$“Êrîvan xeber dide, guhdarên ezîz…” (Erivan Radyosu haberleri sunar, değerli dinleyiciler…)$
1955 yılında sınırların ötesinden gelen radyonun bu sesi, kısa dalgasından dünyaya yayıldığında Kürtlerin kulakları Erivan’a dönerdi. O ilk ses haftada bir gün ve 15 dakika olsa da, Kürtler kendi anadilindeki sesle buluşmasını bir şenlikmişcesine kutlardılar.
“Düşünsene radyo senin gibi Kürtçe konuşuyor, bundan daha ala sevinç ben ömrümde yaşamadım.” Iğdır’ın Hacıağa Köyü’nde yaşayan Abdurrahman Şeyran’ın yaşadığı işte böyle bir şenlikti.
Erivan Radyosu, Kürtlerin yasaklı sesiydi. Kürtler o sesten kendi dilinde dünyada olup bitenlere dair haberleri, masalları; Karapetê Xaço, Evdalê Zeynikê, Egîdê Cimo, Kawîs Ağa, Şeroyê Biro, Meryem Xan, Aslîka Qadîr, Zadina Şakir, M. Arîfê Cizrewî ve Susika Simo gibi birçok dengbêjin stranlarını (şarkılarını) dinledi.
Kürtlerin kültürel, dilsel ve tarihsel hafızası için önemli bir kilometre taşı olan radyo; kimliğinin ve dilinin inkar ve yok sayıldığı bir yerde Kürtlere, kimliğine ve diline ait olanın ne kadar değerli olduğunu hissettirmiştir.
Bugün sınırların ötesinden gelen o ses artık yok. Belki yarın, belki yarından da yakın bir zamanda o sese kulak verenler de yitip gideceklerdir. Çünkü dünyanın ömrü insanların ömründen çok daha uzun sürecektir. Ağacın dalındaki o yaprak, günün birinde rüzgarla birlikte sürüklenip gidecektir.
Erivan Radyosu’nun hafızasını, geçmişi yad edenlerin hafızasında arayan Mustafa Orman, yitip gitmekte olan bir kuşağın seslerini, yüzlerini anılarıyla birlikte filme taşıdı.
Biz de Kürtler için hafızanın kilometre taşı olan Erivan Radyosu serüvenini dinleyiciler odağında filme taşıyan Mustafa Orman ile ‘Denge Radyoya Rewane Li Ku ye?‘ (Erivan Radyosu’nun Sesi Nerede?) belgeseli üzerine konuştuk.
İstersen hikayeyi başa saralım. Önce Independent Türkçe’de ‘Erivan Radyosu’nun son dinleyicileri’ adıyla bir dosya haber dizisi hazırladın. Ardından da belgesel geldi. Bize bu süreçten bahsedebilir misin?
Gün geçtikçe, kültürel alanda binlerce ürün, eser ortaya çıkıyor. Binlerce ürünün, eserin kamuoyuyla buluşması, bir çölleşme olduğu fikrini de güçlü kılıyor. Birbirine benzer, birbirini kopya eden, geçmişi farklı yorumlamalarla ele alan ve işin sonunda hafızamızda yer edinmeyen birçok şeyle karşı karşıyayız. Bu eserlerin üretimine katkı yapanlar suçlu değil, çünkü piyasanın dayattıkları sanat eserini üretenleri bu yola doğal bir süreç olarak sevk ediyor. Bunlar yaşanırken ben de doğal olarak, özgün ve işlenmemiş bir konunun peşine düşmek istedim.
Iğdır’da yaşadığım dönemde, bisikletle köylere gider yaşlı insanlarla görüşür, onların belli belirsiz çalışan hafızalarının eşliğinde hem Erivan Radyosu’yla ilgili notlar alır, hem de onlardan masal ve hikayeler dinlerdim. Bu insanlar, aslında dünyaya dair olup biten her şeyi biliyor, sadece kavramsallaştıramadıkları için küçücük bir yelpazenin içinde kalıyorlar. Yine onların anılarındaki mitsel, siyasi, tarihsel öğelerin bir saflıkla dile geldiğini görmek bu hikayelerin peşine düşmemde başka bir unsurdu. Büyükşehir hayatında taşlaşmış, sertleşmiş, öfke dolu bir ruh bu insanlarla birlikte yumuşadı diyebilirim. Bana hayata dair umut edebileceğim bir kapı araladılar; bana düşen de bu kapıdan girmek oldu. Aslında bir diğer ve en önemli husus da şu: Serhat Bölgesi’nin hâlâ kültürel alanda bakir kalması. Yapılan iş de bu sebeple özgün ve biricik yerde durdu diyebilirim. Ve ondan sonra insanlarla yaptığım röportajlar yayımlanmaya başladı.
Yani belgesel fikri sonradan mı oluştu?
