“Her türlü şiddete karşıyız” açıklamalarının birbirini takip ettiği gün olan 27 Eylül, Ceylan Önkol’un devlet şiddetiyle katledilmesinin yıl dönümüydü. Bir anne, çocuğunun parçalanmış bedenini eteklerinde toplamıştı.
Kürt halkının ve ezilenler ile onların öncülerinin, gerillasının, politik askeri kuvvetlerinin şiddetini, devlet aklıyla “terörle” eşdeğer görmek, nesnel olarak sizi ezilenlerden uzaklaştırır, devlete yakınlaştırır.
Mersin’de üst düzey polis müdürlerinin, İçişleri Bakanlığı bürokratlarının tatil yaptığı polisevine yönelik gerçekleşen politik askeri eylemin nasıl bir saflaşma yarattığını çok net gördük. Kınama açıklamaları birbirini takip etti. Kim, nasıl bir açıklama yaptı? Kısaca hatırlayalım.
#HDP# Eş Genel Başkanları Pervin Buldan ve Mithat Sancar, eylemi kınadıktan sonra, yaklaşan seçimlere işaret ederek, “Ortalığı bulandırmak, yeni bir şiddet dalgasını ve provokasyonları, Haziran-Kasım 2015 dönemindeki gibi kullanmak amacında olanların bu hevesleri karşısında suskun kalınamaz” dedi.
EMEP Genel Başkan Yardımcısı Selma Gürkan, eylem için “terör eylemi” tanımını yaparken, TİP, “Saray rejimine güç verecek”, Sol Parti “İktidar politikalarına su taşıyacak” dedi.
Rehin tutulan HDP’nin eski Eş Genel Başkanı #Selahattin Demirtaş# da, “Şiddetin her türlüsüne karşı çıkacağız, demokratik siyasette ısrarcı olacağız. Bunun herkes tarafından net olarak bilinmesini isterim mesajını paylaştı. Benzer paylaşımları çokça tanınmış kişi yaptı.
Bu açıklamaların iki ortak noktası var.
Birincisi; “şiddetin her türlüsüne karşı olmaları”.
İkincisi; 7 Haziran ile 1 Kasım seçimleri arasında halka karşı işlenen suçlarının failinin faşist şeflik rejimi olduğu gerçeğini bulandırmaları ve devlet şiddetinin yanına Kürt özgürlük hareketi başta olmak üzere ezilenlerin ve öncülerinin devrimci şiddetini de koymaları.
Şiddet nedir? Şiddet mutlak olumsuzluk mudur?
“Şiddet, uzlaşmaz çelişkilerin toplumsal ifadesidir. Şiddet anları, uzlaşmaz çelişkilerin patlama anlarıdır. Üretim ilişkileri ve onun tarafından belirlenen toplumsal ilişkiler içerisinde birbirine zıt çıkarlara sahip toplumsal güçler arasında cereyan eden bir ilişki biçimidir.”*
Bu ilişkinin bir tarafında devlet, diğer tarafında ezilenler bulunur. Şiddet tekelini elinde bulundurmak isteyen devlet, sistematik olarak halka karşı şiddet uygular. Ordusu, mahkemesi, kontrgerillası, medyası, polisi, okulu vs. bu şiddeti her an uygulamak için vardır.
İnkarcı sömürgeci Türk devleti, Kürt halkına karşı şiddeti sistematik olarak varoluşunun bir gereği olarak uyguladı.
Örneğin, “Her türlü şiddete karşıyız” açıklamalarının birbirini takip ettiği gün olan 27 Eylül, Ceylan Önkol’un devlet şiddetiyle katledilmesinin yıl dönümüydü. Bir anne, çocuğunun parçalanmış bedenini eteklerinde toplamıştı. Bu, devlet şiddetinin bir sonucuydu. Sadece Türk devletinin son çeyrek yıllık tarihinde halka karşı uyguladığı şiddet ve sonuçlarına dair bir liste yapmaya kalksak, her güne birden fazla insanlık suçu düşer.
Özetle, sömürgeci Türk devleti ve onun güncel hali faşist şeflik rejimi, halka karşı örgütlenmiş şiddetten başka bir şey değildir.
Bu şiddetin karşısında varlık mücadelesi yürüten Kürt halkının ve ezilenler ile onların öncülerinin, gerillasının, politik askeri kuvvetlerinin şiddetini, devlet aklıyla “terörle” eşdeğer görmek, nesnel olarak sizi ezilenlerden uzaklaştırır, devlete yakınlaştırır.
