$Saîdê Kurdî ve Gevaş ulemasının Ermeniler ile ilgili mektubu$
İngiltere ve Rusya arasındaki rekabet, Osmanlı-İran üzerinden Kürdistan’da kendisini gösterirken, Berlin Antlaşması ile Ermenilerin statüsü, Kürtlerin üzerinde de etkisini göstermeye başladı.
Balkanların yeniden yapılanması, Rusya’nın ekonomik gücünün zayıf olmasıyla, belirli bir toprak parçası üzerinden nüfuz artırmaya yönelik işgal politikası, özellikle sıcak denizlere inebilmek için ‘Ermeni milliyetçiliği’ duygusu önemli bir tercihti.
Rusya’nın, Osmanlı-Kürdistan topraklarına olan ilgisinin altında Ermeni sorunu yer alıyordu.
Berlin Antlaşması, Ermenilerin oturduğu vilayetlerdeki yapılanmasını öngören reformlardı.
Bu durum, Kürtlerin topraklarının parçalanması ile birlikte savaşların bir parçası haline getirilmesi meselesi Kürtleri hep rahatsız etmiştir.
Ayetafanos ve Berlin Antlaşmaları sonrasında Samih Paşa’nın raporlarının içeriği, Kürtlerin birçok defa dile getirdiği Kürdistan toprakları üzerinden bir Ermeni devletinin teşekkülüne dair muhalefetinin bir tekrarını içeriyor.
1876 yıllında Kanuni Esasi/Osmanlı Anayasası’nın yazılmasında Ermenilerin etkisi önemli bir yere sahiptir.
Kerkor Odyan’da anayasanın yazılmasına iştirak etmiştir. Ermeniler ellerinde bulundurdukları bu imtiyazı, Kürdistan’daki ticari burjuvasına borçludur.
Ermeni ulusal hareketinin yükselişini simgeleyen ve buna uluslararası bir nitelik kazandıran Berlin Kongresidir (1878).
Osmanlı-İran arasında Kürdistan’ın Kotur ve diğer sınır bölgeleri paylaşımı yaklaşık kırk yıl sürdü.
1877-1878’de Osmanlı-Rus savaşında Osmanlı ağır bir yenilgi almış, Osmanlı-Rusya arasında 3 Mart 1878 yılında Ayestefones Anlaşması imzalanmıştı.
Bu antlaşma ile Karadağ, Sırbistan bağımsızlığını ilan etti. Bulgaristan, Bosna ve Hersek, Berlin Antlaşmaları ile bağımsızlık süreçlerini tamamladı.
Rusya’nın Osmanlı Devleti’nden kopardığı bölgeler ardı ardına geldi. Ayestefones Anlaşmasının 18'nci maddesi Kürdistan bölgesini ilgilendiriyordu.
Osmanlı Devleti, İngiltere ve Rusya’nın komisyon üyelerinin Kürdistan bölgesinin idari yapısı ile ilgili ifadelerini ciddi bir şekilde dikkate alacağını ve İran sınırının kesin tespitini yaptırmayı kabul ettiğini beyan etmiştir.
Kürtler, Osmanlı Devleti’nin bu konudaki zayıflığını biliyordu. Berlin Anlaşmasını izleyen yıllardan 1880’e ulaşıldığında Osmanlı yeni bir çehreye sahipti.
İç politikanın meşruiyeti yeniden tartışmaya açılmıştı. Şeyh Ubeydullah’ın Kanuni Esası hakkındaki tutumu, açıklayıcı bir örnek olarak Kürdistan’a nasıl yansıyacağını belirtmektedir.
Mithat Paşa’nın kalem aldığı Anayasa tasarısını, Sultan Abdulhamid kendi otoritesi doğrultusunda dana önce yeniden düzenlemişti.
Mithat Paşa’nın sürgüne gönderilmesi ile Rus ordularının Trakya’dan Kürdistan sınırlarına kadar karargah kurması, parlamentonun feshedilmesi silsilesi eş zamanlı uygulandı.
İngilizler, Mithat Paşa ile yakın temas halindeyken yapılan baskılar sonucu Şam’a vali olarak atansa da, 1881 senesinde Abdülaziz’i öldürmek suçlamasından Taif’e sürgüne gönderilmişti.
Abdülhamid, dış politikasını Tanzimat Devleti üzerine kurulmasını yeniden tartışmalı hale getirdi.
Osmanlı’nın baş düşman olarak gördüğü Rusya’ya karşı koyabilmek için, Fransa ve İngiltere’ye dayanmaktan başka seçeneği yoktu.
