$Hepsi Diyarbakır- Herkesin Bildiği Kimsenin Bilmediği$
#Mehmet Atlı#
Diyarbakırlı ünlü şair Cahit Sıtkı Tarancı gibi “desem ki vakitlerden bir nisan akşamıdır … ” demesem de, ünlü fıkradaki gibi, desem ki “Dünyanın merkezi, (Bir ‘Batı Asya’, ‘Ortadoğu’, ‘Mezopotamya’, ‘Doğu Akdeniz’ ‘Türkiye’, ‘Kürdistan’, ‘Güneydoğu Anadolu’ ‘Dicle’, ‘OHAL’ … kenti olan) Diyarbakır’da, bir gecekondu şehri olan Bağlar’da, tren garı ile Göçmenler Caddesi’nin kesiştiği noktadaki Şeytan Pazan’dır, inanmazsan ölç de bak “; dünyadaki tüm yerleşimlerin, sıkı/gevşek bağlar ve ağlarla birbirine bağlı ağlar oluşturan ağlar olduğunu sezen okur-sezer, yahut bunu bilen okur-ölçer, şaşırmayacaktır. Uzak -mitolojik- çağların ve ulaşılmaz/aşılmaz dağların, kuş uçsa da/kervan geçmez tropikal ormanların, uçsuz bucaksız savanların ya da buzulların, adaların, tundraların … her nasılsa sağ kalabilmiş, bugünlere kadar gelebilmiş izole oluşumlarının -ki asla büsbütün izole olmadıklarını sezebiliriz- gizemli yalnızlıklarıyla değil de Diyarbakır gibi dünyanın hareketli bir coğrafyasının, hareketli bir noktasıyla (ağıyla) ve onun kendine özgü hareketlilikleri, hararetleri ve yalnızlıklarıyla ilgiliyse hele, hiç şaşırmayacaktır. 11 Evet, dünyan ın (bu, ağlardan oluşan ağın) bir merkezi ve bir de çevresi illa olacaksa, o merkez, derme çatma bünyesinden artık silik izler bile kalmayan; “Hint Horozu Yetiştirme ve Güzelleştirme Derneği Kahvesi”nin yakınlarındaki “Peron “un, yani ki tren istasyon unun karşısında, bugün yanındaki karakol binası ve Karadeniz Balıkçısı ile birlikte, yeni lenmiş, güzelce giydirilmiş cephesiyle efendi bir görünüm arz eden, “Şeytan Pazarı”dır. “O çevre de geriye kalan her yerdir, ” diyorum ben de. inanmazsan ölç de bak! Diyarbakır şehrinin, söz konusu bağları ve ağları dikkate alan ama kendi özgül yanlarını da tespit etmeye yönelen bir kent tarihinin yazılabilmesi için yalnız milliyetçiliklerin değil, “folklorik-nostaljik” dil ya da tahayyülün de aşılmasına ihtiyaç vardır. (Öte yandan bu dilin kimi unsurları, imkanları kulla111 larak da yeni şeyler söylenebileceği iddiasındayız.) Bu dil ya da tahayyül, Türkiye’nin pek çok kent ve kasabasına yaptığını, Diyarbakır’a da yapar. Onu, öncelikle “yöreleştirir”. Ne var ki merkez olarak ima edilenlerin de (İstanbul-Ankara’nın) “yöreselliğini” göremeyen yahut Diyarbakır gibi yerlerin de “merkeziliğini” tespit edemeyen bir yöreleştirmedir bu. “Yöre” kavramının nasıl bir işlev kazandığı sorgulanmaya açık olmalıdır: “Yöre”, dillere ve metinlere pelesenk olduğu biçimiyle, hiçbir tarihsel-coğrafi ve pek tabii mimari derinlik taşımamaktadır, denebilir.1 12 Demekle kalmayıp, “nedir bu yöre yöre dedikleri?” diyerek başvurduğum Anthony Giddens, Modernliğin Sonuçları, Ayrıntı Yayınları, 1 998’de; ” … zaman üzerinde eşgüdüm uzam denetiminin temelidir. ‘Boş uzam’ııı gelişimi uzam’ııı yöre’den ayrılması ile mümkündür. Modernlik öncesi toplumlarda uzam ve yöre yaygın olarak çakışır. Modernliğin ortaya çıkışı uzamı, herhangi bir yuz yüze etkileşim durumundan konum olarak uzak, ‘namevcut (absent)’ kişiler arasıııdaki ilişkileri geliştirerek, git gide yöre’drn koparıp atar. Modernlik koşullarında yöre, artan bir biçimde düşselleşir” (ve yöre ile ilgili daha neler neler … ) diyesiymiş ya da deye-yazmış.
