Geçen hafta birkaç medya kuruluşunda küçük bir haber geçiyordu:
“2015-2016 yılları arasında uygulanan sokağa çıkma yasakları sırasında çatışmalara sahne olan #Diyarbakır#’ın merkez Sur ilçesinden beş yıl sonra çıkarılan cenazenin kimliği belirlendi. Kazı çalışmaları sırasında bulunan kemiklerin #Hakan Arslan#’a ait olduğu kesinleşti.”
Kimdi Hakan Arslan?
Hakan Arslan 20’li yaşların başındaydı öldüğünde. Ailesi ile birlikte Erzurum Karayazı ilçesine bağlı Çavuşköy’de yaşıyor, babası ile tarlada çalışıyordu. Baba Ali Rıza Arslan şöyle anlatmıştı bana oğlunun son dönemlerini:
“Oğlum askerliğini yaptıktan sonra Erzurum’a döndü. Benimle bir müddet kaldı, tarlada çalıştı, bana yardım etti. Sonra çalışmaya İstanbul’a gitti. Biz o sırada ona nişan hazırlığı yapıyorduk, nişanı için hazırladıklarımız hala evde duruyor. Sonra kayboldu oğlum. Her yerde onu aradım. Yedi ay boyunca oğlumu aradım. 21 Ocak 2016 günü İMC TV’den oğlumun Diyarbakır Sur’da öldürüldüğünü öğrendim. Hemen Diyarbakır’a geldik. O gün bugündür cenazesini alamıyoruz. Sur’dan çıkan ve tutuklanan kişilerle görüştüm. Oğlumun nereye defnedildiğini biliyorlar. Hatta oğlumu defneden kişiyle görüştüm. Oğlumun cenazesini hala yasaklı olan Hasırlı mahallesindeki Hasırlı Camisi yanına defnettiklerini söylediler.”
Baba Ali Rıza Arslan ile bu görüşmeyi dört yıl önce yapmış ve babanın oğlunun bedenini bulma arayışını birkaç kez yazmıştım. Ali Rıza Bey geçtiğimiz dört yılda onlarca kez Diyarbakır’a geldi ve ilgili her kuruma başvurdu oğlunun bedenini bulmak için. İçişleri Bakanlığına, Meclise, Diyarbakır Valiliğine… çalmadık kapı bırakmadı. Diyarbakır’da halen yasaklı olan Sur’daki alana girip oğlunu aramak istedi, izin alamadı:
“Aylar, yıllar geçiyor, ben bu acının içindeyim. Dedim ki onlara siz bulmuyorsanız izin verin yasaklı alana ben gireyim, ben bulayım oğlumun cenazesini ama ona da izin vermiyorlar. Şimdi alanda inşaat yapıyorlar, yeni evler yapıyorlar, oğlumun üzerine yapıyorlar, buna ne ben ne de anası dayanamayız, oğlum inşaatın altında kalacak.”
Bu görüşmeden sonra Ali Rıza Bey ile ara ara görüştüm, oğlundan bir haber yoktu. Arslan ailesi her anlamda bir yıkımın içindeydi, görüşmelerimizde annenin ağzından ise tek cümle çıkıyordu:
“Oğlum için bir avuç toprak istiyorum.”
Hakan Arslan toprağa ve bir mezar taşına beş yıl sonra kavuşabildi. Bölgedeki Adli Tıp Kurumlarının önündeki kalabalıktan, 2015-2016 çatışma ve sokağa çıkma yasakları sırasında ölen insanlara ait bazı bedenlerin bulunamadığını biliyoruz. Ebediyen geçerli olan gömülme ve bir mezara sahip olma hakkına henüz kavuşamayan onlarca beden var. Oysa kanunlarla yazılmaya bile gerek olmaksızın herkesin onurlu bir şekilde gömülme ve bir mezara sahip olma hakkı, insanlık var olduğundan beri en temel haklardan biri.