Ne var ki, Berlin Anlaşması ile bunun bedeli ağır bir şekilde ödendi.
Abdülhamid, 1878-1879 yıllarıyla birlikte Osmanlı Devleti’nin bütünlüğünü korumaya yönelik gelenek haline getirdiği siyasetini terk etmek istediğinden kuşkulanmaya başlar ve İngiltere’nin Kürdistan’da Ermenilerin yaşadığı yerlerde vadedilen reformlara girişilmesi için, İngiltere hükümetinin Abdülhamid üzerindeki baskıları bu kuşkuyu besler niteliktedir.
İngiliz hükümetinin başına Gladstone'nın gelişiyle, bu kuşkular daha da yoğunlaşır.
İngiliz diplomasisi baştan aşağı çark eder. İngiltere için en önemli koz Hindistan yolunun Rusya’ya kapamaktır. Bu konuda Osmanlı İmparatorluğuna güvenemez.
Böylece Doğu Akdeniz’den Kıbrıs’la Süveyş Kanalı kıyılarına sağlam biçimde yerleşmek ve Osmanlı unsurları içinde Türklerin dışında kalan Ermenilere, sonra Araplara daha sonra Bulgarlara sırtını dayaması gerekmektedir.
İngiltere’nin amacı, Kafkaslardan gelen Rus yayılışı karşısında kendi denetimi altında ‘bağımsız bir Ermenistan’ unsuru İngilizler için en doğru seçenek olarak gelişir.
Bilindiği gibi Rusya’nın sermayesi yok, fakat insan gücü vardı. Bu yüzden daima, belirli bir toprak parçasını nüfus alanına dahil etmekten çok, doğrudan işgal etme yolunu seçiyordu.
Üstelik sıcak bölgelere inebilmek için Kürdistan’a göz diktiğinden, bu topraklarda yaşayan Ermenilerin milliyetçilik duygusuna yönelik politikalar geliştirdi.
Bu yüzden Rusya’nın Osmanlı topraklarına (Kürdistan bölgesi için) gösterdiği ilginin odak merkezinde Ermeniler vardı.
Berlin Antlaşması'ndan 1918’e kadar süren uygulamalarda çıkarılacak olan derslerden biri, sadece topluluk bazında haklarla yapılan düzenlemelerin, toplumda genel eşitliği sağlamak konusunda yetersiz kaldığıdır.
Önemli husus şudur ki, Kürtler, kendi toprakları üzerinde geliştirilen mücadele ve hak talebinde bulunan kimselerin çoğunluğunun sorunu tıpkı tarihteki gibi bir eşitlik sorunu olmaktan ziyade kendileriyle, kendilerini uzun süredir ezdiklerini düşündükleri çoğunluğun temsilcileri arasındaki bir mücadele olarak görmelerinin gerekliliğidir.
Bu alanda geliştirilen söylem, Bulgar-Türk Devleti talebiyle ortaya çıkan Bulgar milliyetçi entelektüellerinkinden pek de farklı olmaması gerçekten düşündürücüdür.
İngiltere ve Rusya’nın desteğini alan Ermeni milliyetçiliği ve gelişimi işte bu sürecin önemli bir unsurudur.
Saîdê Kurdî ve Kürt âlim ve entelektüellerinin meşrutiyet sürecinde Kürdistan’daki Ermeniler ile olan ilişkilere önemle dikkat çekmesinin arkasındaki neden, sadece salt dini bir kelami sorun değil, asl olan Kürtlerin coğrafyasında uzun yıllara yayılan Kürdistan’da bir Ermenistan kurulması politikasıdır.
Özellikle Van ve Kotur sorunu bu meselenin en önemli unsudur (bu konuyu Şeyh Ubeydullah kitabımızda detaylı okuyacaksınız).
Saidê Kurdî’nin, Seyyid Abdulkadir ve İsmail Hakkı Babanzade'nin ifadelerinde olduğu gibi, gündeme gelen yazışmalar ve raporlarda, Kürtlerin kendilerinin de baskı gördükleri dönemde, Osmanlı’ya karşı Ermeni halkını korudukları ve devlet politikasının bir aracı haline getirilmek istendiğinde karşı koydukları görülmektedir.
Hasan Yıldız’ın dikkat çektiği noktayı onun kitabına atıf yaparak, ‘Bağlaşık güçlerin Kürt karşıtı politikaları, bazen açık bazen kapalı devam ederken, barış görüşmelerinde Kürt temsilcisi olan Şerif Paşa’nın Ermenilerle aynı masaya oturması bir kısım Kürtleri güvensizliğe iter’.