“Yer” kavramından farklı olarak “yöre” (ve kardeş kavram’ı: “töre”) belli klişelere ve efsanelere hapsolarak, o yere özgü durumlar için, özgül, dinamik okumaları engelleyecek bir “hale” yaratır. Bu hale öylesine bütünlüklü, bitmiş bir resim çizer ki o yöreye dair söylenecek her şey söylenmiş gibi hissedersiniz. lyi niyetli akademik çabalar, alternatif olmaya çalışan daha “sivil” girişimler dahi o haleden payını alarak dönüp yine onu besler. Her şey turistikleşir ve kendisi olarak (ve başkalarının/benzerlerinin aynasında da) anlaşılma imkanları daralır. Semboller öne çıkar ama görünmez olur; “Karpuzu ve surları ile ünlü yöremiz”e, takılınır kalınır da mesela, karpuzun tarihini yazmak akla gelmez ya da bu gibi şeyler önemsenmez. Karpuzun ya da güvercinin tarihi yazılmayınca da aslında surların tarihi de daha iyi yazılmamış olur. Böyle olunca, “Gazi Köşkü” örneğin, Mustafa Kemal’in şehre görevli geldiğinde kaldığı yer ve “tipik Akkoyunlu mimarisi tarzında köşk” olarak anlatılır. Yahut biçimlere ilişkin gözlemlerle yetinilir, Avrupa mimarlık tarihinin kavramları ile anlaşılmaya çalışılır2 (aslında biçimler de pek detaylandırılamaz, anlamlandırılamaz) ancak Dicle Nehri’nin kıyısında (Suriçi’nin dışında !) öyle bir köşkün varlığının tarihseltoplumsal-mekansal anlamları üzerinde pek durulmaz. Çok basit -gibi görünen- bir soru, “O neden orada?” ya da “Neden filan tarihte belirdi de şu tarihten itibaren benzerleri belirmedi?” gibi temel soruların peşine pek düşülmez. Bundan farklı olarak, “sürdürülebi lir tasanm, i mgelenebilir mekan, iklimsel yapı, tekrar kullanılabilir yapı bileşeni” vb. gibi hiçbiri köşklerin inşa edildiği tarihlerde henüz inşa/icat edilmemiş 2 ” Diyarbakır’da Vernakülcr Mimari: Köşkler”, Zülkü[ Güneli, Ayhan Bekleyen, Mücahit Yıldırım, Diyarbakır: Müze Şehir içinde, YKY, lsıanbul, ı999. Köşk yapılarına “iklim ve ‘Türk Mimarlıgı’ merkezli” yaklaşımın bir başka örnegi için: “Diyarbakır’da Köşk Yapıları”, Pınar Çi[ıçi, Medeniyetler Mirası Diyarbakır Mimarisi içinde, TC Diyarbakır Valiligi, 2oıı. 13 olan kavramları içerdiği iddia edilerek bu kavramlarla anlaşılmaya çalışılır. Köşkün, 15. yüzyıldan “Gazi Köşkü” oluncaya kadarki beş yüz yıl birçok kaynak tarafından rahatlıkla atlanır.
