Sanat felaketlerin hiçbirine çözüm bulamaz! Sanatın kesinlikle böyle bir gücü de yok. Bu felaketler çağında sanat kendini yalnızca var etmeye çalışır. Sanatın bu varoluş çabası bize farklı bir refleks veya direniş gibi görünür. Oysa o sadece kendi varlığını korumaya çalışır.[1]
Fikret Atay, Batman'da doğup büyüdü. Dicle Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi'nden mezun olduktan sonra 2002 yılında o zamanki adıyla Proje 4L, bugünkü adıyla Elgiz Müzesi'nde Vasıf Kortu'nun küratörlüğünü yaptığı bir sergiye katılarak sanat hayatına başladı. Hemen ardından da 2003 yılında İstanbul Bienali'ne katıldı. Bundan sonra 3 yıllık bir Avrupa macerası başladı. 2007 yılına kadar Paris'te yaşadıktan sonra ülkeye dönen Atay, 2017 yılında İsveç'te yaşamaya başlayana kadarki süreçte bir çok eser üretip birçok projede yer aldı. Uluslararası sanat dergilerinde adı sık sık geleceğe yön veren sanatçılar arasında yer aldı. Kürdistan, Türkiye ve Avrupa'da sayısız sergide yer aldı. Çeşitli kurum ve mecralarda sanat dersleri verdi. Biz de 2017'den bu yana çalışmalarını İsveç'te sürdüren Atay'la sanatı ve sanata yaklaşımı üzerine konuştuk.[1]
Batman'da uzun bir süre yaşadın. Batman başta olmak üzere Kürdistan'daki sanat çevrelerinde birçok bireysel ve karma projede bulundun. Kürdistan'da yaşadığın süreç sanatına nasıl bir etkide bulundu?
Hemen hemen bütün işerimin ana kaynağı doğduğum, büyüdüğüm, sevindiğim, korktuğum, öfkelendiğim, beni ben yapan Kürdistan topraklarıdır. Bence bu bir sanatçı için gayet doğal olabilecek bir etkidir.
Birçok uluslararası dergi ve kuruluş senden birçok kez övgüyle bahsedip seni geleceğe hitap edebilen sayılı sanatçılar arasında gösterdi. İşini yaparken bunun gibi geri dönüşler seni nasıl hissettiriyor?
Açıkçası işlerimi yaparken bunları hiç düşünmedim. Otorite olabilecek her şey sadece değerlendirir veya eleştirir ama halk, yani izleyici yargılar. Yargılamanın daha samimi ve içten olduğu kanısındayım. Sonuçta islerimi otoriteler için değil izleyici için yapıyorum.
Çağdaş sanata dönük ironik, hatta bazen alaycı bir eleştirel yaklaşım var insanlar arasında. Bunu yapmakta ne var, Bunu ben de yaparım gibi biraz da küçümser bir algı hakim. Bunu nasıl değerlendiriyorsun?
Bundan ziyade ironinin sanatla ilişkisine, sanatta ironinin nasıl kullanıldığına değinmenin daha gerekli olduğunu düşünüyorum. Sadece çağdaş, diğer bir ifadeyle güncel, sanata değil edebiyat ve diğer alanlarda da alaycı yaklaşım yani ironi kullanıldı. Hâlâ kullanılmaya devam ediyor. 20. yüzyıl ve günümüzün önemli kavramlarından biridir ironi. Sonuçta dış dünyayı yorumlama biçimlerinden biridir. Gerçeğin gizlenip tersten söylendiği bu yaklaşımda esas amaç, söylem ya da eylemdeki çelişik noktalara dikkat çekmektir. Andy Warhol için önemli olan ironiyi kullanarak, ulaşılamazı değersiz şekilde gösterebilirken, kolay elde edilebilen ürünleri güya sanatsal bir ifade içerisinde sunmaktı. Ama ironi gercekten yeterli bir ifade biçimi midir? Sanat, gerçek dediğimiz kavramı sorgularken ironi bunu tersine çevirmekten öteye gitmiyor. Senin sorunun yanıtı da biraz burada gizli olabilir aslında; Tersine çevirmek.
Çağdaş sanatın anlaşılmasına dair ciddi bir problem var. Birincisi; diğer sanat disiplinlerinde üretilen eserlere dair gerçekten ortak bir anlama ulaşabiliyor muyuz? İkincisi; çağdaş sanatı anlamak ve eserleri yorumlayabilmek neye bağlıdır?
Öncelikle çağdaş sanat üzerine Baudrillard'dan şu alıntıyı vermek isterim; “Zira dünya ve içindekiler Tanrı tarafından verilmişti, doğa Tanrı’nın armağanıydı dolayısıyla sanatçılar Tanrı’nın yarattığı güzellikleri tasvir (taklit) edebilen seçkin insanlardı. Sanat, gerçek dünya ile metafizik arasında ilgi-bağ kuruyordu. Sanatçılar somut-gerçek dünyadan soyut dünyaya pencere açabilen ayrıcalıklı kişilerdi. Modern zamanlarda ise sanatın aşkın (transcendental) yönü, dünyayı farklı yansıtacak özelliği çağdaş sanatla kaybolmuştur.”