Her ne kadar konferans boyunca bu iki ulusun temsilcileri emperyalist oyunlar sonucu birlik olmaktan çok karşı karşıya gelmişlerse de, o günün psikolojik ortamında sürdürülen propagandalar altında, olgular tam tersi bir görünüm almıştır.
Sultan Abdülhamid’in ustaca politikaları ile kurulan Hamidiye Alaylarının iç güvenlik unsuru olarak başta Ermeni ve diğer Hıristiyan unsurları karşı karşıya getirmesi sonucu, Kürtlerin toplumunda devletin korunması kaygısından çok, Hıristiyan-Müslüman çelişkisi olarak kendisini güçlü bir şekilde göstermiştir.
Kürt aydınları, Hamidiye Alaylarının bir kısım Ermenilere karşı olan olumsuz davranışları, Osmanlı tarafından aşiretlere müdahale edilmemesi ve suçluların yargılanmaması gibi politik tavırların gayesinin, Avrupa ve diğer güçlerin sorunun merkezini Kürtlere nispet edilmesini istediklerini fark ettiler.
Bu noktada Saîdê Kurdî’nin, Hamidiye Alaylarının yasallaştırılması talebi ile Kürtler üzerinde uygulanmak istenen bu keşmekeşlik politikalarını boşa çıkarmayı amaçlamaktadır.
İsmail Hakkı Babanzade’nin vurguladığı ve üzerinde düşünülmesi gereken önemli bir noktada, Osmanlı'nın, alayların işledikleri suçlara karşı hiçbir yasal işlem yapmamasıdır:
Çünkü eski hükümet çeşitli zulüm ve baskılar yapar, ülkeyi yıkıntıya ve bayındır yerleri yabana çevirirdi, yağmacılığı teşvik eder ve öldürülmeyi kışkırtırdı.
Sonra da işin içinden sözde temiz ve erdemli bir biçimde sıyrılarak isteyerek, bütün cinayetleri 'Kürdlerin vahşetine, Kürdlerin bağnazlığına, Kürdlerin kana susamışlığına, Kürdlerin kötü huylarına' yüklerdi.
Dünya basını ise, hükümet ile milleti eşkıya çetesi 'meşrutiyet öncesi hükümetin emrindeki yönetici kadro' ile soyulup soğana çevrilen zavallı mazlumları karıştırarak, Osmanlı Hükümetinden söz ederken, Türkler, Kürdistan ilinden söz ederken Kürdler diyerek, feryat ve şikâyetleri ayyuka çıkardı ve milletin suçsuz günahsız fertlerini iftiralar tufanı altında boğardı.
Hükümet ise susardı, susmak işine gelirdi. Susan çobanı kurt olan bir sürünün işinin sonu, zaten başka ne olabilir!
Kürdler üzerine atılan ağır iftiralardan biri, Ermenilere sözde eskiden beri düşmanlıklarının bulunması ve sözde öteden beri Ermenilerin can düşmanı olmalarıdır.
Sadece bir kısım aşiretler bölgelerindeki Hıristiyan halk üzerinde yaptırım uygulanmasına izin verilmiş bu tür uygulamalara ses çıkartılmamıştır.
Böylece Hıristiyan halkın tepkileri devlete değil birinci planda Kürt beyliklerine karşı çekilmiş oluyordu.
Bu olumsuzluk Abdülhamid döneminde açık biçimde görülmektedir. Kürt beyliklerinin bu zayıf görüntüleriyle bile devam etmesine olanak verilmemiştir.
Saîdê Kurdî de İsmail Hakkı Babanzade örneğinde olduğu gibi Kürt Ulema ve Beyleri ile birlikte kaleme aldığı telgraf, aynı şekilde bu soruna dikkat çekmektedir.
Kürtlerin içinde bulunduğu bu zayıf halka olan Ermeniler üzerinden Kürtleri bir bütün olarak insan dışı olmak ile suçlamak en ekonomik yol olarak benimsenmiştir.
Saîdê Kurdî ve Ulemanın bu telgrafı tam bu noktaya dikkat çekmiştir.
Dahiliye Nezaret-i Celîlesi’ne
Müsellemdir ki şu havaliye selâmet ve saadeti Kürd ve Ermenilerin yek-diğerine ciddi ülfet ve dost olmalarına mütevakkıfdır.