Bolca nostaljisi yapılır ama 90’lara gelinceye kadar Gazi Köşkü civarının, neden kimselerin gitmeye cesaret edemediği tekinsiz yerlere dönüştüğünden de pek bahsedilmez, haliyle. Şehir insanının piknik alışkanlıkları ya da şehir ve marjinallik, sosyal tabakalaşma gibi açılardan buralara bakmak pek akla ya da hesaba gelmez. Öyle ya, “Bunların yöremizle ne ilgisi vardır?”! Diyarbakır surlarını anlatmaya yönelen bir makale,3 giriş kısmında, uzun uzadıya Türkler-Türklük ve kale yapıcılığı olgulanndan söz eder; sadece bundan söz eder. Romalılann yaptırdığı ve hali hazırda şehrin Kürt çoğunluğunun da hemhal olduğu bir surdan, böyle bahseder. Metin, Diyarbakır’ın bir Türk şehri olduğunu ispat etmek için öyle bir gayretkeşlik içindedir ki şüpheye kapılırsınız, “yoksa öyle değil mi, yoksa Diyarbakır bir Türk şehri değil mi?” diye. Oysa hepimiz biliyoruz ki Diyarbakır, evet, bir Türk şehridir de. Bir Roma, Latin-Yunan, Ermeni, Süryani, Arap, Kürt, Muhacir, Güvercin, Sur ve “Çingene” şehri olduğu gibi/aynı zamanda ve orada Türkler ve Türkçe de yaşamış/yaşamakta olduğu için böyledir bu. Aksini iddia eden mi var? Bu telaş niye yahut miladi 2012-2014 yıllarında bir şehre böyle bir telaş ve böylesi bir amaçla temas edilebilinir, yaklaşılabilinir mi? Öte yandan bir yerin, yörenin neyle ünlü olduğu aslında muğlaktır ya da bir seçme meselesidir. Ünlü şairler, ünlü yapılar, ünlü yemekler. Ünün, ünlenenden çok, ünleyenle; ünün yankılandığı zihinlerle ilgisi olsa gerektir ve ün mekanizmalan oldukça karmaşık, üstesinden gelemeyeceğimiz kadar çok sayıda faktörle birlikte düşünülmelidir. Diyarba3 “Diyarbakır Kalesi”, Ali Boran, Medeniyetler Mirası Diyarbakır Mimarisi içinde, TC Diyarbakır Valiligi, 201 1. 14 kır, karpuzuyla da ünlüdür cezaevleriyle de. Kalesi (ve kaleyi kaleiçinden de yalıtan iç kalesi) ile de ünlüdür; faili meçhul cinayetleriyle de, Ziya Gökalple de Şeyh Saitle de, güzel camileri ya da Dicle nehriyle de ünlüdür, yıkık kiliseleri ve “göçük” cemaatleriyle de. Diyarbakır’da sabahları ciğer kebabı yendiğini -nedenseDiyarbakırlıların kendileri bilmez, ama turistlere bu anlatılır. Daha ziyade Van şehrine özgü bir durum olarak gelişmiş “kahvaltı salonları” çoğalır, buralılaşır.
Ermeni ustalardan, Dimili (Zazaki) konuşan Bingöllü Müslümanlara intikal ettiğini tahmin ettiğim ancak ismi Arapça (izi sürülmeye, tarihi yazılmaya ve yemeye değer) kadayıf, “Bingöl Kadayıfı” olarak değil, kendine daha büyük bir pazar ve “yöreselleşme” imkanı bulduğu Diyarbakır’a mal olup “Meşhur Diyarbakır Kadayıfı” adını alır ve iddia edilebilir ki bugün şehrin en kaliteli ihraç mallarından biridir. Şehrin eğlence yerlerinden derlenecek müzik enstrümanı fotoğraflarının, yüz yıllık bir kronolojik dizilimi ve bu dizilimin ortaya koyacağı çeşitlilik bile bu konuda çok şey anlatacaktır. Yani benzer durumlarda, genelde, olan şey burada da olur/olmaktadır: Metropolleşme emareleri serdeden, öne çıkar, bir mıknatıs gibi çevrede ne varsa kendine çeker ve onu başka bir şeye dönüştürürken kendisi de başka bir şeylere dönüşür. Şimdi şehir, her zamankinden daha çok Bingöl’dür, Mardin, Siverek, İstanbul, Derik, Batman, Brüksel, Erbil ya da Dersim’dir. Burada artık, ister mimariyi ister edebiyatı ya da siyaseti düşünür/konuşurken olsun, statik “yöreselliği” aşan, dinamik “momentler” ya da “metropoliten unsurlar” söz konusu edilmeli ve belki, yöredense, yer(sizlik)/yurt(suzluk) ön plana çıkmalıdır. Bir yere yapışık -örneğimizde, Diyarbakır için- değişmez kimlikler hayal etmektense, değişik tarihsel aralıklarda, o yerdekilerce üretilen “çokluklar” üzerinde durulmalıdır.[1]