Buna göre çağdaş sanat bu özelliği yok etmişse onu anlamamak gayet doğaldır. İroni yaptım. (Gülüyor) Çağdaş sanatın anlaşılmak gibi bir derdi olmamıştır. İkincisi ise neden anlaşılan olsun ki? Anlamak veya yorumlayabilmek için bir kriter yoktur. Bu izleyici ile eser arasında kurduğu ilişkidir. İzleyiciyi özgür bırakmak gerekir. Anlam ve yorum da otoriteleşen olgulardır. En iyi anlamı ve yorumu izleyici yani halk zaten verebiliyor.
İçinde yaşadığımız çağı bir felaketler çağı olarak değerlendirmek yanlış olmaz sanırım. Dünyaya baktığımızda yolunda giden çok az şey var gibi görünüyor. Çağdaş sanat nasıl yaklaşıyor bu dünya haline. Sanat refleksi buna karşı nasıl işliyor?
Sanat, dünyada olup bitenlere karşı her zaman bir refleks oluşturmuştur. Yaşananlara karşı duruşunu bazen iyi bazen kötü bir şekilde ifade etmiştir belki ama kayıtsız kalmamıştır. Şunu demeden de geçemeyeceğim; Sanat felaketlerin hiçbirine çözüm bulamaz! Sanatın kesinlikle böyle bir gücü de yok. Bu felaketler çağında sanat kendini yalnızca var etmeye çalışır. Sanatın bu varoluş çabası bize farklı bir refleks veya direniş gibi görünür. Oysa o sadece kendi varlığını korumaya çalışır.
Tinica adlı eserin en çok konuşulan işlerinden biri. Hem biraz Tinica'dan hem de sonraki sürecinden bahseder misin?
Tinica işi çok sevdiğim bir iş. Şehre bakan bir tepede teneke ve kovalarla bateri çalar gibi şehre karşı ritimle müzik yapan bir genci görüyoruz işte. Tinica'da çöp tenekeleriyle bateri çalan gencin bir var olma çabası yok. O genç varlığının farkında ve sisteme karşı bir başkaldırı girişiminde bulunuyor. O işi benim için önemli yapan da bu. Bu yanı onu izleyici açısından da değerli kıldı sanırım. Dünyanın birçok yerinde ve müzelerde sergilendi ve hâlâ sergilenmeye devam ediyor.
Bir de video üçlemeni sormak istiyorum. Paris Köyü, Devler, Yürüyen Anılar diye üç video çektin. Güçlü politik imaj ve temsiller vardı bu işinde. Zombileşen hayatlardan bahsettin. Bu yüzden sana zombiliği sormak istiyorum. Bir insan nasıl zombileşir?
“Yürüyen Anılar”, “Devler” ve “Paris Köyü” olmak üzere birbirinden farklı üç hikayeyi çalıştım. Bu çok katmanlı hikayeleri anlatı bağlarıyla bir araya getirmeye çalıştım.The Walking Memories serisinin çıkış noktası bir zombi filmiydi. Yerlerinden yurtlarından edilen, köyleri boşaltılan insanların hikayeleriydi. Köyün kadınlarının dönüşüne yaşam ve ölüm üzerinden odaklandım. Filmde daha önce terk etmek zorunda kaldıkları yerlere geri dönen kadınların günlük yaşamlarını kıyamet sonrası bir ortamdaki anılar olarak ele aldım. Filmde yer alan karakterlerin tekrarlanan davranışlarıyla zamanın sürekliliği ve hafızanın zorlayıcılığını işledim. Öte yandan, filmde gördüğümüz kişilere dair olan tamamlanamamışlık kavramının temelinde köye dönüş fikri yatıyor.
Giant filmi ise kıyamet sonrasında yaşanan bir aşkın filmi. Moderniteye geleneksel olmayan bir yerden eleştirel bir yaklaşım üretmeye çalıştım. Filmin konsepti pastoral bir düşlemden yola çıkıp yeni bir değerlendirmeye olanak sunuyor. Doğu toplumları ile ilgili klişenin aşılandığı şeyleri herkes bilir. Şehirli kız, köylü erkek, imkansız aşk, bitmeyen çöller ve bunun gibi nicesi. Giant'ta bunları kurcaladım.
“Paris Köyü” filmine gelince; absürt ve kara mizah motiflerine sahip bir anlatıma sahip bir film. Siirt/Eruh'ta Parez diye bir köy var. Ben de filmi yaparken bu köyden esinlendim. Filmde mekânsal ve kültürel sıçramalar inşa etmeye çalıştım. Paris'in renkli atmosferinin aksine film siyah beyaz. Her şey basit ve sade.
Kürdistan'da uygulanan askeri devlet baskısının ardından ortaya çıkan göçü zombilikle açıklıyorsun. Peki bu değerlendirmenin sebebi ne? Neden zombiyiz?
Sanırım The Walking Memories ile ilgili söylediklerimi neden zombiyiz?in cevabı olarak da düşünebiliriz. Evet, büyük bir göç oldu ama hafızamız, anılarımız göç etmedi. Hâlâ orada. İnsanı var eden önemli unsurların başında anılar ve hafıza gelir. Hafızasından koparılan bir insan deyim yerindeyse zombileşir.
Sen şu an Avrupa'dasın. Kendini de bir zombi gibi mi hissediyorsun?
Bu sorunu ironik buluyorum. Zombi değilsem de virüsün kendisi olabilirim. Bir sanatçı için en yerinde tanım bence zombi virüsü.