Evet, belgesel fikri tamamıyla sonradan oluştu. Çünkü daha önce böyle bir tecrübem olmadı. Sadece fotoğraf çekmek gibi bir deneyimim vardı. Onun dışında belgesel çekme fikri, zihnime yerleştiğinde açıkçası biraz korkmuştum. Böyle büyük bir işi berbat etmek de vardı. Neyse ki böyle bir şey olmadı, bu konuda benden desteklerini esirgemeyen ve beni motive eden birçok arkadaşım oldu. Buradan onlara tekrar teşekkür ederim.
1955’te ilk yayınına başlamasıyla Kürtlerin sesi oldu Erivan Radyosu. Kulakların verildiği bu sesin dili Türkiye’de yasaklıydı. O dönemi yaşayanlar için bu inanılmaz bir mucizenin gerçekleşmesiydi. Ama sen radyonun kendisinden çok sınırların ötesinden gelen sesi dinleyenlerin, yani ona kulak verenlerin hikayesinin peşine düştün. Neden böyle bir tercihte bulundun?
Aslında buna bir tercih demek yanlış olur. Hikaye kendini böyle dayattı. Erivan Radyosu’nu araştırmacılardan, tarihçilerden, edebiyatçılardan, müzisyenlerden vs. dinlemiştik. Fakat Erivan Radyosu dinleyicilerini dinlememiştik. Radyonun, onların hayatlarına neler kattığını, onların hayatını ne denli değiştirdiğini ve nasıl bir yaşam sunduğunu bilmiyorduk genel olarak. Bu bilmeme durumunu dile getirirken, tamamıyla bir sanat eserine konu olmamasından bahsediyorum. Yoksa çoğumuzun büyükleri, anlatmıştır. Biz de onlardan duyduklarımızın farkındayız.
Belgeseli izleyenler de görecekler ki bir yer ile sınırlamamışsın kendini. Şehir şehir, köy köy gezmişsin. Radyonun dinleyicilerine nasıl ulaştın, onları bulmakta zorluklar yaşadın mı?
Röportaj yaparken hiç zorlanmadım. Fakat belgeselin çekimlerine başladığımda epey zorlanmıştım. Geçmişte röportaj yaptıklarımdan biri ölmüştü. Üstelik ilginç bir hikayesi vardı. Iğdır’da bir köyde, kamera kayıtta değilken balkonda çay içiyorduk. Adam, bir değil üç beş anı birden anlattı. Daha sonra kamerayı açıp mikrofonu yakasına taktığımda, konuşamamıştı. ‘Kalbim var’ deyip konuşmamayı tercih etti. Kimi insanlar da korkuyordu. Konuşmak istemiyorlardı. Dinleyicileri nasıl buldum sorusuna gelecek olursak, kimi zaman biri devreye giriyordu, kimi zaman bir köye gidiyorduk, doğaçlama gelişiyordu.
Belgesel, radyonun yayının başındaki “Erivan xeber dıde, guhdarén ezîz…” sesi ile başlıyor.
Evet, Kereme Seyâd’ın sesi. O ses bir hafıza. Çünkü milyonlar o sesle radyoyu anımsıyor. O sesle birlikte radyo Kürtçe yayına başlıyordu. Bundan dolayı belgeselin de bu sesle başlamasına karar verdim.
Radyoların iki-üç inek parası ettiği, köylerde ancak bir-iki radyo olduğu, toplanarak birlikte kendi anadillerinde haberleri, şarkıları, masalları, oyunların dinlenildiği günlerden bahsediliyor. İnsanlar bu anılarından söz ederken radyoyu bir araç olarak değil de kendileri gibi ‘konuşan’ bir insandan bahseder gibi anlatıyorlar.
Her şeyin yasakla başladığı bir yerde, yasaklar sürerken ve sertleştirken insanlar kendileri gibi konuşan her şeye gülümseyerek bakabilirler bence. 2006 yılında üniversite için İstanbul’a geldiğimde, otobüste Kürtçe konuşanlar bana müthiş olağanüstü ve büyüleyici geliyordu. Çünkü zihninizde yasak diye bir kilit duruyor. Yasaklı kelimesinin zihninizdeki yerleşik hali, yasağı delene elbette umutla ve hasretle bakar insan. Daha sonra ‘Bahoz‘ filminde aynı otobüs sahnesine denk gelmem de gülümsetmişti. Hal böyle olunca, insanlar yıllarca Kürtçeyi köyleri dışında ve aralarında konuşmaktan başka bir yerde konuşmamışlar, duymamışlar. Köye bir alet geliyor, kimi başsız bir insana benzetiyor, kimi uzaklardan gelen bir misafir sanıyor, kimi düğüne türkü söylemeye gelen kalabalık bir grup sanıyor. Radyoda konuşanların akşam nerede uyuyacaklarını, kimin evinde yemek yiyeceklerini bile düşünenler var. O yetmiyor, aniden eve girip bırakın bu insanlar biraz dinlensin diyenler var. İnsanlar saflıkla ve yaralı bir bilinç arasında durduklarından, radyoya büyücü veya bir mit kahramanı gibi bakmaları ya da onun üzerinden mit yaratmaları bence yasağın ve korkunun başka bir ifade biçimi. Ama bir farklılık var ki, korku ve yasak bekleyiş içinde ölmeyi emrederken bu insanlar bekleyiş içinde radyo aracılığıyla umudu taze tutuyorlar.
