Kadife karası gözleri umutla renklendi şimdi. Kulaklarında sımsıcak sesler. Yaşamın bütün imgeleri parladı gözlerinde. Külçe külçe anılarına bakıyor, sahneler arasında gidip geliyor… Geniz kurutan, iç acıtan yalnızlık ile öncesi-sonrası yokmuş gibi sıkışıp kaldığı yerde dönüp duran zaman parçalanıyor.
Gri bulutlardan kar yağıyordu nazikçe. Beyaz ve sinsi bir sessizlik vardı. Rüzgar, belli belirsiz bir su sesini rüzgarla savuruyordu; ses dalgalanarak yükseliyordu vadiden. Vurulan bir balta sesi boğuluyordu yamaçlarda.
Etrafa baktı önce, sonra tekrar vurmaya başladı baltayı.
“Bu parçayı da kessek yeter mi Mizgîn?”
“Yeter heval.”
Son bir kar tanesi düştü yamaca. Rüzgarı artık daha soğuk hissediyordu yüzünde. Başını yukarı kaldırdığında üzerine gelen kar selini gördü. Son çığdan sonra boşaltılan güvenlik mangasına koştu. Manganın kapısını döndüğünde kulaklarında şiddetli bir basınç hissediyordu. Beyninin burun deliklerinden, kulağından akacağını sandı. Ağzı, gayri iradî açılmıştı. Basınç, onu sığınağın sağ köşesine fırlattı. Düştüğü köşeye çapraz kondurulmuş kütükten destek sağlamdı ancak diğer kütükler çatırdayarak kırılıp düşüyordu sığınağın içine. Sol bileği incinmişti. Arkadaşına seslendi:
“Mizgîn! Mizgîîn!”
Sesi, çığlıktan çok acı bir inlemeyi andırıyordu, titriyordu. Bir süre sonra inlemesi de kesildi.
***
Her şey bir anda karanlığa büründü. Bir çıkış, bir aydınlık arıyor, bir ses duymak istiyordu. Ne gözün görebileceği ne de kulakların duyabileceği bir şey var. İçine saplandığı, daha doğrusu onu yutmaya çalışan karı eşelemeye çalışıyordu. İniltili nefesinin ritmi yükselmişti. Kırılan bir kütük batıyordu beline fakat ne yaparsa yapsın kütüğü yerinden oynatamıyordu.
Yıkık sığınağı saran nem ve toprak kokusu havayı ağırlaştırıyordu. Havanın tükendiğini bile sandı bir an. Ağlamak, bağırmak istiyordu. Tedirgindi.
Arkadaşlarına ne olduğunu merak ediyordu bir yandan da. Kurtulan var mıydı? Ne kadar zaman geçtiğini kestiremiyordu. Elleri donmak üzereydi. Bütün çırpınışlarına rağmen ayaklarını uzatacağı kadar bir yer bile açamamıştı. Kar her an biraz daha sıkışıp sertleşiyordu, o da bir kuş gibi çırpınıyordu.
Bileğinin ağrısını yeniden duyumsamak ona iyi geldi. Bileğini belindeki kuşaktan kopardığı bir parça kumaşla sardı. Ellerini koltukaltlarına sıkıştırarak iki büklüm ısınmaya çalışıyordu. Burada bir başına kalmak korkutuyordu onu. Islak toprak ve küf kokusu yalnızlığı kamçılıyordu. İç acıtan, kapkara bir yalnızlık. Ne yana dokunsa ıslak bir sessizlik. Sıkışıp kaldığı yerde yanaklarında geçmişi de geleceği de saklayan toprağın soğukluğunu hissediyordu. Titreyişlerinin sebebinin soğuk mu yoksa korku mu olduğunu kestirmek zordu onun için de. Alt çenesi, düşmana vurur gibi vuruyordu üst çenesine. Zor bela saçlarını açabildi. Gömleğinin yakasını ensesine çekti. Gözlerinde renkler, kulağında sesler dolaşıyordu gaipten. “Hava kararmıştır şimdi” diye geçirdi içinden, “Yoksa bu kadar karanlık olmazdı. Mutlaka bir yerlerden sızardı ışık. Karların rengi farklı olurdu. Gözlerim mi kapalı yoksa?” Gözlerini açıp kapattı, göz kapaklarının hareketini hissetti. Gözleri açıktı.
***
Ne kadar zaman geçtiğini, şu an duyduğu seslerin gerçek olup olmadığını bile kestiremiyordu. Duyduğu ayak sesleriyle irkildi Rêda. Ayak sesleri sessizliği parçalıyor, Rêda’nın içini ısıtıyordu. Göğsündeki boşluğun dolduğunu hissediyordu. Kalp atışlarının hızlandığını fark ettikçe heyecanı da artıyordu. Ayak sesleri gittikçe çoğalıyordu.
“Heval! Hevaaall!” diye bağırmaya başladı tüm gücüyle.
Yukarıdaki en ufak çıtırtı bile aşağıdan koca bir gürültü gibi duyulurken, aşağıda kopan en yüksek çığlık duyulamıyordu yukarıdan. Rêda, adeta ayak sesleriyle konuşuyordu.
Olsun, her sese umutla cevap olmaya çalışırken içi içine sığmıyordu.
Arkadaşlarının yaşadığına seviniyordu “Demek ki onlara bir şey olmamış.” Nasıl olsa gelip çıkaracaklar onu da sıkıştığı yerden. Oradan çıkarıldığında başına gelenleri nasıl anlatacağını düşünüyordu şimdiden. Vaktiyle nereden duyduğunu bile hatırlamadığı “Çığdan yalnızca güvercinler ve domuz yavruları kurtulabilir” sözleri geldi aklına. Dudaklarında belli belirsiz bir gülümsemeyle “Artık bu söze Rêda da eklenmeli” diye geçirdi içinden.