Hal böyle iken biz Kürdler hükümet-i meşru‘amıza kemal-i itimad vechiyle sükûn-ı mütevekkilânemizden komşumuz bulunan Ermeniler istifade ederek her vesait ile ba-husus mübalaacı ceridilerle habbeyi kubbe yaparak Kürdlerin itimadına dokunduran birçok yalan şikâyetleriyle ma‘a’t-teessüf o rabıta-i ülfet münasebeti tahdiş ediyorlar.
Bu sene zarfında şikayetlerin yekunu nazara alınsa ve ilerde arz edeceğimiz hakikat-i hal ile müvazene edilse ifrat belki de iftiralar tezahür eder.
İşte böyle de şu vilayette onlara nisbet olan Kürdler yirmiden fazla maktul var ve Kürdlere nisbet olan onlardan on altı maktul kadardır.
Bunlarda beraber bu cinayetlerde Kürtler hakkıyla mesul yalnız dört beş adamdır. Zira hareketleri katiyyen ve asla Kürdlerin rızasıyla değildir. Belki şahsî keyiflerledir.
Ermeni komitesi ise fikr-i külliyetle hareket ettiklerinden cinayet bir şahısta kalmayacağı malumdur. Zira bir cemiyet bir şahsı öldürse yahut rızalarıyla öldürülmesine umumen mesul olur.
-Kürdler Ermenilerle- Biz katiyen onlara kıyas olunamayız. İki üç şahsın kabahatiyle mesul değiliz. Bahardan beri birçok evahim, güft u gû ve korku meydana çıkarıldı. Bunların menşei Kürdlerin eskiden mevcut bir iki şakileri değildir.
Belki eskiden Kürdleri ürküten ve bir kısmı hariçten gelen Ermeni mültecilerinin yine filiyata başlamaları ve bazen müsellahan gezmeleridir. Hem de hakiki meşrutiyet-perver kabine-i âdilemizin muvaffakiyâtına karşı müşkilat ikaından bazı parmaklardır.
Şunu da arz ederiz ki iki üç sene idi hükümet Ermenilerin ifratına ve yalanlarına fazla ehemmiyet vererek birçok noktalarda Kürd anasırını hükümetten soğuttu ve bî-günahlık hissi verdi. Hem de bir iki şahs şakinin takibi için birçok masumlar ızrar olundu. Acaba birkaç müsellah eşkıya bir bî-çârenin hânesine gelse nasıl müdafaa edebilir ve hükümet o bîçâreyi ne kanuna mesul tutabilsin. O l bâbda.
Encümen-i İlmiye Nâmına: Mahmud, Mecid, Muhammed, Abdulcelil, Ulemâdan Bediüzzaman Saidê Kurdî, Eşrafdan Edhem, Eşrafdan Süleyman, Arif Hüseyin, Eşrafdan Derbaz, Eşrafdan Ömer, Eşrafdan Hurşid, Eşrafdan Salih, Handandan Alaaddin, Eşrafdan Ata, Eşrafdan Hasan, Eşrafdan Cündi, Eşrafdan Hacı Muhammed, Eşrafdan Osman, Eşrafdan Bahri, Eşrafdan Mustafa, Derviş, İlyas, Kamil
Sadê Kurdî, birçok eserinde Ermeniler ile Kürtlerin dini, siyasi, hukuki, ekonomik ilişkilerine dikkat çekmiştir.
Bu konunun bölgesel güçler tarafından Kürtlere karşı uzun yıllar bir argüman olarak ileri sürüldüğü açıktır.
Emir Bedirhan Bey’e aleyhtarlık ile başlayan bu durum, Tanzimat Fermanı, Islahat Fermanı ve bir dizi jeopolitik anlaşmalar ile birlikte Kanuni Esasi’ye yansımış, akabinde meşrutiyet sürecine kadar Kürtler üzerinde bir baskı aracı olarak kullanılmıştır.
Belgede de ifade edildiği gibi Ermenilerin -Nasturilerde- Rusya ve İngiltere tarafından desteklenmesi, yüzyıl boyunca Kürtlere karşı uygulanan cinayetler ve katliamlar daha fazladır.
Kürt alimleri çeşitli makale ve açıklamalarında; Kürtlerin ve gerek Ermenilerin iyi ahlak ve güzel gidişlerinin birbirinin benzeri olduğu, İslam şeriatına hakkıyla bağlı olan Kürtlerin şeriata aykırı durumlardan eskiden beri tümüyle sakınmış ve İslam şeriatı gereğince Ermenilerin haklarına her bakımdan saygı göstermiş oldukları;
Ermenilerin de bağnazlığı çekici, huzur ve rahatlığı ortadan kaldırıcı bazı münafıkların aldatmacalarına kapılmadıkları ve aralarında hiçbir engel ve güçlük bulunmayarak tam bir refah ve uyumla yaşadıkları, aksinin soruşturma ve tartışma konusu bile olmadığına değinmişlerdir.
