Bugün hala #Kürtler# de Aleviler de kimliklerine bağlı olarak varlıklarını ve direnişlerini sürdürüyorlarsa, tüm eksiklerine ve yetmezliklerine rağmen bugün hala bu coğrafyada sol ve devrimci bir gelenekten bahsedebiliyorsak, bunu tüm zorbalığına rağmen darbenin bastıramadığı direnişe borçluyuz.
3 gün önce #12 Eylül#’dü.
Yüzbinlerce kişinin gözaltına alınıp işkenceden geçirildiği; on binlerce insanın #zindan#lara akıl almaz işkencelere maruz kaldığı; devrimcilerin sokaklarda, işkence tezgâhlarında ve darağaçlarında katledildiği faşist askeri darbenin yıldönümü.
Ama 12 Eylül’ü sadece halkların, devrimcilerin, emekçilerin, ezilenlerin bedenlerini; onların fiziki direnişlerini, örgütlülüklerini hedef alan bir darbe olarak değerlendirmek, büyük bir hata olacaktır.
Emekçiler ve Kürtler arasındaki uyanışı ezmek, bu uyanışa öncülük eden devrimcileri ve örgütlülükler ezmek ve dağıtmak amaçlanıyordu. Bununla birlikte, 12 Eylül, beden kadar ve hatta ondan çok ruhu hedef almaktaydı. Amacı ezilenlerin ruhundaki, bilincindeki direniş ve farklı bir dünyanın mümkün olduğu hayalini ve umudunu söküp atmaktı.
Türkiye ve #Kürdistan#’ın dört bir yanında gözaltındaki, zindandaki işkencelerle, baskılarla toplumun en direngen kesimlerinin onuru, kimliği ve direnme azmi kırılmak isteniyordu. Ve bu yolla da toplumu sorgulamayan, direnmeyen, hayal kurmayan, hayalleri uğruna mücadele etmeyen bir insan kümesine indirgeyeceklerdi.
Diğer bir ifade ile hedef, örgütlü olma, baskılara karşı daha iyi bir dünyanın hayali ile bir araya gelip direnme düşüncesini ezilenlerin zihninden kazımak, insanları iktidarın baskı ve şiddeti karşısında çaresiz “bireyler” haline getirmekti. 12 Eylül işkencelerinin simge mekânlarından #Diyarbakır# Zindanı’nda Esat Oktay Yıldıran’ın mahpuslara sürekli “Sen” diye hitap etmesi, asla bir tesadüf veya o kişiye has bir olgu değildi. Bu, tam da 12 Eylül zihniyetinin insanlarda yalnızlık ve çaresizlik hissi uyandırma siyasetinin ete kemiğe bürünmüş halidir. Ne zindanlarda mahpusların ne de dışarıda halkların, emekçilerin, ezilenlerin bir daha asla “Biz” olmasına izin verilmeyecekti; her zaman güçsüz, çaresiz ve kaderine razı tekil insanlar olarak kalacaklardı. Darbe ile ezilenin mücadelesinin ne pahasına olursa olsun bir daha “hortlatılmasına” izin verilmeyecekti.
Kürtler söz konusu olduğunda, Kürt halkının en direngen ve öncü kadrolarına zindanlarda boyun eğdirilerek Kürt halkının direnişi, özgürlük hayalleri ve en nihai noktada da bizzat Kürt varlığının kendisi ortadan kaldırılacaktı.
Dolayısıyla da 12 Eylül, bir askeri darbe olmanın ötesinde aslında bir zihniyet karşı devrimidir. Toplum içindeki farklı kimlikler, diller, inançlar reddedilmiş ve topluma şartlara ve ihtiyaçlara göre güncellenmiş Türk-İslam sentezi adı altında tekçi bir deli gömleği giydirilmek istenmiştir. Ki bu, aslında haklar, özgürlükler, farklı kimlikler bağlamında Türk Devleti’nin kuruluş ayarlarına geri dönmesi olarak da değerlendirilebilir.
12 Eylül Süreci’nin bu yüzü yani baskı, zulüm, gözyaşı ve acı dolu bu yüzü hep bildiğimiz, dinlediğimiz, okuduğumuz, izlediğimiz yönüdür. iktidarlar da aslında bu yönü her zaman gündemde tutarak ezilenlere aba altından sopa göstermektedir; devletin gerçek ve kirli yüzünün ne olduğunu hatırlatmaktadır.
Ama her zaman olduğu gibi bir de madalyonun öbür yüzü vardır. Diğer kadar konuşulmayan, görülmeyen, iktidarlar tarafından konuşulması istenmeyen bir de direniş boyutu vardır. Büyük acılar ve büyük bedeller pahasına Diyarbakır 5 Nolu başta olmak üzere mahpusların zindanlardaki direnişi, devrimcilerin işkencede ser verip sır vermeyen tavrı darbeciler tarafından çalınan mayanın bu coğrafyada tutmasına engel olmuştur.
Bugün hala Kürtler de Aleviler de kimliklerine bağlı olarak varlıklarını ve direnişlerini sürdürüyorlarsa, tüm eksiklerine ve yetmezliklerine rağmen bugün hala bu coğrafyada sol ve devrimci bir gelenekten bahsedebiliyorsak, bunu tüm zorbalığına rağmen darbenin bastıramadığı direnişe borçluyuz.
En zorlu koşullarda bile bastırılamayan ve sürekli büyüyen bu direniş nedeniyle, resme bir bütün olarak bakarsak, 12 Eylül bir yenilgi olarak değerlendirilmemelidir. Direniş ile 12 Eylül geri püskürtülmüştür.
Bununla birlikte, evet, 12 Eylül bize boyun eğdiremedi ama bizim de 12 Eylül ile gerçek bir yüzleşmeyi ve hesaplaşmayı başardığımız söylenemez. Tam da bu nedenle, gerçek bir yüzleşme ve hesaplaşma olmadığı takdirde kötülükler kendini her zaman farklı adlar ve biçimler altında kendilerini tekrar ettiği gerçeğini bugün bir kez daha yaşayarak tecrübe ediyoruz. 12 Eylül günü sözde darbe karşıtı nutuklar atıp diğer tüm günlerde darbecilerin zihniyetine ve amaçlarına sıkı sıkıya sarılıp halklara, emekçilere, farklı inançtan olanlara ve ezcümle tüm ezilenlere her türlü baskıyı yapanların, bu coğrafyada demokrasiyi, hak ve özgürlükleri askıya alanların kim olduğunu çok iyi görüyoruz.
Dolayısıyla, 12 Eylül Kenan Evren ve şürekasının yaptığı bir eylem değil ama bir zihniyetin sonucu olan bir eylem olduğuna göre, 12 Eylül de geçmiş bitmiş bir olay olarak değil ama halen devam eden bir süreç olarak değerlendirilmelidir. Ve bunun karşısında da, 12 Eylül’e ve bir bütün olarak askeri darbelere karşı olmak, bu darbelerin altındaki zihniyete karşı olmaktır; o zihniyetin bugünkü taşıyıcılarına karşı mücadele etmektir. Ancak bunu başarabilirsek gelecekteki darbelerin önüne geçebiliriz.[1]