“Birazdan çıkaracaklar beni. Mizgîn buraya girdiğimi gördü. Söylemiştir yerimi…”
Islak duvardan düşen toprak beyninin içinde yuvarlanıyordu sanki. Kalp atışları iç kulağında yankılanıyordu. Dünyanın bütün renkleri siliniyordu gözlerinden. Yaşadıkları, yalnızlığa dair bir senfonidir şimdi.
***
Ortalık aydınlandı. Ellerini gözlerine siper etmiş, yukarı bakıyor. Bulanık bir siluet. Gözlerini birkaç kez kırpıştırıp baktığında karşısında duranın Rengîn olduğunu anladı.
“Hevala Rêda sen nasıl uyursun? Karda uyumanın beyaz bayrak kaldırmak demek olduğunu bilmiyor musun? Ölüme teslim mi ediyorsun kendini?” dedi Rengîn ve bir süre sonra pişman oldu söylediklerinden. Rêda’nın yaralarını fark etmişti. Renginin uzattığı eli tutup doğrulmaya çalıştı.
Hâlâ beline batan ağacın sebep olduğu ağrıyla uyandı…
***
Tekrar kulak kesildi, artık ayak sesleri duyulmuyor. “Şimdi saat kaç acaba? Neden hiç ses yok?” Kapıya doğru baktı, kapıdaki kar gri görünüyordu. “Sabah mı oldu yoksa gözlerim mi alıştı karanlığa?” diye düşündü. “Ayak sesleri duyulmadığına göre gündüzdür. Yerde kar varken hangi gündüz hareket ettik ki… Aramayı akşama bırakmışlardır kamp deşifre olmasın diye. Helikopterler durmaz zaten. Akşama çıkarırlar beni de buradan. Mizgîn burada olduğumu biliyor zaten.” Sesli düşünüyor, kelimeleri yalnızlık ve sessizliği dağıtmak için bastıra bastıra söylüyordu.
Başını dizlerinin arasına koyup biraz da böyle beklemeye koyuldu. Artık kramp nöbetlerine alışmıştı. Ayaklarının artık üşümemesine şaşırıp ayakkabıdan çıkarmaya çalıştı. Ayaklarını yoklamak için kaskatı kesilmiş çorabını çekip çıkarırken ayaklarına yapışan çorap yırtıldı. Diğer ayağını da çıkardı ayakkabıdan. Kuşağından geri kalanla tekrar sardığı ayaklarını ayakkabılarının üzerine koyup, öylece bekledi uzun süre.
Akşama içini ısıtacak ayak sesleri duyulacak, etraftaki sessizlik dağılacak, yalnızlık parçalanacak diye elleri koltuk altlarında umutla sürdürdü bekleyişini. “Keşke odun toplamaya çıkarken saatimi bırakmasaydım. Zamanın nasıl geçtiğini, saatin kaç olduğunu anlardım hiç olmazsa.”
Soranca bir şarkı söylüyor şimdi de.
***
Dün sabahı hatırlıyor. Koçer’in erken kalkarak çeşmeden su almaya gidişini. Koçer suya giderken Reşo’nun mataralarla sudan dönüşünü. Koçer’in “Hevalê Reşo bize de biraz su bırak, çeşmeyi kuruttun” diyerek takılmasına Reşo’nun “Heval zaten birazcık vardı. Birazını aldım, cıkı size kaldı” diye karşılık verişini. Bunları düşünürken içindeki gülüşün sese büründüğünü fark etti Rêda.
***
Kadife karası gözleri umutla renklendi şimdi. Kulaklarında sımsıcak sesler. Yaşamın bütün imgeleri parladı gözlerinde. Külçe külçe anılarına bakıyor, sahneler arasında gidip geliyor…
Geniz kurutan, iç acıtan yalnızlık ile öncesi-sonrası yokmuş gibi sıkışıp kaldığı yerde dönüp duran zaman parçalanıyor.
Sayfalarını gözleriyle çeviriyor fotoğraf albümünün. Akademi günlerine bakıyor. Önderlik voleybol oynuyor. Albümün sonraki sayfasında kamelyada oturuyor. Albümden ses yankılanıyor, Rêda’nın kulaklarına doluyor.
“Senin adın neydi heval?”
“Rêda başkanım”
“Güneyliydin değil mi?”
“Doğrudur”
“Ailenden katılan var mı senden başka?”
“Kardeşim şehittir. Bir de abim var.”
“Adları neydi? Sahaya gelen var mıydı?
“Heyva ve S… Heyva gelmişti.”
“Heyva’yı hatırlıyorum.”
Sonraki sayfada veda töreni. Gözyaşlarını tutamıyor.
“Gidiyorsun Rêda” Bir tesbih uzatıyor. “Maddi değeri yok. Plastiktir.”
***
Daldığı anılardan telaşla çıkıyor Rêda. Gömlek cebinde tesbihi arıyor. “Burada!” Avuçlarına alıyor. Avuçlarını nefesiyle ısıtmaya çalışıyor.
“Akşama çıkaracaklar beni buradan. Mizgîn buraya girdiğimi gördü. Söylemiştir herkese burada olduğumu.” Rahatlamaya çalışıyor. Esniyor durmadan. Göz kapaklarında bitimsiz bir ağırlıkla Rêda uyuyor. [1]