Böylesi temel ve insanlık onurunun en doğal parçası sayılan bir hak, 2015’ten beri bu ülkede sık sık çiğnendi ve çiğnenmeye devam ediyor. İlk aklıma gelenler Cizre’de sokağa çıkma yasaklarından dolayı gömülemediği için cenazesi buzlukta bekletilen 10 yaşındaki Cemile Çağırga, cenazesi bir hafta yerde kalan Taybet İnan, Sur’da cenazeleri bir aya yakın yerde kalan İsa Oran ve Mesut Seviktek, iki yıl önce Kilyos kaldırımının altında bulunan PKK’lilere ait cenazeler ve daha niceleri.
Gömülme hakkına ilişkin yasal mevzuatı araştırırken avukat Benan Molu’nun bu konuda oldukça ayrıntılı bir yazısına denk geldim. Benan Molu, yazısında gömülme hakkı meselesini yasal ve anayasal mevzuat, uluslararası sözleşmeler ve Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi kararları yönünden ayrıntılı olarak inceliyor. Bu incelemede görüyoruz ki defin hakkı ne Anayasa ne de uluslararası hukuk tarafından açık bir şekilde düzenlenmiştir. Bu konuda yasalardaki boşluğa değinen Molu, şu sonuca varıyor:
“Herkesin, ailesinin geleneklerine ve örf adetlerine uygun olarak, onurlu bir şekilde gömülme, akrabası olan veya kendisine çok yakın olan bir kişiyi defnetme, ahlaki görevlerini yerine getirme fırsatına sahip olma ve insan niteliğini gösterme, son yolculuğuna uğurlama, kederlenme, matem tutma ve ölüyü anma hakkı ile toplum ve devlet tarafından nasıl görülürse görülsün, bütün medeniyetlerde kutsal bir değeri ve hatıra sembolü olan bir mezara sahip olma hakkı vardır ve bu hak, kanunla yazılı olarak düzenlenmeyi bile gerektirmeyecek kadar doğal ve tartışmasız bir haktır.”
Bu doğal ve tartışmasız, ebediyen var olan hak, uzunca süredir Kürt illerinde çiğneniyor. Bildiğimiz vakaların dışında, özellikle kırsal alanlarda bilmediğimiz, duymadığımız onlarca vaka var. 2017 yılında İnsan Hakları Derneği Diyarbakır’da PKK üyesi çocuklarının cenazelerinin gömülmediğini söyleyen bazı aileler ile toplantı yapmıştım. Bu aileler çocuklarının cenazesinin kurda kuşa yem edildiğini söylüyor ve seslerini duyurmaya çalışıyordu. Bugün artık bu sesler hiç duyulmuyor.
Kuran’ın Habil ile Kabil için yazdığını, Tevrat Adem ve Havva için yazar:
“Adem ve Havva cesedi ne yapacaklarını bilmeden cesedin yanına oturup ağladılar, henüz gömme işlemi hakkında hiçbir şey bilmiyorlardı. Derken bir karga geldi, başka bir karganın ölü bedenini aldı ve yeri eşeleyerek bir çukur açtı ve cesedi çukura yerleştirdi, sonra da üstünü kapattı. Adem: Haydi biz de karganın yaptığının aynını yapalım dedi ve hemen Habil’in bedenini kargadan öğrendikleri gibi gömdüler.”
Adem ile Havva’dan binlerce yıl sonra, 21. yüzyılda, bu ülkede, gömülme hakkını, bir mezara sahip olma hakkını konuşuyoruz. Dünya kurulduğundan beri tüm din ve inançlarda korunan bir hakkı. Hakan Arslan’ın onurlu bir şekilde gömülme ve mezar hakkı beş yıldır çiğnendi. Hakan birkaç gün önce bir mezara kavuşabilse de, bir parça toprağa, bir mezar taşına kavuşamayan binlerce insan var bu topraklarda. Kürt illeri yası tutulamayanlarla dolu. Kürtler bu ülkede ölümde bile eşitlenmiyor.[1]