Belgeselin bazı yerlerinde sen de dahil oluyorsun. Kendini eserin içinde gizlemektense, görünür kılmayı tercih ediyorsun.
Aslında kendimi görünür kılmayı tercih etmedim. Ancak sevgili kurgucumuz Eyüp Zana Ekinci, bu kısımların belgesele girmesi, belgeseli daha sıcak yapar, dedi. İyi ki de eklemiş. Buradan sevgili Eyüp Zana’ya teşekkürlerimi de iletmek isterim.
Yok sayılan, yasaklanan, unutturulmak istenen bir dilin, sınır ötesinden gelen bir radyo yayını ile canlanmasını, kısa süreli bir yayını olsa da insanlarda yaşattığı mutluluğu, umudu gösteriyorsun. Bir hafızayı kayıt altına alıyorsun aslında. Bugün nasıl ki Erivan Radyosu yoksa yarın onun dinleyicileri de olmayacak.
Elbette birkaç yıla kadar o insanları bulmak artık imkânsız hale gelecek. Radyoyla ilgili birçok arşiv çalışmasına ulaşmamız mümkün. Fakat radyo dinleyicileri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Çünkü gerçekten, Erivan Radyosu onları derinden etkileyen ve asimilasyonu sekteye uğratan önemli bir araçtı. Bunun dışında, baskılardan kaçıp Rusya’ya, Gürcistan’a, Ermenistan’a giden birçok kişiye radyoya gönderilen mektuplar sayesinde ulaşılmıştı. Hatta, Türkiye’de tutukluyken hapishaneden kaçıp Gürcistan’a giden dengbej Seyade Şamê’yi, ailesi ölü biliyordu. Fakat bir gün akrabaları Erivan Radyosu’nu dinlerken, onun yaşadığını öğrenirler. İşte radyo acısıyla, sevinciyle, saflığıyla insanların anıları arasında hâlâ yaşamayı sürdürüyor.
Edebiyatçı kimliğinle biliniyorsun. Son kitabın ‘Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye’ yakın bir zamanda çıktı. Bu anlamda ilk belgesel deneyimin. Yazmak ile çekmek/yönetmek arasında neleri gördün kendinde?
Zamanında, “Ben de bunu çekerim, ne var bunda?” diye söylediğim cümleleri hatırladıkça utandım. Gerçekten büyük emek isteyen, zorlu bir iş. İnsan kendi yanılgılarını ve hatalarını kendi kendine konuşabilmeyi öğreniyor. Yoksa bir arpa boyu yol alamıyor. Kendini eleştirmek, yerden yere vurmak elbette bu toplumda bir işe yaramıyor, güçsüzlük olarak görülüyor. Bu da başka bir konu tabii. Belgesel çekimlerinde, sadece kameradan bakmanın yetmediğini, insanları ikna etmeniz ve onları yönlendirmeniz gerektiğini öğreniyorsunuz. Ruhen bir deneyimim olmuş olsa da, teknik olarak birçok eksiğimin olduğu hakikatiyle yüzleştim. Belgesel çekimleri çoğunlukla doğaçlama oldu. Yazmak meselesi ise ucu çok açık bir konu. Bunun üzerinden onca afili cümle kurmanın anlamsız olduğunu düşünüyorum. Yazmak derdi, sürekli değişiyor. Masada başka bir dünya, dışarıda başka bir dünya vaat ediyor size. Yazmak ile çekmek arasında nasıl bir fark var? Yazmak, sonsuz bir alan bence. Söylediğiniz her şey zamanla sizi alt edebilir, bu yüzden büyük cümleler kurmaktan sakınırım. Çekmek ise sınırlı bir alanın içinde hikâyeye uyarak işi sonlandırmaya odaklanıyorsunuz. Yazarken sadece siz varsınız, ama çekmek öyle değil, filmin içindeki oyuncular, sesler, görüntüler ve kurgucu dahil oluyor meseleye. Biz burada ne söylersek söyleyelim, film izleyicisine ve kitap okuruna farklı yansır bazı şeyler. Çünkü izlerken ya da okurken, kendi deneyimlerimiz devreye girer, teknik olarak sunduklarımız bir çırpıda yerle bir olup sadece bir duygu ve düşünce yelpazesi eşliğinde vücut bularak başka bir anlamı ortaya çıkarır.
Son olarak belgeselin gösterim durumu ve festival ayağı hakkında bilgi verebilir misin?
17 Aralık Cumartesi günü Van’da, Van Edebiyat Mahfili oluşumunun ‘Annem Gittiğinden Beri Çiçek Ekmiyoruz Bahçeye’ üzerine düzenleyeceği söyleşi ve imza öncesi, belgeselin gösterimi de yapılacak. Bu aynı zamanda belgeselin ilk gösterimi olacak. Başka yerlerde de gösterimler yapmayı düşünüyoruz. Belgeseli festivallere göndermek için ise hazırlıklarımız sürüyor.[1]