İsa’nın miladının 2 bin 600 yıl öncesinden beri, yani tarihin bakışının erebildiği dönemden bu ana kadar Kürdistan’da tam bir birlik ve sevgiyle yaşamış olan Kürtlerle Ermeniler arasında iddia edilen nifak ve husumet var olmuş olsaydı, birinin diğerini bu kadar uzun bir zaman içinde herhalde imha etmesi gerekirdi.
Bugün coğrafyalarda görülen toprak parçalarının ve ülkelerin tarihine başvurulsun.
Bunların ne kadar halklar tarafından artarda miras alındığı ve her yeni gelenin kendisinden önce var olanı en kısa zamanda nasıl imha edip ortadan kaldırıldığı görülür.
Bu genel durumdan ayrı ve müstesna bir toprak parçası varsa, o da Kürdistan’dır.
Çünkü Ermeniler o toprak parçasının eski sakinleri oldukları gibi, bugün tarihçe kanıtlı olarak bilinmektedir ki Medyalıların halefleri olan Kürtler de o toprak parçasının asli olan eski sakinlerindendirler.
Bu iki eski halkın istilaları zamanında Kürtler, Ermenilere; Ermeniler de Kürtlere eski tarihte benzeri olmayan biçimde sahip çıkıp korumuşlar ve birbirinin soy ve özgürlüğünü tanıyıp varlıklarını karşılıklı olarak güvenceye almışlardır.
Ermeniler Hıristiyanlığı, Kürtler de İslam'ı kabul ettiklerinde, aralarında meydana gelen din ayrılığı, eski uyuşmalarını zerre kadar bozmadı.
Her iki halkın yetiştirdiği erdemli ve yüce adamların yol gösterici telkinleri, eski sevgilerinin sürdürülmesini ve ulusal mutluluklarının devamını sağlayarak, hiçbir toprak parçasına ve yöreye nasip olmayan bir dostluk ve uyuşmayla zamanlar ve yüzyıllar geçirdiklerine tarih tanıktır.
Klasik Osmanlı politikası olan sınırlarının korunması prensibinden hareket edilerek kurulan bu askeri birlikler, ellerine geçirdikleri inisiyatif ile Kürt toplumu içindeki çelişkileri de alevlendirmişlerdir.
Bu alayların bulunduğu Erzurum, Van, Bitlis, Diyarbakır, Urfa vilayetlerinde açıkça ‘iç savaş’ yaşanmıştır.
İç otonomilerini kaybeden Kürtler, topraklarını Osmanlı ve İran sınır paylaşımları ile yüz yıl boyunca kaybederek aşiretler üzerinde oynanan politikalar sonucunda belirli birkaç Kürt grubunun, Hamidiye Alaylarında yer alması ve arkalarına aldıkları siyasi destekle en sakin yerleşim alanlarında çatışmalar yaşanmıştır.
Ruslar, Ermeniler veya diğer Hıristiyan halkla savaşın olmadığı dönemlerde, Abdülhamid mantığıyla aşiretler birbirine düşürülür ya da bu tür çelişkilerin ön plana çıkmasına göz yumulur.
Bu ve benzeri politikalar, Osmanlının, önceleri göze çarpmayan, ilk etapta tepki çekmeyen bir durum olarak Kürtlerin gittikçe Osmanlıya daha çok bağımlı hale getirilmelerinde, özgür ve iç otonomilerini kaybetmelerinde aranmalıdır.
Bu çalkantılı yıllar aynı zamanda Osmanlıların aşiretler üzerinde oynadığı yıllar olmuştur.
Bir aşiretin üzerine diğerinin gönderilmesi, istenmeyen veya güçlenme eğilimi gösteren bir beyliğin yerine rakip bir aşiret reisinin desteklenmesi sık sık rastlanan olaylar haline gelmiştir.
Kürdistan'da toplumsal yapının paramparça edildiği ve bu parçalanmışlık üzerinde yüzlerce otoritenin oluşturulduğu gerçeği bize bu noktada Osmanlının ne derece bu politikada başarılı olduğunu göstermektedir.
1 Belge, Dr Ersin Kırca tarafından 2017 Nisan ayında Tarih ve Gelecek dergisinde farklı bir bağlamda yayınlanmıştır.[1]
Hüseyin Siyabend Aytemur