Bir de “her türlü şiddete karşı olmak” demagojik bir söylemdir. Tıpkı bağımsız olunamayacağı, bağımsız medya ya da yargı olamayacağı gibi. Çünkü, şiddet, toplumsal çelişkilerle bağlıdır. “Kimse bu uzlaşmaz karşıt kutuplardan her ikisini birden savunamaz ya da her ikisine birden karşı olamaz.”*
“Her türlü şiddete karşıyız” korosunun Haziran-Kasım 2015 sürecini nasıl gördükleri de önemli. O günleri kısaca hatırlayalım. 2015 yılının Nisan ayında Erdoğan, İmralı’daki “çözüm süreci masası”nı devirmiş, ardından da 7 Haziran’da sandıktan çıkan halk iradesini tanımamıştı. 5 Haziran’da önce HDP’nin #Diyarbakır#’daki mitinginde IŞİD çeteleri, katliam gerçekleştirmiş, halklara karşı savaş ilanı ise 20 Temmuz Suruç Katliamı ile olmuştu. 24 Temmuz’da Medya Savunma Alanları’na yönelik kapsamlı bir hava bombardımanı gerçekleştirilmiş, eş zamanlı olarak da muhalif onlarca internet sitesine erişim engeli gelmişti. Dönemin Başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun “Bir grup öfkeli genç” diyerek savunduğu DAİŞ’in gerçekleştirdiği kitle katliamları, siyasi soykırım saldırıları, televizyon, radyo ve gazetelerin kapatılması, gerilla cenazelerine işkence, HDP’ye yönelik 4 Kasım darbesi, kayyum atamaları gibi sayısız olaya hep birlikte tanıklık ettik.
Ortalığı bulandırarak, ezilenlerin şiddetini fail gibi göstermenin bir manası yok. Bütün bunların hepsi de bir devlet şiddeti pratiğiydi ve hepsinde de fail faşist şeflik rejimiydi. O günlerde, Kürt halkı da bu şiddete, özyönetim ilanları ile yanıt vermişti.
Gezi ayaklanmasından #Kobanê# serhildanına, Mersin’de polisleri hedef alan eylemden Bursa’da gardiyanları taşıyan servis aracının hedef alınmasına, bunların hepsi, ezilenlerin ve onların öncülerinin, şiddeti, devletin tekelinden aldıkları çok önemli örneklerdir. Polisin saldırısına karşı barikat kurup molotof kokteyli atmak, Kobanê serhildanı günlerinde olduğu gibi karakolları kuşatarak polisi hareket edemez hale getirmek ya da askeri bir garnizonu silahla ve bombalarla hedef almak. Hepsi, ezilenlerin şiddet eylemlerinin biçimidir, meşrudur ve haklıdır.
“Şiddet, şiddeti doğuruyor” söylemi ise liberal bir yalandır. Kapitalist devletin şiddeti her zaman oradadır, sadece biçim ve yoğunluk değiştirir. O kadar.
Elbette, iktidar, ezilenlerin şiddetine “terör” diyecektir. Çünkü, ezilenlerin şiddeti, iktidarlarının sonunu hazırlayan bir faktördür. İnsanlığın mücadele tarihinde, egemen sınıfların iktidarının zor kullanılmadan yıkıldığı tek bir örnek de yoktur. Emperyalist küreselleşme döneminde de bu gerçek değişmemiştir.
Unutmayalım, faşizm mutlak sessizlik ve mutlak itaat ister.
Ezilenlerin Sosyalist Partisi’nin bu tartışmalara yanıt verirken kullandığı bir cümle çok önemli: “Devrimci zorun reddi, sadece ezilenleri silahsızlandırır.”
Eğer, iktidar, aradığı mutlak sessizliğe hala ulaşamamışsa, bu, Kürt gerillası başta olmak üzere ezilenlerin devrimci şiddeti, devrimci zoru sayesindedir. #Rojava#’da insanlığın başına bela olan DAİŞ çetelerini, durduran bu devrimci zordur. DAİŞ çetelerinin Kobanê’nin yüzde 80’ini işgal ettiği 2015 yılının 6-7 Ekim günlerinde, Amerikan uçaklarını, DAİŞ mevzilerini bombalamaya iten de, aynı devrimci zorun, sokakta kitle şiddetine dönüşmüş biçimidir.
Eğer bugün sol gazeteler hala çıkıyorsa, sol partiler açık kalıyorsa, bu Kürt halkı, sömürgeci faşist rejim karşısında demokratik alanda siyaset yapmanın yanında siyaseti zor araçlarıyla, yani devrimci zorla yürüttüğü içindir.
Eğer Kürt gerillası bugün olmasaydı, HBDH politik askeri eylemler gerçekleştirmeseydi, o “Her türlü şiddete karşıyız” korosu, açıklamalarını dahi yapacak bir mecra bulamazdı.[1]