Bu toplumun sanatçılarının sessiz kaldığı, itiraz geliştirmediği, direnmeye çağırmadığı her dakika toplumun çürümüşlüğü katlanarak artacaktır.
Devrim, insan için, insanlık için bir lüks, bir fantezi değildir. Koşulların, ihtiyaçların zorunlu dayatması sonucu ortaya çıkar.
Biyolojik yaşamını sürdürecek olanaklar elinden alınmışsa, emeğin ciddi bir şekilde sömürülüyorsa, açsan, yoksulsan, köleleştirilmişsen, özgürlük talebin varsa, dilini konuşmak, kültürünü yaşamak yasaksa, mutlu bir yarın kurma tahayyülün varsa, bütün bunlar toplumun büyük bir bölümü için geçerli ise ancak bütün bunların çözümü bir devrimle mümkün olabilir. Devletçi uygarlık öncesi yaşam için devrim bir ihtiyaç değildi. Kadın ve erkeğin eşit olduğu, sömüren ve sömürülen ilişkisinin olmadığı, doğayla barışık ve dengeli bir ilişkinin sürdüğü bir yaşamın devrime ihtiyacı yoktur. Uygarlık gelişiminin bu özellikleri taşıdığı aşamada insanın devrime ihtiyaç duyması söz konusu değildi elbette.
Sürüp gitmekte olan yaşama bir devrimle müdahale etme ihtiyacı içinde olan toplum, tüm yaşamını devrimci eylem bütünlüğü içerisinde örgütler. Yaşamın tüm elemanlarını, ekonomiyi, siyaseti buna göre örgütlediği gibi sanatsal eylem, düşünüş ve yaratımlarını da buna göre örgütler. Sanatsal eyleyiş, toplumların devrimsel gelişmelere ihtiyaç duyduğu dönemlerde çok ciddi öncü rolü oynama kapasitesine sahiptir. Bu anlamda sanatın öncülüğünden yoksun kalan, devrimci sanatla buluşmayan bir devrimin çok fazla başarı şansı yoktur. Devrimci sanat, halkın ihtiyaçlarını, sorunlarını; istek ve beklentilerini görebilen, bunları analiz edebilen, bunlara dair çözümler üreten bir yerden devrime öncülük eder. Sanatçıyı bu öncülük rolünden düşürebilecek, sapma içine girebileceği en tehlikeli durum, topluma doğruları vaaz eden bir vaiz durumuna düşmesidir. Sanatçıyı vaiz kılan, peygamberleştiren, sanatsal eylemi ve üretimi vahiyleştiren burjuvazidir. Ulvileşen, adeta vahiy yoluyla bir var olma süreci yaşayan sanat, toplumsal alandan büyük oranda çekilmekte, buna bağlı olarak sanatçı da toplumdan uzaklaşarak öncü rolünden sıyrılmakta, burjuva düzenin ihtiyaçları doğrultusunda bir organizasyon, bir örgütlenme kurmada kullanılmaktadır. Bir yönetmen bir film yapar, kendi duygu, düşünce, istek ve tahayyüllerini tek doğruymuş gibi filme işler, seyirci karanlık ve sessiz bir salonda bu filmi huşu içinde izler. Filmden çıktığında aklında kalan şey yönetmenin ona dikte ettiği mesajdır, doğrudur. Bunun bir mabetten çıkıldığında akılda vaizin söylediği mutlak doğrunun kalmasından farkı yoktur. Var olan yanlışlara itiraz etmek, doğrularla bağ kurmak arayışındadır sanatçı. Bu arayış yolculuğuna katılmaya seyircisini, dinleyicisini, okuyucusunu ikna ederek, yol yürümeye çalışan sanatçının yaptığı şey, devrime öncülüktür. Sanatçı, vaiz değildir. Sanatçının en temel yaklaşım biçimi süregitmekte olan bozuk düzene itirazı dillendirmek, bozuk düzenin analizini yapmak ve bu düzenin değişmesi gerektiği yönünde insanlar üzerinde etki yaratmaktır. Değişecek düzenin yerine nasıl bir düzenin kurulacağı konusu sanatçının topluma vaaz edeceği bir konu değildir. Sanatçı kendi ferasetini, hissedişlerini, öngörüsünü, bilgisini kattığı, sözüyle, üretimleriyle halkla birlikte çözüm ve alternatif arayacaktır.
İçinden geçmekte olduğumuz, muazzam bir çürüme ve yozlaşmanın yaşandığı, tüm toplumsal dinamiklerin parçalanarak insanın yalnızlaştırıldığı, kimsesizleştirildiği bu sürece en güçlü itiraz ancak sanatın öncülüğünde geliştirilebilir. Bu toplumun sanatçılarının sessiz kaldığı, itiraz geliştirmediği, direnmeye çağırmadığı her dakika toplumun çürümüşlüğü katlanarak artacaktır. Devrim hiç bu kadar yakıcı bir ihtiyaç olmamıştı. Devrimci sanata duyulan öncülük rolü hiç bu kadar kendini dayatmamıştı. [1]