gecelerden kara
Bir hayra yoranım çıkmaz
Canım alırlar ecelsiz
Sığdıramam kitaplara
Şifre buyurmuş bir paşa
Vurulmuşum hiç sorgusuz, yargısız.
Ağrı İsyanı’nın, sürgündeki Kürt Özgürlük Örgütü XOYBÛN’un örgütlemesi ve görevlendirmesiyle İhsan Nuri liderliğinde sürdüğü bugün herkesçe bilinmektedir. Zaten kendisi de bu gerçekliği “Kürtler’in Kökeni” ve “Ağrı Dağı İsyanı” gibi kitaplarında açıkça vurgulamaktadır: “Ben Xoybûn’un üyesi, Kürdistan ordularının genel komutanıyım. Ben, Xoybûn’un emriyle bu göreve atanmış bulunuyorum. Görevim, Türk devletinin Kürdistan’ın bağımsızlığını kabul edip ordularını buradan çekeceği güne kadar devam edecektir.” (Y. Çamlıbel: Gilîdax Bêxwedî Nîn e, Deng, 77/ 2006).
İşte, İhsan Nuri’nin bu aşamada bölgede çıkarılan “Ağrı” gazetesinde yayımlanan kimi makale ve bildirilerine de tanık oluyoruz. Hareketin lideri İhsan Nuri imzasıyla ve Xoybûn adına Kürdistan’a dağıtılan bu bildirilerde, özetle şöyle denmektedir:
“Ey Kürtler! Xoybûn’un amacı, Kürtler’i Türk devletinin boyunduruğundan kurtarmak ve Kürdistan’ı özgür bir ülke haline getirmektir. Xoybûn örgütü, Türk hükümetleri için büyük bir endişe kaynağıdır. Türk hükümetleri bundan önce de, suikastler ve hileler yoluyla, Kürt örgütlerini dağıtmıştır. Şimdi de Xoybûn’u dağıtmak istiyor.
Kürtler, kardeşler! Hayatınızı tehdit eden yeni bir tehlikeyle karşı karşıya gelmiş bulunuyorsunuz. Yakılmış yüzlerce köyü, öldürülmüş binlerce Kürdü, kızlarımızın ve kadınlarımızın sefaletini gözlerinizin önüne getiriniz.
Birbirinizi seviniz ve silahlarınızı koruyunuz. Aranızdaki düşmanlıkları unutarak, yeni zulümlere karşı beraberce direniniz. Birlik içinde olunuz. Umudunuzu yitirmeyiniz. Ve atalarımızın şu sözünü unutmayınız: Bextê Romê tunne...”
Sona Giderken: Ağrı/ Ararat İsyanı ve Katliamı, günümüzde hafızamızda iz bırakan “Çemê Çetelê” türü nice şîn kılamları ve halk destanları bırakırken; soykırım eksenli bu katliam sadece Türk karikatürlerinde ifadesini bulmuyor, harekete doğrudan katılan Pilot Miralay Naim Bürküt gibi Türk subaylarının çektiği fotoğraflarla da bilince kazınıyordu (Bkz. Y. Çamlıbel: Serhildana Agirîyê/ Ağrı Albümü- 1930).
Yeni belge
Şimdiyse, tarihçi Dr. Sedat Ulugana’nın, Fransız Dışişleri Arşivi’nde bulduğu ve yayımladığı (Bkz. 95 Yıl Sonra İhsan Nuri’nin Bildirisi, Öz- Po, 28-29. 12. 2020) bir bildiriden; Kürt diplomasi külliyatına yeni ve önemli bir belge daha katılmış oluyor. Çünkü, sürgündeki Kürt aydınlarının 1926’da Başbakan İsmet Paşa’nın şahsında Hükümet’e sunduğu ve bugün de geçerliliğini olduğu gibi koruyan, 1993’te ilk kez “Kürtler ve Ulusal-Demokratik Mücadeleleri” konulu belgesel çalışmamızda yayımladığımız “Muhtıra-Mektup”tan bir yıl önce yani 1925 Kürt İhtilâli’nin hemen akabinde İhsan Nuri’nin de kapsamlı ve uyarıcı bir “Bildirisi”ne tanık oluyoruz. Bu “Bildiri”nin de, Kürt diplomasi tarihine anlamlı bir katkı sunduğunu şimdiden söyleyebiliriz[1]